top of page

Biyolojik Yatkınlıklar ve Kültürün Kesişiminde İnsan

Okunduğu Gibi

Güncelleme tarihi: 3 Oca

Sekizinci Yazı

Biyolojik Yatkınlıklar ve Sağlıksız Uyum

Edgerton yine ilk paragraftan çok can alıcı tespitlerle konuya dalmış. Her zaman olduğu gibi ilk paragrafı olduğu gibi aktarıp bir kaç görüşümü aktaracağım ama önce bu alt başlıkta neler anlatmış kısa bir özetini geçelim. Ayrıca yine mini bir sözlüğü ekledim. 

Bu başlık altında insan davranışlarının genetik eğilimler ve kültürel faktörler tarafından nasıl şekillendiği göreceğiz. Edgerton, bu konunun sağlıksız uyumlu sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. Biyolojik eğilimlerin, insanları bencil ve zorlayıcı hale getirebileceği, ayrıca sosyal ve kültürel mekanizmaların bu eğilimleri kontrol etme çabalarının her toplumda tam anlamıyla başarılı olamadığını vurguluyor. Kültürel ihtiyaçların, bireylerin düşünme ve davranma biçimlerini şekillendirdiği gösteriyor. Bu durumun nasıl sağlıksız-uyumlu sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. 

Maladaptasyon - Biyolojik Yatkınlıklar ve Sağlıksız Uyum  başlığında geçen önemli İfadeler:

Biological Predispositions (Biyolojik Yatkınlıklar): İnsanların biyolojik yapılarına veya genetik miraslarına bağlı olarak belirli davranışlara eğilimli olmalarıdır. Bu yatkınlıklar, evrim sürecinde kazanılmış olabilir ve çevresel koşullara veya kültürel etkilerle uyumsuzluk gösterebilir. Biyolojik yatkınlıklar, evrimsel süreçlerde, insanların hayatta kalmalarını ve uyum sağlamalarını destekleyen özelliklerin seçilmesiyle şekillenmiştir. Biyolojik yatkınlıklar modern toplumda bazı durumlarda "sağlıksız uyumlu (maladaptif)" hale gelebilir, çünkü bu yatkınlıklar günümüz koşullarından çok atalarımızın yaşadığı çevreye uygun olarak şekillenmiştir.

Psikobiyoloji (Psychobiology): Psikobiyoloji, davranışların ve zihinsel süreçlerin biyolojik temellerini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu alan, genetik, sinir sistemi, hormonal sistem ve diğer biyolojik faktörlerin insan davranışları ve düşünceleri üzerindeki etkilerini araştırır. Psikobiyoloji, evrimsel süreçlerin insan davranışlarını nasıl şekillendirdiğini anlamaya çalışır. Metinde, insanların Pleistosen dönemindeki yaşam koşullarına uyum sağlarken geliştirdiği biyolojik eğilimlerin bugün hala davranışlarını etkileyebileceği belirtilmiştir. Psikobiyoloji, insan davranışının karmaşık doğasını anlamak için önemli bir bakış açısı sunar.

Genetik Miras (Genetic Inheritance): Genetik miras, ebeveynlerden yavrulara genetik bilginin aktarılması sürecidir. Bu süreç, fiziksel özellikleri, davranış eğilimlerini ve hatta bazı hastalık yatkınlıklarını belirler. Genetik miras, bir türün evriminde ve çeşitlenmesinde önemli bir rol oynar. Metinde, bazı davranışların (cesaret, saldırganlık vb.) genetik temellere sahip olduğu iddia edilse de, bu tür iddiaların karmaşık insan davranışlarını tam olarak açıklamakta yetersiz kaldığı belirtilmiştir. Genetik miras, insan davranışını etkileyen önemli bir faktördür, ancak tek belirleyici değildir.

