Dördüncü Yazı
Kültürlerin Değerlendirilmesi Alt Başlığında geçen önemli İfadeler:
Kitapta tikelci yorumlayıcı antropolojinin önde gelen temsilcileri olarak Clifford Geertz ve David M. Schneider gibi isimlerden bahsedilmektedir. Bu antropologlar, her kültürün kendine özgü anlamlar sistemine sahip olduğunu ve başka kültürlerle karşılaştırılamayacağını savunurlar. Tikelci yorumlayıcı antropoloji, kültürlerarası karşılaştırmayı ve sosyal evrimi yeniden yapılandırma çabalarını reddetme eğilimindedir. Bu yaklaşım, bilimsel yöntemin, özellikle pozitivist sosyal bilimin, kültürü anlamadaki yetersizliğini vurgular ve postmodern bir etnografya anlayışını savunur.
|
Kültürleri Değerlendirmek
Bu yazı ikinci Bölüm olan Görecelikten Değerlendirmeye ana başlığının altındaki “Kültürleri Değerlendirmek” alt başlığına dair olacak. Bundan sonra bu bölüm altında ikinci alt başlık olan “Maladaptasyonu tanımlamak” var. Herhalde o da bir diğer yazının konusu olur.
Yine artık geleneksel olduğu üzere bu alt başlığın ilk paragrafını olduğu gibi alalım:
Sayfa 23:
“A commonly articulated reason for abandoning cross-cultural comparison is that it has yielded no useful generalizations, or "laws." Thus, when Sir Edmund Leach decided that anthropology should be an art rather than a science-"in the natural science sense," as he put it he did so because "During the hundred years of their existence academic anthropologists have not discovered a single universally valid truth concerning either human culture or human society other than those which are treated as axioms: e.g. that all men have language. "7 Without knowing what else Leach regards as axiomatic and hence, apparently, trivial, this assertion flies in the face of an imposing body of evidence about universals of human society and culture. 8 Not all claims of the many scholars who believe that cross-cultural comparisons have yielded valid generalizations may be correct, but enough are well-documented that it should be obvious that Leach's categorical rejection of anthropology's success in its scientific search for truth is greatly overstated. 9”
"Kültürlerarası karşılaştırmayı terk etmenin yaygın olarak dile getirilen bir nedeni, bu yöntemin hiçbir faydalı genelleme veya "kanun" üretmemiş olmasıdır. Örneğin, Sir Edmund Leach, antropolojinin "doğa bilimi anlamında" bir bilim değil de bir sanat olması gerektiğine karar verirken, 'Akademik antropologlar varlıklarının yüz yılı boyunca, tüm insanların bir dili olduğu gibi aksiyom olarak kabul edilenler dışında, insan kültürü veya toplumu hakkında evrensel geçerliliği olan tek bir gerçek bile keşfetmemiştir' demiştir.7 Leach'in aksiyomatik olarak ve bu yüzden görünüşte önemsiz olarak kabul ettiği diğer şeylerin neler olduğunu bilmeden, bu iddia, insan toplumu ve kültürüne dair evrensel olanlar hakkında etkileyici bir kanıt yığınına ters düşmektedir.8 Kültürlerarası karşılaştırmaların geçerli genellemeler ürettiğine inanan birçok bilim insanının tüm iddiaları doğru olmayabilir, ancak yeterince iyi belgelenmiş olanlar vardır ki, Leach'in antropolojinin bilimsel olarak gerçeği arayışındaki başarısını mutlak bir dille reddetmesinin büyük ölçüde abartılı olduğu açıktır.9"
Bu alıntıda benim de kafama takılan bir konuya değinildiği için üstüne bir kaç söz söylemem gerektiğini düşünüyorum. Eğer gerçekten bilim olduğunu iddia eden bir alan yanlışlanabilir varsayımlar ortaya atıp, ortaya attığı varsayımları çeşitli bilimsel yöntemlerle ispatlamaya çalışamıyorsa ya da buna yeteneği yoksa ben de aynen each gibi bu her ne olursa olsun bilimdir diyemem. Belki sanat denilebilir, felsefe denilebilir ama bilim denilemez.
Tam da bu kafa yorma sonunda benim geldiğim nokta sosyal bilimlerin bir ortak dile, ortak paydaya ihtiyacı olduğu. Bu ortak dil olmaya en yakın aday gördüğüm kadarı ile “Evrimsel Psikoloji”. Çünkü içinde yaşadığımız dünyanın kurallarını belirleyen çok temel bir yasaya dayanıyor. Bizler bugün bu hale gelmişsek tesadüfen olmadı bu. İster birey olarak, ister cins yada tür olarak ve sonunda toplum olarak sahip olduğumuz özelliklerin arkasında sabit bir şey var. Hayatta kalmaya çalışıyoruz ve soyumuzu devam ettirme içgüdüsüne sahibiz. İster adaptif ister maladatif, ister zararlı, ister faydasız olsun her ne yapıyorsak bu iki şey için yapıyoruz. Çok uzattım kitaba tekrar geri döneyim.
Sayfa 23:
“To be sure, anthropology's long practice of cross-cultural comparison is not without its many and serious difficulties. 10 (Problems of sampling, equivalency of concepts, inadequate data, coding, and statistical analysis continue to bedevil even the most sophisticated practitioners of this kind of comparison. )11 But setting technical problems like these aside for the moment, it should be pointed out that even the most particularistic interpretive anthropologists who confine themselves to a single culture and reject all comparison nevertheless implicitly use a comparative perspective as they make their interpretations. Just as social anthropologists could not avoid making psychological assumptions about the people they studied, so epistemological relativists must make comparative assumptions about mind, self, and emotion, for example, in order to talk about them at all. The emotions of another people, to choose only one example, are either the same as ours or different, and either conclusion implies, 1 at the very least, comparisons between the emotions of the interpreter and those of the people being interpreted. .When another people's emotions are said to differ from ours, then the comparative dimension is even more overt.”
"Şüphesiz ki, antropolojinin uzun süredir uyguladığı kültürlerarası karşılaştırma pratiği, pek çok ciddi zorluk barındırmaktadır. (Örneklem alma sorunları, kavramların eşdeğerliği, yetersiz veri, kodlama ve istatistiksel analiz gibi sorunlar, bu tür karşılaştırmaların en sofistike uygulayıcılarını bile zorlamaya devam etmektedir.) Ancak teknik sorunları bir an için bir kenara bırakırsak, tek bir kültüre odaklanıp her türlü karşılaştırmayı reddeden en özgülcü yorumlayıcı antropologların bile yorumlarını yaparken örtük olarak karşılaştırmalı bir bakış açısı kullandıkları belirtilebilir. Nasıl ki sosyal antropologlar inceledikleri insanların psikolojisine dair varsayımlar yapmaktan kaçınamazlarsa, aynı şekilde epistemolojik görecelikler üzerine çalışanlar da zihin, benlik ve duygu gibi konularda en azından bu konuları ele alabilmek için karşılaştırmalı varsayımlar yapmak zorundadırlar. Örneğin, başka bir toplumun duyguları ya bizimkilerle aynıdır ya da farklıdır; ve her iki sonuca ulaşmak da en azından yorum yapanın duygularıyla yorumlanan topluluğun duyguları arasında bir karşılaştırmayı içerir. Başka bir toplumun duygularının bizimkilerden farklı olduğu söylendiğinde, karşılaştırmalı boyut daha da belirgin hale gelir."
Daha önce de söyledim. Ben bu konuya antropolojinin ve sosyolojinin bir bilim olmasını istediğimden karşılaştırma tarafından bakıyorum. Eğer amacımız bilgi üretmekse, eğer amacımız bilgi edinmekse bunun sağlam temellere oturması gerekiyor. Burada Edgerton bir bilim olarak ele alınma konusunda neden zorluk yaşandığını detayına girmeden, sadece başlıklarını verip geçmiş.
Örneklem alma sorunları, kavramların eşdeğerliği, yetersiz veri, kodlama ve istatistiksel analiz. Ben yazı girişinde hazırladığım sözlükte bu kavram ve terimleri kısaca açıkladım. Edgerton sadece birkaç pratik sorundan bahsetmiş ama tabi ki bu kadarla sınırlı değil. Sosyal bilimlerin önünde bilgi üretmek için çok büyük sınırlar ve sorunlar var. En başta inceleme konusu insan olduğu için, insan da değişken ve irrasyonel bir canlı olduğu için tutarlı bilgi üretmek çok güç. Bu sebeple günümüzde gördüğümüz şeylerle ilgilenirsek boşa kürek çekmiş gibi oluyoruz. Bu sebeple neyi niye yaptığımızın kökenlerine inmenin bizi bu sorundan kurtaracağını düşünüyorum. Yani evrimsel psikoloji yaklaşımı belki yüzde yüz çözüm sunmasa da en azından bu konuda bize yol gösterici olabilir.
