top of page
Okunduğu Gibi

Aydınlanma, Tanrı ve İnsanlık: Evrimsel Gerçeklikler ve Akılcılık Yanılgısı

Planladığım gibi Hasta Toplumlar kitabını incelemeye devam ediyorum. Hızla notlarımı alıp, özetimi yapıyorum ama bu arada kitabın 148. sayfasına geldiğimde bir paragrafı alıntıladım. Bu paragraf kitabın içinde bir vaha gibi parladı. Şimdi o paragraf sonrası tuttuğum notu buraya ayrı bir yazı olarak paylaşmak istiyorum. Çünkü uzun süredir kafama takılan bir konuya dair bir yanıt bulduğumu sanıyorum. Bu yüzden ayrı bir yazı olarak bu tespiti ortaya koymak istedim. Seriyi devam ettireceğim ama bu kısa yazıyla araya girmeden duramadım.

Sayfa 148:

“We are likely to think of people in small, traditional societies as being emotionally and psychologically committed to their way of life, and in fact this is often the case. People in many societies refer to themselves as "the people" and regard all others as alien and repellent, if not downright subhuman. The Hopi Indians, for example, who have long believed that their way of life is superior to all others, continue to maintain cultural barriers that separate themselves from all other people. Not only the Hopi but many people believe that their way of life is the only one, and in many parts of the world today, commitment to one's ethnic group and religion is growing in intensity, surprising many who in post-Enlightenment optimism expected such devotions to diminish as rationalism grew. 60 Even the miserable Ik of Uganda, who were quite literally starving to death when Colin Turnbull visited them in the mid 1960s, preferred to stay together and die rather than move away from their sacred mountain in search of food and survival.”

“Küçük, geleneksel toplumlardaki insanların duygusal ve psikolojik olarak kendi yaşam tarzlarına bağlı olduklarını düşünmemiz muhtemeldir ve aslında durum genellikle böyledir. Pek çok toplumdaki insanlar kendilerini “halk” olarak adlandırır ve diğerlerini yabancı ve itici, hatta düpedüz insanlık dışı olarak görürler. Örneğin, kendi yaşam biçimlerinin diğerlerinden üstün olduğuna uzun zamandır inanan Hopi Kızılderilileri, kendilerini diğer tüm insanlardan ayıran kültürel bariyerleri korumaya devam etmektedir. Sadece Hopiler değil, pek çok insan kendi yaşam biçimlerinin tek olduğuna inanmaktadır ve bugün dünyanın pek çok yerinde kişinin etnik grubuna ve dinine olan bağlılığı giderek artmaktadır ki bu da Aydınlanma sonrası iyimserlik içinde akılcılık arttıkça bu tür bağlılıkların azalmasını bekleyen pek çok kişiyi şaşırtmaktadır. 60 Colin Turnbull 1960'ların ortalarında kendilerini ziyaret ettiğinde kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmek üzere olan Uganda'nın sefil Ik'ları bile yiyecek ve hayatta kalma arayışı içinde kutsal dağlarından uzaklaşmaktansa bir arada kalıp ölmeyi tercih ettiler.”


Modernite, akılcılık ve aydınlanmaya karşı etnik aidiyet

Bu paragraf üzerinde düşünmek gerçekten çok önemli. İnsan, hayatta kalma yönünde evrimleşmiş bir sosyal canlıdır. Hayatta kalmanın yolu bir arada kalabilmekten geçmiştir. Ancak bu durum, anlaşılan başka bir sonucu da beraberinde getirmiş. İçinde bulunduğumuz gruba o kadar bağlıyız ki, bizim grubumuz dışındaki diğer grupları düşman olarak görmeye başlamışız. Bunun arkasında büyük olasılıkla sağlam gerekçeler var. Örneğin, aynı gıda kaynakları için rekabet ettiğimiz başka gruplarla mücadele etmek, onları aşılması gereken bir engel veya düşman olarak görmemize neden olmuş olabilir. Bu durum vahşi doğada sürü halinde yaşayan hayvanlarda da görülür. Rakip sürülerle karşılaşan gruplar hızla savunmaya geçer ve ölümüne dövüşebilirler. Bizim durumumuz da pek farklı değil.