Kültürel Determinizm (Cultural Determinism): Kültürel determinizm, insan davranışlarının ve düşüncelerinin temel olarak içinde yaşanılan kültür tarafından belirlendiği görüşüdür. Bu yaklaşım, kültürel normların, değerlerin ve inançların bireylerin davranışlarını, algılarını ve kimliklerini şekillendirdiğini savunur. Kültürel determinizm, insan doğasının evrenselliğini reddeder ve her kültürün kendi içinde farklı ve kendine özgü olduğunu vurgular. Metinde, kültürün insan davranışlarını önemli ölçüde etkilediği kabul edilmekle birlikte, bu etkinin tek başına belirleyici olmadığı belirtilmiştir. Kültürel determinizm, insan davranışını anlama konusunda önemli bir faktördür, ancak diğer faktörleri de göz ardı etmemek gerekir.

Tabula Rasa (Boş Levha): Tabula rasa, insan zihninin doğuştan boş bir levha gibi olduğu ve deneyimlerle şekillendiği felsefi bir görüştür. Bu görüş, doğuştan gelen hiçbir bilginin veya yeteneğin olmadığını, tüm bilgi ve davranışların öğrenme yoluyla kazanıldığını iddia eder. Metinde, insan doğasının sadece deneyimlerle şekillenmediği, genetik ve biyolojik yatkınlıkların da insan davranışlarında önemli bir rol oynadığı belirtilmiştir. Tabula rasa, insan zihninin potansiyelini vurgular, ancak doğuştan gelen faktörlerin etkisini göz ardı eder.

Genotip (Genotype): Genotip, bir bireyin genetik yapısını, yani DNA'sında bulunan genlerin tümünü ifade eder. Genotip, bireyin kalıtsal özelliklerini, hastalık yatkınlıklarını ve diğer biyolojik özelliklerini belirler. Genotip, fenotipin (gözlemlenebilir özellikler) temelini oluşturur, ancak fenotip sadece genotipin değil, aynı zamanda çevresel faktörlerin de etkisiyle şekillenir. Metinde, genetik yatkınlıkların bazı davranışları etkileyebileceği belirtilmekle birlikte, çevresel ve kültürel faktörlerin de bu etkileşimde önemli bir rol oynadığı vurgulanmıştır. Genotip, bir bireyin biyolojik potansiyelini belirlerken, fenotip bu potansiyelin çevresel etkilerle nasıl gerçekleştiğini gösterir.

Pleistosen Dönemi (Pleistocene Epoch): Yaklaşık 2,6 milyon yıl önce başlayıp 11,700 yıl önce sona eren bir jeolojik dönemdir. Modern insanın atalarının evrimleştiği ve genetik yapılarının şekillendiği dönemi temsil eder. İnsan evriminin büyük bir kısmı bu dönemde gerçekleşmiştir. İlk kültürel ve teknolojik gelişmeler (alet yapımı, ateşin kullanımı) bu dönemde ortaya çıkmıştır. Pleistosen’in sonunda başlayan Holosen dönemi (bugünkü jeolojik dönem), tarımın gelişmesi ve yerleşik hayata geçiş gibi daha ileri kültürel değişimlerin temelini oluşturmuştur. Homo erectus, Homo neanderthalensis ve Homo sapiens gibi birçok insan türü bu dönemde yaşamıştır. Homo sapiens, Pleistosen’in sonlarına doğru baskın tür haline gelmiş ve diğer hominin türleri yok olmuştur.

Seçici Güçler (Selective forces): doğal seçilim yoluyla bir popülasyonun evrimini yönlendiren çevresel veya biyolojik etkenlerdir. Bu kuvvetler, bireylerin belirli özelliklerinin hayatta kalma ve üreme şansını artırması veya azaltmasıyla işler. Örneğin, avcılardan kaçabilen hızlı bireyler, bu özelliklerini sonraki nesillere aktarma olasılığı daha yüksek olduğu için seçilir. Çeşitli türleri vardır: doğal seçilim, eşeysel seçilim (üreme başarısını etkiler), genetik sürüklenme (rastgele olaylar), mutasyon (genetik çeşitlilik yaratır) ve çevresel baskılar. İnsan evrimi sırasında iş birliği, sosyal zeka ve dayanıklılık gibi özelliklerin gelişimi, bu kuvvetlerin etkisiyle şekillenmiştir. Selective forces, biyolojik çeşitliliğin ve adaptasyonların temel mekanizmasıdır.