Ölçüm ve deney yapamamak sosyal bilimlerin önündeki en büyük engel. Antropologlar birçok gözlem yöntemi denemişler. Kendilerini katmadan inceledikleri toplumu anlamaya çalışmışlar. Neyi niye yaptıklarını not etmeye çalışmışlar. Belki elimizde bir laboratuvar yok ama en azından gözlem yeteneğimiz var. Farklı topluluklardaki ortak örüntüleri tespit ettiğimizde aslında insan olarak temel içgüdülere sahip bir canlı olduğumuzu da görüyoruz.
Her neyse çok uzatmayayım. Edgerton konuya çözümsel yaklaşmaya devam ediyor. Amacı üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil.
Sayfa 24:
“Even though comparison is inescapable, its practice as a systematic scholarly activity is nonetheless demanding, and the most demanding form of comparison involves evaluation. To continue with emotion as our propaedeutic example, it is difficult enough to determine whether people in two cultures experience the same emotions; to evaluate these emotions as more or less adaptive or healthy is even more so. Suspicion, hatred, envy, fear, or rage can be adaptive in some circumstances but maladaptive in others. Devising criteria for such evaluations is a formidable undertaking:
Nevertheless, what I am proposing calls for the evaluation of other cultures, something that challenges the prevailing doctrine of cultural relativism. By asserting that some traditional beliefs and practices are maladaptive because they endanger people's health, happiness, or survival, I am opposing the established tenets of relativism and adaptivism. Any attempt to evaluate another culture is a controversial task that must be undertaken with caution (not unlike scaling Vesuvius on one of its more agitated days) because-in addition to the conventional wisdom in social science, which maintains that virtually all established beliefs and practices are adaptive and that there can be no universally valid criteria for evaluating peoples' cultural beliefs or social institutions-many scholars today believe that it is quite impossible even to understand the lives of people in other cultures. Before discussing the doctrines of cultural relativism and adaptivism, the radical epistemological position that people in other cultures are beyond our ken must be examined.”
“Kıyaslama kaçınılmaz olsa da, sistematik bir akademik etkinlik olarak uygulanması yine de zordur ve kıyaslamanın en zorlayıcı biçimi değerlendirme içerir. Duyguyu, öncelikli örneğimiz olarak devam ettirirsek, iki kültürdeki insanların aynı duyguları yaşayıp yaşamadığını belirlemek oldukça zor; bu duyguları daha az veya daha çok uyumlu ya da sağlıklı olarak değerlendirmek ise çok daha zordur. Şüphe, nefret, kıskançlık, korku veya öfke bazı durumlarda uyumlu olabilirken, diğerlerinde maladaptif olabilir. Bu tür değerlendirmeler için kriterler geliştirmek, korkutucu bir girişimdir:
Yine de, önerdiğim şey diğer kültürlerin değerlendirilmesini gerektiriyor; bu da kültürel göreliliğin hâkim doktrinine meydan okuyor. Bazı geleneksel inançların ve uygulamaların, insanların sağlığını, mutluluğunu veya hayatta kalmalarını tehlikeye attığı gerekçesiyle maladaptif olduğunu öne sürerek, görelilik ve adaptivizm ilkelerinin yerleşik esaslarına karşı çıkıyorum. Başka bir kültürü değerlendirme çabası, dikkatle ele alınması gereken tartışmalı bir görevdir (Vezüv'ün en hareketli günlerinden birinde tırmanmaya benzer) çünkü sosyal bilimlerde neredeyse tüm yerleşik inançların ve uygulamaların uyumlu olduğunu ve insanların kültürel inançlarını veya sosyal kurumlarını değerlendirmek için evrensel olarak geçerli kriterlerin olamayacağını savunan geleneksel bilginin yanı sıra, günümüzde birçok akademisyen, başka kültürlerdeki insanların yaşamlarını anlamanın imkansız olduğunu düşünmektedir. Kültürel görelilik ve uyumlulukçuluk (adaptivizm) doktrinlerini tartışmadan önce, diğer kültürlerdeki insanların bizim anlayışımızın ötesinde olduğu radikal epistemolojik konum incelenmelidir.”
Kitabı okurken her yerin altını çizdiğim için neredeyse tüm kitabı alıntılıyormuşum gibi oluyor ama Edgerton öyle hayati konulara öyle iyi temas etmiş ki aktarmadan edemiyorum.
Çok uzatmayacağım. Daha önce de yazdığım için tekrara düştüğümü de biliyorum ama eğer bir iş yapacaksak bir işe yarasın düsturu ile hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden boş laflar etmek yerine analitik bir şekilde çözümsel olarak konulara yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Edgerton da öyle yapıyor ve bu benim çok anlamlı bulduğum bir tarz.
Bölümdeki İsimler
Edgerton sonraki paragraflar boyunca 30’ye yakın bilim insanı ve düşünürün ele aldığı konuya nasıl yaklaştığını bize sunmuş. Üşenmedim hepsinin listesini çıkardım:
Richard Rorty; Rodney Needham; William Graham Sumner; Franz Boas; Ruth Benedict; Margaret Mead; Melville Herskovits; Martin Hollis; Steven Lukes; Clyde Kluckhohn; Allan Bloom; Clifford Geertz; David M. Schneider; Renato Rosaldo; Charles Nissam-Sabat; Edward Sapir; Benjamin Whorf; Melford E. Spiro; Stephen A. Tyler; Dan Sperber; Ernest Gellner; A. F. C. Wallace; Willard Van Orman Quine; Brent Berlin; Paul Kay; Marshall Sahlins; E. E. Evans-Pritchard; Sir Edmund Leach; Marvin Harris.
Şimdi kısaca bu kişiler ve söyledikleri hakkındaki yorumları hakkında bir kaç şey paylaşayım.
Filozof Richard Rorty, nesnel gerçeğin varlığını sorguluyor ve bilim insanlarının bu arayışı terk etmeleri gerektiğini savunuyor. Wittgenstein ve Quine gibi önemli filozofların görüşlerini desteklediğini belirtiyor. Bu filozoflar, bilginin kültürel ve dilsel bağlamlara göre şekillendiğini ve evrensel bir gerçeklik kavramının sorgulanabilir olduğunu savunuyorlar.
Antropolog Rodney Needham, insan kültürlerini anlamanın imkansızlığına vurgu yapan bir İngiliz. İnsanların birbirini anlamasının son derece zor olduğunu ve insan deneyiminin özünde anlaşılmaz olduğunu düşündüğünü belirtiyor.
Amerikalı sosyolog William Graham Sumner, kültürel görelilik ilkesinin ilk açık formülasyonunu yapmış. Sumner'a göre, her kültürün kendi değerler sistemi vardır ve bu sistem, o kültür içindeki her türlü uygulamayı haklı çıkarabilir. Bu nedenle, bir kültürün uygulamalarını başka bir kültürün değerlerine göre yargılamak yanlıştır.
Sayfa 25:
“For Sumner, who had never done research in a non-Western society, practices such as religious prostitution, cannibalism, human sacrifice, infanticide, and slavery were perfectly reasonable human adaptations to particular circumstances. Like all practices, they had to be understood in context; there could be no absolute standard for evaluating them.”
“Batılı olmayan bir toplumda hiç araştırma yapmamış olan Sumner'a göre, dini fuhuş, yamyamlık, insan kurban etme, bebek öldürme ve kölelik gibi uygulamalar, insanların belirli koşullara son derece makul uyumlarıydı. Tüm uygulamalar gibi bunların da bağlam içinde anlaşılması gerekiyordu; bunları değerlendirmek için mutlak bir standart olamazdı.”
Franz Boas ve Öğrencileri (Ruth Benedict, Margaret Mead, Melville Herskovits), 20. yüzyılın başlarında kültürel görelilik ilkesinin antropolojide köklü bir şekilde yerleşmesini sağlamışlar. Bu antropologlar, farklı kültürlerin kendi iç mantığına göre anlaşılması gerektiğini ve Batı kültürünün diğer kültürlerden üstün olmadığını savunmuşlar.
Harvard Üniversitesinden antropolog Clyde Kluckhohn, kültürel göreliliği antropolojinin en önemli katkısı olarak görüyor. Kluckhohn bu görüşü 1939'da dile getirmiş ve kültürel görelilik o dönemde liberal düşüncenin temel taşlarından biri haline gelmiş.