Birey olarak hayatta kalmamızın yolu, grubumuzun sağlam bir şekilde ayakta kalmasından geçtiği için kendi grubumuzu üstün görmeye alışmışız. “Biz diğerlerinden daha iyiyiz, bu yüzden hayatta kalmayı hak ediyoruz” şeklindeki inanç, anlamsız bir vehim değil, evrimsel olarak içselleştirdiğimiz bir yanılsama olabilir. Aksi takdirde, kıt kaynak sorunları ortadan kalksa bile, rakip grupları yok etmeye çalışmamızın başka bir açıklaması olamaz.

Bu paragrafta en önemsediğim yer ise hem koyulaştırıp hem de altını çizdiğim kısım. Aydınlanma sonrası dönemde, akılcılığın (rasyonalizmin) insan toplumlarında ön plana çıkacağı ve geleneksel kimlik bağlarının, özellikle etnik ve dini aidiyetlerin, zamanla zayıflayacağı düşünülüyordu. Bu görüş, insanlığın bilimsel bilgi, sekülerizm ve bireysel özgürlükler çerçevesinde daha evrensel bir bilinç geliştireceği beklentisine dayanıyordu. Ancak bu öngörü gerçekleşmedi ve hatta birçok toplumda etnik ve dini aidiyetler daha da güçlendi. Peki, neden? 

Bu konuda birçok bilim insanı kafa yordu ve bu sorunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor. Acaba bu durum, insanların akılcı olmamasıyla mı ilgili, yoksa daha derin bir dürtü mü söz konusu? İnsanlar, rasyonel olmadıkları için mi milliyetçi ve dini bakış açısından kurtulamıyorlar? Yoksa milyonlarca yıllık evrimimizden gelen bir mirası mı göz ardı ediyoruz? İnsanlık olarak özellikle son 300 bin yıl boyunca bizi hayatta tutmuş olan yeteneklerimizden vazgeçmemiz mümkün mü? Bu vazgeçiş için iki yüz yıl yeterli olabilir mi? Asıl akılcı olmayan bakış bu beklenti değil mi?

Bir arada kalmak ve birlikte yaşayabilmek için bir motivasyona ihtiyacımız var. "Biz ve onlar" diyerek hayatta kalmış bir türün kısa bir sürede bu evrimsel geçmişi terk etmesi mümkün görünmüyor. Albert Camus’nün Sisifos Miti adlı eserinde söylediği gibi: İnsanlara ne uğruna öleceklerini sorduğunuzda, aynı zamanda ne uğruna yaşayacaklarını da öğrenirsiniz. Bu, çok önemli bir tespit. Kimse dünyanın mı yoksa Güneş’in mi merkezde olduğunu tartışmak için hayatını feda etmez. Ama vatan ya da tanrı uğruna ölümü göze alabilir. Çünkü bu bizim doğamızda var. Hayatta kalmamızı, bu birlik duygusuna ve bizi aşan güçlerin varlığına olan inancımıza borçluyuz.

Eğer Tanrı’yı "öldürürseniz," yerine ne koyduğunuz çok önemli. Tanrıyı öldürmek mesele değil; asıl mesele, onun yerine kimin yada neyin geçeceği. Ortalama bir insanın, Tanrının ifa ettiği görevi üstlenebilecek yeteneği ve gücü yok. Bu gerçeği görmeden insanları akılsızlıkla suçlamak kolay. İnsanlar akıllarıyla değil, içgüdüleri ve duygularıyla yaşıyor. Çan eğrisi burada da devreye giriyor: Toplumun %1-2’si, tüm toplumu yönlendirecek zekaya ve yeteneğe sahip. İnsanlık olarak bu şekilde evrimleştik. 100 kişilik bir grup içinde 5-10 zeki kişi yeterli. Ama bu bireyler yetersiz kaldığında, toplumun tamamının aklını kullanması gerekiyor. Ancak bu, ne kadar gerçekçi?

Aydınlanma çağının niyetini anlıyorum. Aydınlanmacıların ve modernitenin neyin peşinde olduğunu görüyorum ve işin gerçeği tam olarak da destekliyorum. İdeal olanın insanın aklı ile yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Ama temenni ile gerçeklik arasında fark var. Bir şeyin olması gerektiği şeyi temenni etmekle gerçekte yaşanan şey arasında fark var.