Pleyotropi (Pleiotropi): Pleiotropi, bir genin birden fazla özelliği etkilemesi durumudur. Yani, tek bir gen mutasyonunun veya varyasyonunun, organizmanın birden fazla fenotipik özelliğinde değişikliklere yol açmasıdır. Bu durum, genetik özelliklerin karmaşıklığını ve bir özelliğin birden fazla gen tarafından kontrol edilebileceği gibi, bir genin de birden fazla özelliği etkileyebileceğini gösterir. Bu kavram, genetik mirasın ve biyolojik yatkınlıkların insan davranışını nasıl etkilediğini anlamada önemlidir. Pleiotropi, genetik ve çevresel etkileşimlerin karmaşıklığını vurgular. Örneğin, bir gen hem bir organizmanın saç rengini hem de metabolik süreçlerini etkileyebilir. Örneğin, Pleistosen'de fiziksel dayanıklılığı artıran bir gen, düşük zekâ gibi bir istenmeyen özellik ile bağlantılı olabilir.

Üçlü Beyin Teorisi (Triune Brain Theory): Üçlü beyin teorisi, insan beynini evrimsel olarak üç farklı katmana ayırarak açıklayan bir modeldir. Bu modele göre, beyin sürüngen beyni (temel içgüdüler), limbik sistem (duygular) ve neokorteks (akıl yürütme) olmak üzere üç kısımdan oluşur. Bu teori, insan davranışlarını ve düşüncelerini evrimsel geçmişe dayandırarak anlamaya çalışır. İnsan davranışlarının hem içgüdüsel hem duygusal hem de rasyonel yönlerini anlamaya yardımcı olabilir. Üçlü beyin teorisi, insan beyninin karmaşık yapısını basitleştirerek açıklamaya çalışan bir modeldir.

Sembol Sistemleri (Symbol Systems): Sembol sistemleri, insanların anlam yaratmak, iletişim kurmak ve kültürel bilgi aktarmak için kullandıkları sistemlerdir. Bu sistemler, dil, sanat, müzik, ritüeller ve dini semboller gibi çeşitli formlarda olabilir. Sembol sistemleri, kültürel kimliği şekillendirir, grup içinde ortak bir anlayış ve iletişim sağlar ve bilginin nesilden nesile aktarılmasına olanak tanır. Metinde, sembol sistemlerinin kültürel inançları, değerleri ve normları nasıl yansıttığına ve toplumları bir arada tuttuğuna değinilmiştir. Sembol sistemleri, insan kültürünün ve sosyal yaşamın temel yapı taşlarından biridir.

Sosyalleşme (Socialization): Sosyalleşme, bireylerin toplumun normlarını, değerlerini, inançlarını ve davranışlarını öğrendiği süreçtir. Bu süreç, aile, okul, akran grupları, medya ve diğer toplumsal kurumlar aracılığıyla gerçekleşir. Sosyalleşme, bireylerin topluma uyum sağlamasına, sosyal beceriler geliştirmesine ve kültürel kimliklerini oluşturmasına yardımcı olur. Metinde, sosyalleşmenin toplumların sürekliliği için gerekli olduğu ve toplumsal normların bireyler tarafından nasıl içselleştirildiğine değinilmiştir. Sosyalleşme, bireylerin toplum içinde işlevsel hale gelmesi için kritik bir süreçtir.