Filozof Martin Hollis ve sosyolog Steven Lukes, "Diğer zihinler, diğer kültürler, diğer diller ve diğer teorik şemalar içeriden anlaşılmayı gerektirir. İçeriden bakıldığında, güneşin altında evrensel bir şey olup olmadığını sorgulamamıza neden olurlar..." fikirlerini veciz bir şekilde ifade etmişler.
Karşımıza bir Don Kişot gibi çıkan kişi Allan Bloom, kültürel göreliliği eleştiren ve kültürler arasında değerlendirme yapılabileceğini savunan bir düşünür. Bloom, bazı kültürel uygulamaların evrensel ahlaki değerlere aykırı olduğunu ve bu nedenle eleştirilmesi gerektiğini savunur.
Sayfa 26:
“There are some highly vocal scholars who deplore cultural relativism and confidently exalt the superiority of one culture over others, Allan Bloom being a conspicuous example. 18 However, as Bloom, among others, has deploringly observed, the principle is deeply rooted. In general, contemporary American college students so unquestioningly accept cultural relativism that they are quite unwilling to evaluate the customs of other people. In Bloom's example, the custom that students refused to judge was the Hindu practice of suttee, in which a widow, willing or not, was called upon to join her deceased husband by being burned to death. (This practice will be examined in chapter 6. ) Their reluctance to evaluate illustrates the deep inroads of cultural relativism, despite the fact that the rise of totalitarianism, the horrors of World War II, and the tensions of the Cold War had weakened many scholars' faith in the concept to such an extent that by the 1950s it had come under increasingly heavy fire. 19 Along with the related concept, functionalism (which in its strongest version has it that all established beliefs and practices have positive social functions), relativism came to be seen as a conservative doctrine opposed to change in Third World countries that were attempting to gain their independence from colonial governments. 20”
“Kültürel görecelikten nefret eden ve bir kültürün diğerlerine üstünlüğünü kendinden emin bir şekilde yücelten bazı çok sesli akademisyenler vardır, Allan Bloom bunun göze çarpan bir örneğidir.18 Ancak, Bloom'un ve diğerlerinin de üzülerek gözlemlediği gibi, bu ilke derin köklere sahiptir. Genel olarak, çağdaş Amerikan üniversite öğrencileri kültürel göreceliliği o kadar sorgusuz sualsiz kabul etmektedir ki, diğer insanların geleneklerini değerlendirmek konusunda oldukça isteksizdirler. Bloom'un örneğinde, öğrencilerin yargılamayı reddettiği gelenek, Hinduların suttee uygulamasıydı; bu uygulamada dul bir kadın, istesin ya da istemesin, yakılarak öldürülmek suretiyle ölen kocasına katılmaya çağrılıyordu. (Bu uygulama 6. bölümde incelenecektir.) Totalitarizmin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşeti ve Soğuk Savaş'ın gerilimleri pek çok akademisyenin kavrama olan inancını o kadar zayıflatmıştı ki 1950'lere gelindiğinde kavram giderek daha ağır bir ateş altında kalmıştı.19 İlgili kavram olan işlevselcilik (en güçlü versiyonunda tüm yerleşik inanç ve uygulamaların olumlu sosyal işlevlere sahip olduğunu savunur) ile birlikte görecelilik, sömürge yönetimlerinden bağımsızlıklarını kazanmaya çalışan Üçüncü Dünya ülkelerinde değişime karşı çıkan muhafazakar bir doktrin olarak görülmeye başlandı.20”
Bu paragrafı olduğu gibi aldım çünkü benim de söylemek istediklerim var. Bazen kral çıplak demek gerekiyor. Her kültür ve içinde yaşayanlar kendi kültürlerinin doğru, sağlıklı, anlamlı, erdemli olduğunu düşünüyorlar. Aksi takdirde eğer içine doğdukları kültür eğer ahlaksız, vicdansız, sağlıksız, zararlı, hatta sapıkça sahi olsa eğer kendileri de bu kültürün bir parçası ise dürüst bir şekilde yaptıklarının yanlış olduğunu itiraf edemiyorlar. Sen hangi şekilde argüman getirirsen getir illa ki bir kendilerini ve sağlıksız uygulamalarını savunacak bir şey illa ki buluyorlar. Bunu yapmak zorunda hissediyorlar çünkü diğer türlü özsaygılarını yitirmekten korkuyorlar. Bu duruma düşmemek için her kültür kendi içinde değerlidir, eğer bir kültürde bir gelenek varsa mutlaka işe yarıyordur gibi argümanlara baş vurmak zorunda kalıyorlar. Bu paragrafta da Hindistandan bir örnek verilmiş. Örnekler çok sayıda. Zaten kitap boyunca onlarcası verilmiş.
Ben tüm dinlerin de bu kapsamda ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Ama konuyu çok dağıtmadan Edgerton’un geçmişten günümüze görecelik görüşünün nasıl geldiğini anlatmasına devam ediyorum. 1950’lere kadar geldik.
Clifford Geertz ve David M. Schneider, 1970'lerde kültürel göreliliğin daha radikal bir versiyonunu savunan antropologlar. Bu yaklaşıma göre, kültürler sadece karşılaştırılamaz değil, aynı zamanda anlaşılmazdır. Her kültür, kendine özgü bir anlam sistemine sahiptir ve bu sistem, ancak o kültüre ait olanlar tarafından tam olarak anlaşılabilir.
Renato Rosaldo, kültürel göreliliğin aşırı bir yorumunu benimsemiş ve kendi kültürü dışında her şeyin kendisine yabancı olduğunu söylüyor. Bu bakış açısına göre, kültürlerarası anlayış neredeyse imkansızdır çünkü her kültür, tamamen farklı bir düşünce ve deneyim dünyası sunar.
Charles Nissam-Sabat, aşırı kültürel göreliliği eleştiren bir fizikçi, aşırı görelilik, diğer kültürleri yanlış bir şekilde anlaşılmaz hale getirir ve insanları insanlıktan çıkarır demiş.
Bu noktada Edgerton geçmişe gidiyor ve eski bir teori hakkında bilgi veriyor.
Edward Sapir ve Benjamin Whorf, dilin düşünceyi şekillendirdiğini savunan Sapir-Whorf hipotezini geliştirmişler. Bu hipotez, insanların dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimlerinin konuştukları dile bağlı olduğunu öne sürer. Ancak, Edgerton, bu hipotezin daha sonraki araştırmalarla çürütüldüğünü belirtiyor. Sapir-Whorf hipotezi çürütülmüş olmasına rağmen, bu tür görelilik fikirleri akademik çevrelerde popüler olmaya devam ettiğini söylüyor.
Ben de bu vesile ile şunu demek istiyorum. Geçmişte öne sürülmüş bazı yanlış varsayımların daha sonra çürütülmesi maalesef bazı kişiler tarafından yanlış anlaşılıyor. Aslında bilim tarihinde bir merhale olması gereken bu bilgiler sanki kesin doğruymuş gibi algılanma eğiliminde. Bizlere bu bilgilere bugünlere nasıl geldiğimizi göstermek adına bir tarihsel bilgi iken sanki hala geçerliymiş gibi davranmak çok zaman kaybettirici. Aynı şeyi felsefe tarihinde de görüyoruz. Bundan 2000 sene önce söylenmiş şeyler sadece bugüne ulaşmamız için çıktığımız basamaklarken sanki hala o sözler geçerliymiş gibi davranıyoruz. Sanki üstüne hiçbir şey eklenmemiş gibi. Belki konu felsefe olunca bunun anlaşılabilir bir tarafı olabilir ama konu bilim olunca anlamak mümkün değil.
Herneyse yavaş yavaş günümüze geliyoruz.
Melford E. Spiro, kültürel göreliliğin epistemolojik versiyonunu eleştiren bir antropolog. Spiro'ya göre, aşırı görelilik, antropolojinin bilimsel temellerini sarsar ve kültürlerarası karşılaştırma yapmayı imkansız hale getirir.
Sayfa 28:
“ Like the epistemological relativists, interpretive anthropologists usually deny the validity of cultural comparison or attempts to reconstruct social evolution. 3° For them, too, all human beliefs and practices must be understood only in their own context. Indeed, the enterprise of science, particularly positivistic social science, is often rejected altogether.”
“Epistemolojik rölativistler gibi, yorumlayıcı antropologlar da genellikle kültürel karşılaştırmanın veya sosyal evrimi yeniden inşa etme girişimlerinin geçerliliğini reddederler.30 Onlar için de tüm insan inançları ve pratikleri yalnızca kendi bağlamları içinde anlaşılmalıdır. Aslında, bilimin, özellikle de pozitivist sosyal bilimin girişimleri genellikle tamamen reddedilir.”