Keşke insanlar hayatlarını aklı ile yönlendirebilse, keşke insanlar zeki olsalar, keşke kararlarını içgüdüleri ile değil de bilimsel sorgulama bakış açısı ile verseler. Ama bu gerçekci değil. İnsanı tanımak gerek. İnsanın ne olduğunu, olduğu gibi görmek gerek. Bizler yüzbinlerce yıllık evrimimiz neticesinde sahip olduğumuz donanımlarla hayatımızı sürdürüyoruz. Hiyerarşik bir düzen içindeyiz ve aramızda çok yetenekliler olduğu gibi çok yetersizler de var. Ama herkesin aynı özelliklere sahip olmaması aslında bizim üstünlüğümüz. Aramızda güç, zeka, yetenek, karakter, mizaç, sermaye açısından farklılıklar var ve bu farklılıklar maalesef eşitsizliğe yol açıyor. Ama neyse ki yine evrimsel olarak bu eşitsizliği anormal görmeyen bir yapımız var. 

Asıl kritik tespit bu bence. Bizler hiyerarşik ve eşitsiz bir türüz ve bu bizlerin içselleştirdiği bir durum. Bu eşitsizliği normal gören ve bir azınlık tarafından yönetilmek üzere bir çoğunluğun itaatkar şekilde evrimleştiği bir türüz. Bizler içine doğduğumuz ültür ve toplumun gerçekliğini sorgulamadan kabul eden ve bunu sorun etmeyen bir türüz. Aramızdan bazı istisnalar çıkıyor ve bu durumu yadsıyor ama bu genele yansıtılamayacak kadar düşük bir oran. Bunda da garipsenecek bir durum yok. Burada da her yerde olduğu gibi çan eğrisi devrede. Ortalama insan yönetilmek konusunda bir sorun yaşamıyor. Birilerinin kulu, kölesi olmayı dert edinmiyor. Bunda da şaşılacak bir şey yok büyük ihtimalle kökenleri evrimsel geçmişimizde saklı olan bir gerçek.

Çok uzattım o yüzden kısaca tespitimi kapatayım. Aydınlanmanın insandan beklentisi içi boş bir beklenti idi. Gerçekçi değildi. Modernitenin başarısız gibi olmasının arkasında da bu var. İnsanı olduğundan daha üstün bir seviyeye koymanın getirdiği bir iyimserlik hali bu.Tanrı öldü deyince hemen ölmüyor. Belki bir azınlık için bu üstesinden gelinebilecek bir durum ama çoğunluğun boyunu aşan bir şey olduğunu görmek gerekiyor. Çoğunluğa tanrının ifa ettiği görevi yerine getirecek ikame bir şey veremezsen içine düştüğümüz duruma düşeriz. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu yüzden soykırım yaptık, yapacağız da, yapmaya devam da edeceğiz. Çünkü bizler her zaman diğerlerinden üstün olacağız. En azından evrimsel olarak daha bir sonraki aşamaya geçemedik. Üst insan diye bir şey ortaya atarsın ama içi dolu olmayınca sana ırkçı faşist derler. Tanrıyı öldürüyorsun ama yerine bir şey koymuyorsun. Koyacak mıyız bilemiyorum. Ortalama sıradan insanın bu haliyle bunu yüklenemeyeceğini biliyorum. Belki birkaç on bin yıl sonra ölen tanrının yerine bir şeyler koymayı başarırlar ama bugünlerde bunu yapamadıkları ortada.


Bir ormanda bir grup insan, birbirine sımsıkı sarılmış bir topluluk olarak betimlenmiş. Grup, etnik ve dini sembollerle süslenmiş, geleneksel giysiler giyiyor. Onların karşısında, daha modern ve bilimsel bir dünya görüşünü temsil eden, soyut ve parlak bir ışık huzmesi var. Bu ışık, akılcılık ve moderniteyi temsil ediyor, ancak topluluğa erişemiyor; arada görünmez bir duvar var gibi. Sahne, grup bağlılığının gücünü ve modern akılcılıkla çelişkisini sembolize ediyor.
Aydınlanma, akılcılık ve modernite, topluluğa erişemiyor; arada görünmez bir duvar var gibi




Comments


bottom of page