İş Bölümü (Division of Labor): İş bölümü, bir toplumda farklı görevlerin veya işlerin farklı bireyler veya gruplar arasında paylaştırılmasıdır. Bu durum, uzmanlaşmayı, verimliliği ve toplumsal karmaşıklığı artırır. İş bölümü, ekonomik, sosyal ve siyasi sistemlerin oluşumunda önemli bir rol oynar. Metinde, cinsiyete, yaşa ve yeteneğe dayalı iş bölümlerinin toplumların örgütlenmesinde rol aldığı ve bazı toplumlarda ise iş bölümündeki eşitsizliklerin sosyal sorunlara yol açtığı belirtilmiştir. İş bölümü, toplumların organizasyonunun ve işleyişinin temel bir yönüdür.

Karşılıklı Etkileşimler (Reciprocal Influences): Karşılıklı etkileşimler, iki veya daha fazla faktörün birbirini etkilemesi ve değiştirmesi durumudur. Bu kavram, insanların, kültürlerin, genlerin ve çevrenin birbirleriyle etkileşim halinde olduğunu ve bir faktördeki değişikliğin diğerlerini de etkileyebileceğini ifade eder. Metinde, genetik ve kültürel faktörlerin insan davranışını şekillendirmede nasıl etkileşim halinde olduğu ve çevre ile toplum arasındaki etkileşimin sosyal ve kültürel değişimlere nasıl yol açabileceği tartışılmıştır. Karşılıklı etkileşimler, karmaşık sistemlerdeki değişkenlerin birbirini nasıl etkilediğini anlamak için önemli bir kavramdır.

Kültürel Normlar (Cultural Norms): Kültürel normlar, bir toplumda davranışları, inançları ve değerleri düzenleyen yazılı veya yazılı olmayan kurallar ve beklentilerdir. Bu normlar, insanların nasıl giyinmesi, konuşması, yemesi, davranması ve diğerleriyle etkileşim kurması gerektiğini belirler. Kültürel normlar, toplumun düzenini ve devamlılığını sağlamaya yardımcı olurken, bireylerin kimliklerini şekillendirir ve onları belirli gruplara ait hissettirir. Metinde, kültürel normların bazen bireylere zarar veren uygulamalara (örneğin, kadın sünneti veya sati) yol açabileceği belirtilmiştir. Kültürel normlar, sosyal yaşamın temelini oluşturur ve toplumların nasıl işlediğini anlamak için kritik öneme sahiptir.

Sembolik Anlam (Symbolic Meaning): Sembolik anlam, bir nesnenin, olayın, eylemin veya ifadenin, kendi kelime anlamının ötesinde, kültürel olarak paylaşılan bir anlam taşımasıdır. Semboller, iletişim kurmak, bilgiyi aktarmak, kimliği ifade etmek ve sosyal grupları bir araya getirmek için kullanılır. Metinde, sembollerin kültürel inançları, değerleri ve normları yansıttığı belirtilmiştir. Örneğin, bazı toplumlarda hayvanlar, renkler veya ritüeller belirli anlamlar taşıyabilir. Sembolik anlam, kültürel dünyanın yorumlanmasında ve anlaşılmasında merkezi bir rol oynar.

Sağlıksız Uyumlu Özellikler (Maladaptive Traits): Sağlıksız uyumlu özellikler, bir bireyin veya toplumun çevreye uyum sağlama yeteneğini engelleyen veya zayıflatan kalıcı özelliklerdir. Bu özellikler, davranışsal, bilişsel veya sosyal olabilir ve bireyin fiziksel veya zihinsel sağlığına zarar verebilir. Metinde, bazı geleneksel inançların ve uygulamaların, toplulukların hayatta kalmasını zorlaştırdığı ve bu durumun 'maladaptasyon' olarak tanımlandığı belirtilmiştir. Örneğin, verimsiz ekonomik pratikler, zararlı sağlık inançları, ya da aşırı şiddet maladaptif özelliklere örnek olarak gösterilebilir. Sağlıksız uyumlu özellikler, bireylerin ve toplumların refahını olumsuz etkiler.