Stephen A. Tyler, bilimsel söylemi "yalancı" olarak nitelendiren ve antropolojinin postmodern bir yaklaşıma yönelmesi gerektiğini savunan bir antropolog. Tyler'a göre, antropoloji, nesnel gerçekliği keşfetmek yerine, farklı kültürlerin anlam sistemlerini yorumlamaya odaklanmalıdır.
Dan Sperber ve Ernest Gellner, kültürler arasında temel bilişsel farklılıklar olduğunu savunan postmodern göreliliği eleştiriyorlar. Bu eleştiriye göre, insanların düşünme, mantık yürütme ve bilgi işleme biçimleri temelde aynıdır ve kültürlerarası farklılıklar yüzeyseldir.
A. F. C. Wallace, hem kültürlerarası hem de kültür içi anlayışın sınırlı olduğunu savunan bir antropolog. Wallace'a göre, farklı kültürlerden gelen insanlar arasında tam bir anlayışa ulaşmak imkansızdır. Aynı şekilde, aynı kültürü paylaşan bireyler bile, deneyimleri ve bakış açıları farklı olduğu için birbirlerini tam olarak anlayamazlar.
Willard Van Orman Quine, belirsizlik teziyle bilinen bir filozoftur. Bu teze göre, bir dilin başka bir dile çevirisi her zaman belirsizdir ve birden fazla geçerli çeviri seçeneği bulunabilir.
Brent Berlin ve Paul Kay, temel renk terimlerinin evrensel olarak çevrilebilir olduğunu gösteren bir araştırma yapmışlardır. Bu araştırma, farklı kültürlerden gelen insanların renk spektrumunu benzer şekillerde algıladığını ve renk terimlerinin farklı diller arasında tutarlı bir şekilde çevrilebildiğini göstermiştir.
Marshall Sahlins, kültürün belirleyici gücünü vurgulayan ve antropolojinin bir bilim değil, metafizik olduğunu savunan bir antropolog. Sahlins'e göre, insan davranışları büyük ölçüde kültürel olarak şekillenir ve biyolojik veya evrimsel açıklamalarla anlaşılamaz.
E. E. Evans-Pritchard ve Sir Edmund Leach, antropolojinin bilimsel iddialarından vazgeçmesi ve bir sanat formu veya beşeri bilimler disiplini olarak kabul edilmesi gerektiğini savunan İngiliz sosyal antropologlar. Bu bakış açısına göre, antropolojinin amacı, insan kültürlerini nesnel bir şekilde açıklamak değil, anlamak ve yorumlamaktır.
Marvin Harris, kültürel materyalizmi savunan bir antropologdur. Kültürel materyalizm, kültürel uygulamaların maddi koşullar (çevre, teknoloji, ekonomi) tarafından belirlendiğini savunan bir yaklaşımdır. Harris, kültürel görelilik nedeniyle antropologların kültürel değerlendirme yapmaktan kaçındıklarını belirtir, ancak kendisi de kültürel değerlendirmeye karşı çıkar.
Sayfa 30:
“Although what I have referred to as interpretive anthropologists and epistemological or postmodern relativists are the most determined opponents of cross-cultural comparison, they are not alone in rejecting the legitimacy of cultural evaluation. For example, distinguished anthropologist Marvin Harris, whose cultural materialism (in some ways similar to Marxism) is as far from interpretive anthropology as any approach could reasonably be, also opposes cultural evaluation. Even before the emergence of interpretive anthropology or epistemological relativism, Harris wrote, "As a result of the cultural relativistic critique, anthropologists no longer believe that the study of cultural evolution will provide a scientific basis for judging which cultures are aesthetically, ethically, or politically superior."48 Harris was right about the impact of relativism, but there is another reason why anthropologists have typically refused to evaluate the customs of other peoples. That reason is the long-held assumption that culture is an adaptive mechanism, and thus the beliefs and practices of any established culture must serve some useful purpose, a position that is explicitly stated in many contemporary introductory anthropology textbooks. 49 Few contemporary anthropologists have made this assumption more often or more vigorously than Harris himself. In his recent book, Good to Eat, Harris insists that eating patterns that seem "impractical, irrational, useless or harmful" are in reality the utilitarian result of human attempts to maximize benefits and minimize costs, an argument he has previously advanced with regard to many other kinds of seemingly irrational beliefs and practices.50”
“Yorumlayıcı antropologlar ve epistemolojik ya da postmodern görececiler olarak adlandırdığım kişiler kültürler arası karşılaştırmanın en kararlı muhalifleri olsalar da, kültürel değerlendirmenin meşruiyetini reddetme konusunda yalnız değillerdir. Örneğin, kültürel materyalizmi (bazı yönlerden Marksizme benzer) yorumlayıcı antropolojiden herhangi bir yaklaşımın makul olabileceği kadar uzak olan seçkin antropolog Marvin Harris de kültürel değerlendirmeye karşı çıkmaktadır. Harris, yorumlayıcı antropoloji ya da epistemolojik görecelilik ortaya çıkmadan önce bile şöyle yazmıştır: “Kültürel görecelilik eleştirisinin bir sonucu olarak, antropologlar artık kültürel evrim çalışmalarının hangi kültürlerin estetik, etik ya da siyasi açıdan üstün olduğuna karar vermek için bilimsel bir temel sağlayacağına inanmamaktadır.”48 Harris göreceliliğin etkisi konusunda haklıydı, ancak antropologların diğer halkların geleneklerini değerlendirmeyi tipik olarak reddetmelerinin başka bir nedeni daha vardır. Bu neden, kültürün adaptif bir mekanizma olduğu ve dolayısıyla herhangi bir yerleşik kültürün inanç ve uygulamalarının faydalı bir amaca hizmet etmesi gerektiği yönündeki uzun süredir devam eden varsayımdır ve bu durum birçok çağdaş antropolojiye giriş ders kitabında açıkça belirtilmektedir.49 Çok az çağdaş antropolog bu varsayımı Harris'in kendisinden daha sık ya da daha güçlü bir şekilde dile getirmiştir. Son kitabı Good to Eat'de Harris, “pratik olmayan, mantıksız, yararsız ya da zararlı” görünen yeme alışkanlıklarının aslında insanların faydayı maksimize etme ve maliyeti minimize etme çabalarının faydacı bir sonucu olduğunda ısrar etmektedir ki bu argümanı daha önce mantıksız görünen pek çok inanç ve uygulama için de ileri sürmüştür.50”
Daha önce yorumlayıcılar, görececiler ve postmodernler vardı şimdi birde kültürel materyalizm çıktı karşımıza. Çok uzatmayacağım. Yolumuz uzun daha yarısına geldik. Daha çok ismimiz var:
Bölümde Geçen İsimler Devam
Donald T. Campbell; John Lubbock; Clark Wissler; E.B. Tylor; Bronislaw Malinowski; A.R. Radcliffe-Brown; Marvin Harris; V.C. Wynne-Edwards; Roy Rappaport; Richard A. Alexander; Stephen Jay Gould; Alexander Goldenweiser; Thomas Gladwin; Melville Herskovits; Ruth Benedict; Clifford Geertz; Weston LaBarre; Sigmund Freud; Anthony F.C. Wallace; Irving Hallowell; Marvin Opler; Erich Fromm; Alfred Kroeber; Ralph Linton; Clyde Kluckhohn; Robert Redfield; George Peter Murdock; Edward Norbeck; Melford Spiro; Theodore Schwartz; John G. Kennedy; Arthur Hippler; C.R. Hallpike; Raoul Naroll; Benjamin Colby; Robert Boyd; Peter J. Richerson; Alan Rogers; Jerome H. Barkow.
40’a yakın kişi ile ilgili bilgi aldık ve bir o kadar kişiyle daha devam ediyoruz. Edgerton gerçekten çok sağlam bir geçmiş taraması yaparak neredeyse antropoloji tarihi dersi vermiş. Sırada Antropoloji dışından etkili bir başka bilim adamının kültürün adaptifliği ile ilgili görüşleri var.
Donald T. Campbell, Bir evrimsel biyolog olan Campbell, kültürün adaptif olarak görülmesi gerektiğini savunmuş ve 1975'te Amerikan Psikoloji Derneği'ne yaptığı başkanlık konuşmasında bu görüşünü dile getirmiş. Campbell, evrimsel biyologların tuhaf görünen hayvan yaşam formlarına hayranlıkla yaklaştıklarını ve bu formların arkasında henüz anlamadıkları fonksiyonel bir bilgelik olduğuna inandıklarını belirtmiş. Psikologların ve diğer sosyal bilimcilerin de kendi veya başka bir kültürün garip görünen bir özelliğini incelerken aynı hayranlığı benimsemeleri ve bu özelliklerin adaptif bir anlam ifade ettiğini düşünmeleri gerektiğini ileri sürmüş.
Edgerton filmi biraz geriye sarıyor ve göreciliğin olmadığı ilk dönemlere bizi götürüyor:
Sayfa 31:
“In the late nineteenth century, when the scholarly study of small non-Western societies began in earnest, many anthropologists accepted neither cultural relativism nor the belief that all customs are adaptive. “
“On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Batılı olmayan küçük toplumlar üzerine akademik çalışmalar ciddi bir şekilde başladığında, birçok antropolog ne kültürel göreceliliği ne de tüm geleneklerin uyarlanabilir olduğu inancını kabul ediyordu.”
Bu tespitle bilim dünyasının her zaman görecilik ve adaptiflik fikirlerine sahip olmadığını anlıyoruz. Ve peş peşe bu görüşlere sahip bilim insanlarını sunuyor Edgerton bize.
John Lubbock: 19. yüzyılın sonlarında yaşamış etkili bir İngiliz antropolog olan Lubbock, açıkça etnosantrik ve bazen de ırkçı görüşlere sahipti.
Clark Wissler: Boas'ın öğrencisi ve erken dönem Amerikan antropolojisinin önemli isimlerinden olan Wissler, "Kuzeylilerin" üstünlüğüne inanan bir ırkçıydı.
E.B. Tylor: 19. yüzyılın etkili antropologlarından olan Tylor, bir zamanlar yararlı bir sosyal amaca hizmet etmiş ancak artık hizmet etmeyen ve "saçma" veya "aptalca" olarak nitelendirdiği geleneklere "kalıntılar" adını vermiştir.
Bronislaw Malinowski: 1920'ler ve 1930'larda fonksiyonalist teorinin gelişiminde önemli bir rol oynayan Malinowski'ye göre, "her medeniyet türünde, her gelenek, maddi nesne, fikir ve inanç hayati bir işlevi yerine getirir, yerine getirmesi gereken bir görevi vardır, çalışan bir bütün içinde vazgeçilmez bir parçayı temsil eder".
A.R. Radcliffe-Brown: Fonksiyonalist teorinin gelişiminde Malinowski'nin rakibi olan Radcliffe-Brown, başlangıçta Malinowski'ye benzer bir görüşe sahipken, daha sonra Malinowski'nin "herhangi bir toplumun tüm gelenek ve kurumlarının doğru ve iyi olduğu" şeklindeki görüşünü eleştirmiştir.
Kısa bir geçmişe yolculuktan sonra Marvin Harris’le tekrar 1960’lı yıllara dönüyoruz.
Marvin Harris: 1960'larda fonksiyonalizmin yeniden canlanmasına katkıda bulunan Harris, o dönemdeki yaygın görüşü şu şekilde özetlemiştir: "Mevcut sosyo-kültürel sistemlerin ve biyo-organizmaların fonksiyonel durumunu keşfetmek için sayısız çalışma yapılmıştır. Her iki alandaki bu çalışmaların sonuçları, biyo-organizmaların ve sosyo-kültürel sistemlerin büyük ölçüde, hatta yalnızca olumlu işlev gören, yani yararlı özelliklerden oluştuğunu göstermektedir". Ancak Harris, daha sonra tüm insan geleneklerinin veya kurumlarının adaptif değere sahip olduğunun kanıtlanmadığını da belirtmiştir.
V.C. Wynne-Edwards: "Grup seçilimi" hakkında yazdığı bir kitapla fonksiyonalizme yeni bir soluk getirmiştir. Wynne-Edwards'ın hipotezi, organizmaların nüfus artışını düzenleme yeteneği geliştirdikleri ve bu nedenle yiyecek ve diğer kaynakların aşırı kullanımından "doğal olarak" kaçındıkları yönündeydi. Wynne-Edwards’ın organizmaların kaynakları bilinçli bir şekilde koruma ve nüfus artışını düzenleme yeteneğine sahip olduğu fikrinin, ilk başta ikna edici görünmesine rağmen, sonradan geçersiz veya yanıltıcı olduğunun anlaşılmış. Edgerton, bu hipotezin sosyal bilimlerde, özellikle kültürel ekoloji alanında geniş bir kabul gördüğünü, ancak daha sonra bilimsel çalışmalarla çürütüldüğünü vurguluyor.
Roy Rappaport: Atalar İçin Domuzlar adlı kitabı, kültürel ekolojide etkili olmuş ve ritüel döngüleri, savaş ve bebek öldürme gibi birçok insan uygulamasını nüfus dengesi sağlama aracı olarak yorumlamıştır.
Richard A. Alexander: Önde gelen bir evrimsel biyolog (veya bazılarına göre sosyobiyolog) olan Alexander, "kazara olmaktan çok ayrıntılı olan herhangi bir insan niteliğinin" adaptif olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuş.
Stephen Jay Gould: Kültürün adaptif olduğu varsayımını eleştirmiş ve bunu Dr. Pangloss'un burnun gözlüğü desteklemek için var olduğu şeklindeki beyanına benzetmiş.
Sayfa 33:
“In earlier times anthropologists , interested in cultural evolution tried to evaluate all manner of social institutions from kinship to legal systems as well as beliefs from food taboos to the etiology of disease, but their conclusions were for the most part arrantly ethnocentric. The first relatively viable evaluative comparisons had to do with technology. Several scholars observed that technology tended to evolve through stages from simple to complex. 66”
“Daha önceki zamanlarda kültürel evrimle ilgilenen antropologlar, akrabalıktan yasal sistemlere kadar her türlü sosyal kurumu ve yiyecek tabularından hastalık etiyolojisine kadar inançları değerlendirmeye çalışmış, ancak vardıkları sonuçlar çoğunlukla aşırı etnosentrik olmuştur. Nispeten uygulanabilir ilk değerlendirici karşılaştırmalar teknoloji ile ilgiliydi. Bazı akademisyenler teknolojinin basitten karmaşığa doğru aşamalar halinde evrimleşme eğiliminde olduğunu gözlemlemiştir.66”
Alexander Goldenweiser: Bazı küreklerin diğerlerinden daha verimli olduğunu ve verimli bir kürek yapmanın sınırlı sayıda yolu olduğunu belirtmiş. Kültürel ürünlerin - özellikle de teknolojik araçların - evrensel olarak daha "verimli" veya "gelişmiş" olabileceğini savunmuş.
Thomas Gladwin: Polinezya navigasyon sistemlerini karşılaştırarak teknoloji hakkındaki bilginin de değerlendirilebileceğini göstermiş.
Melville Herskovits: Kültürel göreliliğin ateşli savunucularından biri olan Herskovits bile, teknolojinin verimlilik açısından değerlendirilebileceğini kabul etmiş.
Ruth Benedict: 1934 tarihli çok satan kitabı Kültür Kalıpları’nda tüm yaşam biçimlerinin eşit değerde olduğunu ve tüm davranış standartlarının göreli olduğunu ilan etmiş. Yamyamlığı övmüş ve görünüşte maladaptif kurumları olumlu bir ışık altında göstermek için sık sık büyük çaba sarf etmiştir. Örneğin, Avustralya'daki Kurnai'lerin akrabalık sistemine "sosyal yükümlülük" adını vermiştir, çünkü Kurnai'ler o kadar çok kadını "kız kardeş" veya "anne" olarak sınıflandırmıştır ki, bir erkeğin ensest işlemeden evlenmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. Ancak Benedict, Kurnai’nin bu soruna getirdiği çözümü de övgüyle anlatır: Genç çiftler, evlenmek için yakın bir adaya kaçmayı deneyebilir ve eğer başarılı olurlarsa topluma geri dönmelerine izin verilir. Ancak çiftin geri dönebilmesi için bir çocuk sahibi olması ve dönüşlerinde toplumsal bir “dayak” seremonisinden geçmeleri gerekmektedir. Benedict, bu karmaşık evlilik düzenlemesini başlangıçta sosyal bir sorun olarak tanımlasa da, daha sonra bunu bir uyum mekanizması olarak takdir etmeye başlar. Kültürel göreliliğin savunucularından olan Geertz, Benedict'in görelilik ilkesine ilişkin yorumunu eleştirmiş ve bu görüşünün "garip bir sonuç" olduğunu belirtmiş.
Weston LaBarre: Japonları "etnoloji müzesindeki en obsesif insanlar" olarak nitelendirmiş.
Sigmund Freud: Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları adlı eserinde bir toplumun üyelerinin ihtiyaçlarıyla o kadar çelişebileceğini ve bunun sonucunda tüm nüfusun nevrotik hale gelebileceğini savunmuş.