Özveri (Self-Sacrifice): Özveri, bir kişinin başkalarının yararı için kendi çıkarlarından vazgeçmesi veya kendisini feda etmesidir. Özveri, toplumsal dayanışmayı ve işbirliğini artırabilirken, bazı durumlarda bireylerin kendi refahını tehlikeye atmasına neden olabilir. Metinde, özverinin bazen kültürel normlar ve değerler tarafından teşvik edildiği belirtilmiştir. Örneğin, sati ritüelinde kadınların kendilerini feda etmeleri veya savaşlarda askerlerin kendilerini feda etmesi gibi durumlar özveriye örnek olarak gösterilebilir. Özveri, sosyal davranışın ve ahlaki değerlerin önemli bir yönüdür, ancak her zaman adaptif olmayabilir.

Bilişsel ve Davranışsal Eğilimler (Cognitive and Behavioral Tendencies): Bilişsel ve davranışsal eğilimler, insanların düşünme, algılama, karar verme ve davranma biçimlerindeki genel eğilimlerdir. Bu eğilimler, genetik, kültürel ve çevresel faktörlerin etkisiyle şekillenir. Metinde, insanların risk değerlendirme konusunda zayıf olduğu, mantıksız inançlara sahip olabileceği ve geleneksel uygulamalara bağlı kalmaya eğilimli olduğu belirtilmiştir. Bu eğilimler, bazen maladaptif davranışlara ve hatalı kararlara yol açabilir. Bilişsel ve davranışsal eğilimler, insan davranışının anlaşılmasında ve adaptasyon süreçlerinin analizinde önemli bir rol oynar.

Sosyal Yaşam (Social Living): Sosyal yaşam, insanların diğer insanlarla etkileşim halinde yaşadığı, gruplar ve topluluklar oluşturduğu bir varoluş biçimidir. Sosyal yaşam, işbirliği, rekabet, iletişim, paylaşım ve dayanışma gibi çeşitli etkileşimleri içerir. Metinde, sosyal yaşamın insanların ihtiyaçlarını karşılamada, güvenliklerini sağlamada ve kültürel aktarımda önemli bir rol oynadığı belirtilmiştir. Ancak, sosyal yaşamın bazen eşitsizliklere, çatışmalara ve hatta şiddete yol açabileceği de vurgulanmıştır. Sosyal yaşam, insan toplumlarının temelini oluşturur ve insan davranışını anlamak için merkezi bir öneme sahiptir.

Sayfa 61:

“Humans have not devoted themselves exclusively or consistently to solving the problems they face; instead, while populations sometimes seek solutions to pressing problems or to better meeting their collective needs, they also create problems by engaging in behaviors that appear to be rooted in their biological predispositions. Their psychobiological inheritance-their evolved "nature"-includes far more than the predispositions selected for during the relatively brief period of time since humans have become fully cultural creatures. A part of our genetic inheritance was established much earlier than that, and at times it makes us unruly, difficult, and self-serving-the beast within us, as some have said. Whether one looks to Freud, Norman 0. Brown, Donald T. Campbell, or some other scholar who has attempted to illuminate the conflicts that humans bring upon themselves, the perduring message is the same: if humans are to succeed in adapting to one another and to the environments in which they live, they must devise social and cultural mechanisms to control certain aspects of their biological nature. It is self-evident that no population has yet done so with complete success.”

“İnsanlar kendilerini münhasıran veya sürekli olarak karşılaştıkları sorunları çözmeye adamış değillerdir; bunun yerine, popülasyonlar bazen acil sorunlara çözüm ararken veya kolektif ihtiyaçlarını daha iyi karşılarken, biyolojik yatkınlıklarından kaynaklanıyor gibi görünen davranışlarda bulunarak da sorun yaratırlar. Psikobiyolojik mirasları - evrimleşmiş “doğaları” - insanların tamamen kültürel yaratıklar haline gelmesinden bu yana geçen nispeten kısa süre zarfında seçilen yatkınlıklardan çok daha fazlasını içerir. Genetik mirasımızın bir kısmı çok daha önce şekillenmiştir ve bazen bizi asi, zor ve bencil hale getirir - bazıların dediği gibi içimizdeki canavarı ortaya çıkarır. İster Freud'a, ister Norman O. Brown'a, ister Donald T. Campbell'a ya da insanların kendi içlerinde yaşadıkları çatışmaları aydınlatmaya çalışan başka bir bilim insanına bakılsın, kalıcı mesaj aynıdır: eğer insanlar birbirlerine ve yaşadıkları çevreye uyum sağlamayı başaracaklarsa, biyolojik doğalarının bazı yönlerini kontrol etmek için sosyal ve kültürel mekanizmalar geliştirmelidirler. Henüz hiçbir popülasyonun bunu tam bir başarıyla yapamadığı aşikârdır.”