Anthony F. C. Wallace, Irving Hallowell, and Marvin Opler: Tüm bir toplumun psikiyatrik terimlerle tanımlanmasına karşı çıkmışlar. Bu antropologlar, bir toplumu nevrotik veya psikopatolojik olarak etiketlemenin yanlış olduğunu savunmuşlar. Onlara göre, psikiyatrik terimler bireylerin ruhsal sağlık durumunu anlamak için geliştirilmiştir ve bu tür terimlerin geniş bir topluma uygulanması hem abartılı hem de yanıltıcı olabilir.
Bu antropologlar, Benedict ve LaBarre gibi araştırmacıların toplumları "nevrotik" ya da daha ağır psikopatolojik terimlerle tanımlamasını eleştirmiştir; çünkü bu yaklaşım, toplumları anlamak için daha nesnel veya kültürel bağlama dayalı yaklaşımların önüne geçebilirdi. Ayrıca, bu tür bir etiketlemenin, toplumların farklı yaşam tarzlarını anlamak yerine onları hastalıklı görmeye teşvik edebileceğinden endişe etmişlerdir.
Erich Fromm: 1955 tarihli Aklı Başında Toplum (The Sane Society) adlı kitabında, Freud'un bazı toplumların insan ihtiyaçlarını karşılamada diğerlerinden daha başarılı olduğu yönündeki görüşüne dayanarak, "hasta toplumlar" olabileceği konusunu işlemiş ve toplumların ruh sağlığı açısından değerlendirilebileceği fikrini savunmuş.
Sayfa 34:
“When Erich Fromm wrote The Sane Society in 1955, he rejected this criticism as one based on what he described as the postulate that "each society is normal in as much as it functions." He insisted that there could be "sick" societies-as well as sane ones-because, as Freud had directed, some societies were more successful than others in meeting human needs.”
“Erich Fromm 1955 yılında The Sane Society (Aklı Başında Toplum) adlı kitabını yazdığında, bu eleştiriyi “her toplum işlevini yerine getirdiği ölçüde normaldir” varsayımına dayanan bir eleştiri olarak reddetmiştir. Aklı başında toplumların yanı sıra “hasta” toplumların da olabileceğinde ısrar etti; çünkü Freud'un da belirttiği gibi, bazı toplumlar insan ihtiyaçlarını karşılamada diğerlerinden daha başarılıydı.”
Erich Fromm’u o kadar çok seviyorum ki bu kitapta onunla ilgili bir kısmı görünce olduğu gibi almaktan kendimi alamadım. Ayrıca bu konuda da tespitinin doğru olduğunu görmek ayrıca çok hoşuma gitti.
Alfred Kroeber: 20. yüzyılın ortalarında Amerikan antropolojisinin önde gelen isimlerinden biri olan Kroeber, göreliliği reddetmiş ve toplumlar basit'ten karmaşık'a "ilerledikçe" daha "insancıl" hale geldiklerini ilan etmiş. Ayrıca, günümüz antropologlarının tüylerini diken diken edecek bir dille, "modern gelişmiş kültürlerdeki akıl hastalarının, eski ve geri kalmış kültürlerdeki iyi ve etkili kişilere karşılık geldiğini" iddia etmiş.
Ralph Linton: 20. yüzyılın ortalarında yaşamış önde gelen bir antropolog olan Linton, evrensel etik standartlar olabileceğini savunmuş.
Clyde Kluckhohn: Başlangıçta göreliliği savunan Kluckhohn, daha sonra bu görüşünden vazgeçmiş ve Linton'un evrensel etik standartlar olabileceği görüşünü desteklemiş.
Robert Redfield: Chicago Üniversitesi'nde seçkin bir antropolog olan Redfield, ilkel toplumların daha "ileri medeniyetlerden" daha az "ahlaklı" ve "insancıl" olduğunu ilan ederek Kroeber ile hemfikir olmuş.
George Peter Murdock: 20. yüzyılın ortalarında karşılaştırmalı çalışmalarda dünyanın önde gelen ismi. Benedict'in bir kültür öğesinin kendi bağlamı dışında bir anlamı olmadığı şeklindeki göreli fikrinin "saçmalık" olduğunu ve Herskovits'in tüm kültürlere eşit saygınlık ve değer verilmesi gerektiği iddiasının "sadece saçmalık değil, aynı zamanda duygusal bir saçmalık" olduğunu söylemiş. Yamyamlık, kölelik, büyülü terapi ve yaşlıları öldürmenin yaşlılık güvencesi, bilimsel tıp ve metal eserlerle aynı "saygınlığa" veya "geçerliliğe" sahip olduğunu iddia etmenin "saçma" olduğunu eklemiş.
Bu son tespitin altına imzamı atarım. O yüzden kitaptaki bu bölümü olduğu gibi almak istiyorum. Birçok ismi geçen kişiyle ilgili bilgileri elimden geldiği kadar özet şeklinde vermeye çalışıyorum ama bu kısım o kadar doğru ki özetlemek işime gelmedi.
Sayfa 35:
“In a paper presented in 1960, George Peter Murdock, then the leading figure in comparative studies in the world, said that Benedict's relativistic idea that a cultural element has no meaning except in its context was "nonsense" and that Herskovits's assertion that all cultures must be accorded equal dignity and value was "not only nonsense but sentimental nonsense."82 He added that it was an "absurdity" to assert that cannibalism, slavery, magical therapy, and killing the aged should be accorded the same "dignity" or "validity" as old age security, scientific medicine, and metal artifacts. 83 All people, Murdock continued, prefer Western technology and would rather be able to feed their children and elderly than kill them. Furthermore, he said, primitive peoples readily relinquish such practices as cannibalism and headhunting ". . . when colonial governments demonstrate the material advantages of peace."84”
“O dönemde karşılaştırmalı çalışmalar alanında dünyanın önde gelen isimlerinden biri olan George Peter Murdock, 1960 yılında sunduğu bir tebliğde, Benedict'in kültürel bir unsurun bağlamı dışında bir anlamı olmadığı yönündeki göreceli fikrinin “saçmalık” olduğunu ve Herskovits'in tüm kültürlere eşit saygınlık ve değer verilmesi gerektiği yönündeki iddiasının “sadece saçmalık değil, aynı zamanda duygusal bir saçmalık” olduğunu söylemiştir.“82 Yamyamlık, kölelik, büyülü terapi ve yaşlıların öldürülmesinin yaşlılık güvenliği, bilimsel tıp ve metal eserler ile aynı “saygınlık” veya “geçerliliğe” sahip olması gerektiğini iddia etmenin “saçmalık” olduğunu da sözlerine ekledi. 83 Murdock, tüm insanların Batı teknolojisini tercih ettiğini ve çocuklarını ve yaşlılarını öldürmek yerine onları besleyebilmeyi tercih ettiğini belirtti. Dahası, ilkel halkların yamyamlık ve kelle avcılığı gibi uygulamalardan “... sömürgeci hükümetler barışın maddi avantajlarını gösterdiklerinde” kolayca vazgeçtiklerini söyledi.84”
Aşağıya aldığım alıntı aslında bir önceki paragrafın devamı ama bağlamı farklı. Bu paragraf biraz özet niteliğinde.
Sayfa 36:
“The strong antirelativistic sentiments of Kroeber, Linton, Kluckhohn, Redfield, and Murdock -anthropology's equivalent of the 1927 New York Yankees- were not accepted by the majority of anthropologists, who continued to reject the idea that civilized societies were ethically superior to primitive ones. Indeed, they deplored even the use of terms such as "civilized" or "primitive." With relatively few exceptions, they continued to call for every culture to be respected in its own context, and they chose to interpret established beliefs and practices as adaptive. What Marvin Harris wrote in 1960, when he said that there was no scientific standard by which ethics, aesthetics, or politics could be measured, was the consensual view then, and it has continued to be.”
“Kroeber, Linton, Kluckhohn, Redfield ve Murdock'un -antropolojinin 1927 New York Yankees'ine eşdeğer- güçlü antirelativist duyguları, uygar toplumların ilkel toplumlardan etik olarak üstün olduğu fikrini reddetmeye devam eden antropologların çoğunluğu tarafından kabul görmedi. Hatta “medeni” ya da “ilkel” gibi terimlerin kullanılmasından bile tiksindiler. Nispeten az sayıda istisna dışında, her kültüre kendi bağlamında saygı gösterilmesi çağrısında bulunmaya devam ettiler ve yerleşik inanç ve uygulamaları uyum sağlayıcı olarak yorumlamayı seçtiler. Marvin Harris'in 1960 yılında etik, estetik ya da politikanın ölçülebileceği bilimsel bir standart olmadığını söylediği zaman yazdığı şey, o zamanki ortak görüştü ve öyle olmaya devam etti.”
Edward Norbeck: 1960'ların başında büyücülüğün çok sayıda sosyal açıdan olumlu işlevi olan iyi huylu ve doğal bir inanç sistemi olduğu şeklindeki yaygın görüşü reddetmiş ve bunun yerine, büyücülüğün toplumsal açıdan zararlı sonuçlarına dikkat çekmiş.
Melford Spiro: Birmanya'daki cadılara olan inancı, bilişsel çarpıtmaya yol açan bir tür psikolojik yansıtma olarak yorumlamış.
Theodore Schwartz: 1974'te "paranoid ethos" dediği şeyin işlevsiz etkilerine dikkat çekmiş. Paranoid bir inanç sisteminin "insanlığın temel psikopatolojisi" olduğunu ve "tüm toplumlarda potansiyel bir patoloji asıl sebep olarak insanlık tarihi boyunca" devam ettiğini düşünmüş.
John G. Kennedy: Büyücülüğe olan inancın "irrasyonel ve işlevsiz" olduğunu iddia ederek, tüm inanç ve uygulamaların olumlu sosyal işlevlere sahip olduğu şeklindeki hakim göreli doktrine doğrudan saldırmış. Büyücülük inançlarının paranoid karakterinin yanı sıra bu inançların ürettiği korku ve saldırganlığı vurgulayan Kennedy, büyücülüğe olan inancın "kurumsallaşmış irrasyonellik" olduğunu öne sürmüş. O zamanlar tartışmalı olan ve hala da tartışmalı olan şu sonucu sunmuştur: "... tüm grupların otomatik olarak sağlıklı, dengeli bir işleyiş düzeyi bulduğu şeklindeki a priori göreli varsayımı yapmak yerine, 'hasta toplumların' veya patolojik kurumların ve kültür kalıplarının var olma olasılığını ciddiye almalıyız".
Arthur Hippler: Antropologları kültürel göreliliğe bağlı kaldıkları için eleştirmiş ve Batı kültürünün üstün olduğunu, çoğu "ilkel" insanın da buna karşı koyamadığını ileri sürmüş. Ayrıca, Freud gibi, Yolngu gibi kültürlerin "olgunlaşmamış savunma ve başa çıkma mekanizmalarını" kurumsallaştırdığı sonucuna varmış.
C.R. Hallpike: Papua Yeni Gine'nin küçük bir nüfusu olan Tauade'ler arasında yaptığı etnografik saha araştırmaları sonucunda, savaş uygulamalarının adaptif olmadığı sonucuna varmış. Ayrıca Tauade'lerin bahçelerini "yıkıma uğratan" ve "sayısız kavgaya ve hatta cinayete" yol açan, sonunda yenilemeyecek kadar çok sayıda kesilen devasa domuz sürülerini yetiştirmesinin de uyumsuz olduğuna inanmış. Ayrıca Tauade'lerin çürüyen cesetleri köylerinde tutmalarında da hiçbir adaptif avantaj görmemiş.
Raoul Naroll: Ahlaki Düzen adlı kitabında intihar, boşanma, çocuk istismarı, akıl hastalığı, aşırı alkol ve uyuşturucu kullanımı ve suç gibi şeylerin, "ahlaki ağ" adını verdiği temel insan birincil grubunu zayıflatmasından endişe duymuş. Çeşitli ülkelerden "sosyal hastalıklar" olarak adlandırdığı bu konularla ilgili istatistiksel verileri karşılaştırarak, ahlaki ağlar zayıfladığında bunun fiziksel ve ruhsal sağlığın azalması ve daha yüksek ölüm oranıyla sonuçlandığını bulmuş.
Raoul Naroll’un çalışması çok ilgimi çekti. Oldukça nicel verilerle toplum sağlığını ölçmek için bir çalışma yapması üzerine gidilmesi gereken bir bakış açısı diye düşünüyorum.
Sayfa 38:
“Another noteworthy approach to cultural evaluation was taken by Raoul Naroll in his book The Moral Order. 106 Naroll was concerned that suicide, divorce, child abuse, mental illness, excessive use of alcohol and drugs, and crime, among other things, were weakening the basic human primary group that he called the "moralnet." Comparing statistical data from various countries about these "social ills," as he called them, he found that when moralnets were weakened, the result was a reduction in physical and mental health, as well as a higher mortality rate. Comparing only European countries where the data were most comparable on variables he named physical health, mental health, brotherhood, progress, peace, order, and variety, Naroll found that Norway had the highest quality of life with an index value of 550. The United States scored 483, and Israel had the lowest index at 440,just behind Spain. 107 Recently, Benjamin Colby has taken the quantification of quality of life, or well-being, a step further by proposing to measure a person's adaptive potential defined as adaptivity, altruism, and creativity. Colby hopes to be able to develop a universal theory of well-being defined in terms of physical health, satisfaction and happiness. 108”
“Kültürel değerlendirmeye yönelik bir diğer kayda değer yaklaşım da Raoul Naroll tarafından The Moral Order (Ahlaki Düzen) adlı kitabında benimsenmiştir.106 Naroll, intihar, boşanma, çocuk istismarı, akıl hastalıkları, aşırı alkol ve uyuşturucu kullanımı ve suçun, diğer şeylerin yanı sıra, “ahlak ağı (moralnet)” olarak adlandırdığı temel insani birincil grubu zayıflattığından endişe duyuyordu. Kendi deyimiyle bu “sosyal hastalıklar” hakkında çeşitli ülkelerden elde edilen istatistiki verileri karşılaştırarak, ahlak ağları zayıfladığında fiziksel ve ruhsal sağlıkta azalmanın yanı sıra daha yüksek ölüm oranlarının ortaya çıktığını tespit etti. Fiziksel sağlık, zihinsel sağlık, kardeşlik, ilerleme, barış, düzen ve çeşitlilik olarak adlandırdığı değişkenler açısından yalnızca verilerin en karşılaştırılabilir olduğu Avrupa ülkelerini karşılaştıran Naroll, Norveç'in 550 endeks değeri ile en yüksek yaşam kalitesine sahip olduğunu tespit etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri 483 puan alırken, İsrail 440 ile İspanya'nın hemen arkasında en düşük endekse sahip ülke olmuştur.107 Yakın zamanda Benjamin Colby, yaşam kalitesinin ya da refahın ölçülmesini bir adım öteye taşıyarak bir kişinin uyumluluk, özgecilik ve yaratıcılık olarak tanımlanan adaptif potansiyelinin ölçülmesini önermiştir. Colby, fiziksel sağlık, memnuniyet ve mutluluk açısından tanımlanan evrensel bir esenlik teorisi geliştirebilmeyi umuyor.108”
Benjamin Colby: Yaşam kalitesinin veya refahın ölçülmesini bir adım daha ileri götürerek, bir kişinin adapte olabilirlik, fedakarlık ve yaratıcılık olarak tanımlanan adaptif potansiyelini ölçmeyi önermiş. Colby, fiziksel sağlık, tatmin ve mutluluk açısından tanımlanan evrensel bir refah teorisi geliştirmeyi ummuş.
Sayfa 38:
“While these cultural anthropologists were discussing the possibility of evaluating cultural dysfunction or pathology, parallel developments were taking place in evolutionary biology, or as some prefer to call it, sociobiology. Until quite recently, most evolutionary biologists also assumed that existing cultural practices were adaptive109 and attempted to explain these traits by matching them to reproductive fitness optimization models,uo but this assumption is no longer universally held. Scholars from fields such as ecology, biology, psychology, anthropology, and even sociology have argued that there is no a priori reason to assume that any given cultural practice is adaptive. 11 1 Moreover, various scholars have identified mechanisms that could lead to and perpetuate maladaptation. 112”
“Bu kültürel antropologlar kültürel işlev bozukluğu ya da patolojiyi değerlendirme olasılığını tartışırken, evrimsel biyoloji ya da bazılarının tercih ettiği şekliyle sosyobiyolojide de paralel gelişmeler yaşanıyordu. Yakın zamana kadar çoğu evrimsel biyolog da mevcut kültürel uygulamaların adaptif109 olduğunu varsayıyor ve bu özellikleri üreme uygunluğu optimizasyon modelleriyle eşleştirerek açıklamaya çalışıyordu, ancak bu varsayım artık evrensel olarak kabul görmüyor. Ekoloji, biyoloji, psikoloji, antropoloji ve hatta sosyoloji gibi alanlardan akademisyenler, herhangi bir kültürel uygulamanın uyarlanabilir olduğunu varsaymak için a priori bir neden olmadığını savunmuştur.111 Ayrıca, çeşitli araştırmacılar maladaptasyona yol açabilecek ve onu sürdürebilecek mekanizmalar tanımlamıştır.112”
Robert Boyd ve Peter J. Richerson: Kültür ve Evrimsel Süreç adlı etkili kitaplarında Sahlins'in Darwinci evrim teorilerinin insan davranışları hakkında adaptif veya işlevsel hipotezlerle sonuçlanması gerektiği iddiasını reddetmişler. "Adaptif olmayan veya açıkçası maladaptif kültürel varyantlar, daha adaptif varyantları destekleyen seçilim ve doğrudan yönlendirmeye rağmen, dolaylı yönlendirmenin etkisi altında bir popülasyonda yayılabilir" görüşünü savunmuşlar.
Indirect Bias (Dolaylı Yönlendirme), bir davranışın faydası göz önünde bulundurulmadan, prestijli veya saygın kişilerden dolayı yayılmasını ifade eder.
Direct Bias (Doğrudan Yönlendirme), bireylerin doğrudan gözlemlerine göre adaptif avantajları olan davranışları seçmesini ifade eder.
Alan Rogers: Doğal seçilimin adaptif olmayan kültürel aktarım mekanizmaları üretebileceği konusunda Boyd ve Richerson ile hemfikir.
Jerome H. Barkow: Darwin, Cinsiyet ve Statü adlı kitabında, maladaptif kültürel özelliklerin, bir popülasyonun etkili bir şekilde yanıt veremediği çevresel değişiklikler, popülasyonun ekolojik yıkıma yol açan kısa görüşlü uygulamaları ve güçlü elitlerin kendi çıkarlarına hizmet eden özellikleri nüfusun çoğunluğunun pahasına destekleme eğilimi gibi faktörler tarafından üretilebileceğini öne sürmüş.
Sayfa 39:
“This brief review of some approaches to the evaluation of other cultures should be sufficient to demonstrate that despite the tenacity of cultural relativism and the prevalent assumption that all, or nearly all, existing cultural practices are adaptive, some scholars of quite varied backgrounds and theoretical persuasions have had their doubts about those assumptions, and with the passage of time, those who believe that cultural maladaptation exists have grown in numbers and sophistication. Today, various scholars are beginning to agree that cultural practices can be maladaptive, and a few have gone so far as to say that entire societies can become pathogenic. This is not to suggest that most anthropologists share these views. It is impossible to be certain, but it seems likely that the majority of anthropologists would reject the idea that cultural maladaptation is common, and some vigorously reject the idea that it occurs at all. And it is almost certain that a large majority would not accept the assertion that entire societies can legitimately be thought of as sick. One major reason for this, it is said, is the absence of a universally valid and measurable set of criteria for maladaptation.”
“Diğer kültürlerin değerlendirilmesine yönelik bazı yaklaşımların bu kısa incelemesi, kültürel göreliliğin direncine ve mevcut kültürel uygulamaların tamamının veya neredeyse tamamının uyumlu olduğu yönündeki yaygın varsayıma rağmen, farklı geçmişlere ve teorik eğilimlere sahip bazı akademisyenlerin bu varsayımlar konusunda şüpheleri olduğunu göstermeye yeterli olmalıdır. Zamanla kültürel kötü uyumun var olduğuna inananların sayısı ve olgunluğu artmıştır. Bugün, çeşitli akademisyenler kültürel uygulamaların kötü uyumlu olabileceği konusunda hemfikir olmaya başlamakta ve bazıları, tüm toplumların patojenik hale gelebileceğini söyleme cüretini göstermektedir. Bu, çoğu antropoloğun bu görüşleri paylaştığını öne sürmek değildir. Kesin olmak imkânsızdır, ancak çoğu antropoloğun kültürel kötü uyumun yaygın olduğu fikrini reddedeceği ve bazılarının bu durumun hiç gerçekleşmediği fikrini şiddetle reddedeceği oldukça muhtemeldir. Ayrıca, büyük bir çoğunluğun tüm toplumların meşru bir şekilde hasta olarak düşünülebileceği iddiasını kabul etmeyeceği neredeyse kesindir. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kötü uyum için evrensel olarak geçerli ve ölçülebilir bir kriter setinin eksikliği olduğu söylenmektedir.”
---------------------------------------------------
Bu bölüm çok uzun sürdü. tüm adı geçen bilim insanlarının söylediklerini özellikle üşenmeden yazdım. Edgerton’ın 100’e yakın ismi 22 sayfada anmış olması inanılmaz. Bu bölüm okuması da takip etmesi de çok zor bir bölümdü. Edgerton, Kültürel görecelik ve değerlendirme bakış açısına 19 yy. dan başlayarak nasıl yaklaşımlar sergilendiğini aktarmış.
Erken dönemlerde evrimci ve etnosentrik bakış açısı olduğunu görüyoruz. Sonra İşlevselcilik devreye girmiş. Bu aşamada Kültürel Görecelik önceki yaklaşımlara bir tepki olarak ortaya atılmış. 1970’lere gelindiğinde postmodern bir görecelik ortaya çıkmış. Son olarak kültürel değerlendirme ve toplumlarda maladaptasyon ve hatta patolojik uygulamalar görülebileceği tartışmaları yapılmaya başlanmış.
Çok yorucu bir özet oldu. Edgerton, çok fazla bilgi vermiş ve bir çok yerde kronolojik sapmalar yapmış. Ayrıca paragraflar arasında net geçişler yok. Yani bir şeyler yazıyor ama sistematik bir yöntem benimsememiş. Keşke daha çok alt başlık ile daha sitemetik yazsaymış. İlk okuduğumda anlayamam da benim eksikliğim şüphesiz ki çok etkendi ama şimdi görüyorum ki Edgerton da hiç akıcı olmayan ve oldukça karışık bir yazı stili benimsemiş.
Tablonun Değerlendirmesi
Yukarıda hazırladığım tablo çok iyi bir özet oldu diye düşünüyorum. Tablo haline getirdiğim için çok kısa notlar şeklinde bilgi vermek zorunda kaldım. Adı geçen bilim insanlarının doğum tarihlerini tespit ederek sıralamayı ona göre yaptım. Kitapta Edgerton kendi anlatmak istediklerine göre bir tarih sıralaması olmaksızın bilgiler sunmuştu. Doğum tarihlerine göre bir sıralama yapınca kültürel Görecelik ve değerlendirme tartışmasında tarafların nasıl bir seyir izlediğini de görmüş oluyoruz.
1830’lu 40'lı yıllarda doğmuş olanların yaklaşık 1860’lar civarında bilimsel çalışmalarının ürünlerini verdiklerini düşünebiliriz. Yani 19. yy yıl ortalarından başlayan bir tartışmaya şahit oluyoruz. Bir tarafta göreceliğin ilk izlerini görürken diğer tarafta ırkçılığa varan evrimci görüşleri görüyoruz.
Evrimci çizginin olduğu tarafta yavaş yavaş aşırı ırkçı bakış açısının yerini evrenselciliğe doğru kaydırdığını görüyoruz. Diğer tarafta etnosentrik ve ırkçı bakışa tepki olarak her kültürün kendi içinde değerli olduğu görüşü ortaya atılıyor. Bu sebeple en hastalıklı ve anormal şeylerin bile işlevselci bakış açısıyla normalleştirilmesi çabasının devreye girdiğini görüyoruz.
Kültürel görecelik postmodern bakışa doğru ilerliyor. antropolojinin bilim olup olmadığı sorgulanmaya başlanıyor, gerçek nedir, bilgi nedir, bilim nedir tartışmaları ortaya çıkıyor. Diğer tarafta ise evrenseller bulunmaya çalışılıyor, adaptasyon fikri eleştiriliyor, toplumların sağlıklı yada hasta olması konuları ele alınmaya başlanıyor.
Çok uzun bir yazı oldu. Neredeyse cümle cümle inceledim bu bölümü. Çok önemli bir tarama oldu. Edgerton bu isimleri seçmiş. Bence Claude Lévi-Strauss’ın (1908-2009) bu konu işlenirken adının dahi geçmemesi bir eksiklik ama bu Edgerton’ın tercihi. Onun dışında benim sosyoloji ve antropoloji altyapıma göre hemen hemen tüm önemli kişilerin bu bölümde adı geçmiş gibi duruyor. Kültürel görecelilik hakkında bir fikir edinmek isteyen kişinin bu bölümü mutlaka okuması gerekli diye düşünüyorum.
Comments