Edgerton sorun çözme ile ilgili olarak konunun iki yönünü ele almış. İnsanların sadece karşılaştıkları sorunları çözmeye odaklanmadıkları, aynı zamanda biyolojik yatkınlıklarından kaynaklanan davranışlarla yeni sorunlar da yarattıkları anlatmış. Buradaki yatkınlık ifadesi üstünde kısaca durmak istiyorum. Kullandığı kelime “disposition”, sözlüğe bakınca ilk anlamı “yatkınlık”, ikinci anlamı “eğilim” ve sona “meyil”. Yatkınlık kelimesi türkçede sık kullanılan bir kelime ve sanki burada esas kastedileni aktarmak için yeterli değilmiş gibi hissediyorum. “Disposition” kelimesinin etimolojisini incelediğimde şunu gördüm:  “İngilizcede, disposition kelimesi, günümüzde bir kişinin doğal ruh halini, eğilimlerini, mizaç özelliklerini ya da belirli bir şeye yönelik eğilimini ifade etmek için kullanılmaktadır.” Sanki biyolojik yakınlık yerine biyolojik melekeler dense daha mı iyi olur bilemiyorum. Ama çok da önemli değil. 

Alıntıya dönersek, Freud okumalarımdan aklımda kalan içimizdeki hayvandan kurtulduğumuz için bugünkü uygarlığımıza ulaşabildik.

Sonraki paragrafta insan davranışlarının arkasında gen mi var kültür mü var tartışması yapıldığını görüyoruz. Benim hiç sevmediğim bir antropolog olan  Clifford Geertz‘in insan davranışlarında sadece kültürün etkili olduğu görüşünü aktarmış. Daha sonra bu görüşe katılmayan başka bilim insanlarının görüşlerini görüyoruz. 

Sayfa 62:

“How people think and behave is a product of their genetic predispositions acting under the influence of various environmental factors that include but are not limited to their culture. These scholars also assume that the Pleistocene environment-including human culture-in which humans evolved was sufficiently homogeneous that" various small bands of people evolved virtually identical genotypes.”

“İnsanların nasıl düşündüğü ve davrandığı, kültürlerini de içeren ancak bunlarla sınırlı olmayan çeşitli çevresel faktörlerin etkisi altında hareket eden genetik yatkınlıklarının bir ürünüdür. Bu akademisyenler ayrıca, insan kültürü de dahil olmak üzere, insanların evrimleştiği Pleistosen ortamının, “çeşitli küçük insan gruplarının neredeyse aynı genotipleri geliştirmesine yetecek kadar homojen olduğunu” varsaymaktadır.”

Ve sonuç olarak Edgerton tüm bu tartışmaya noktayı koyuyor. Yani insan ne sadece genden oluşur ne de sadece kültürden.

Sayfa 63:

Exactly what that Pleistocene environment was like is a matter for speculation. Based on what is known about the early hominids, it is likely that men and women had to learn to cooperate in hunting and gathering and, indeed, that they developed a division of labor. They must have been nomadic, at least most of the time. They probably felt close ties for family members, and practiced considerable sharing and mutual aid. Some evolutionary biologists believe that what mattered most during the Pleistocene and what has given all modern humans the same psychobiology was their need to understand and manipulate other people. Some of the demands of social living must have called for affection, companionship, even skills at entertainment, but others would have involved more onerous demands for sharing, assistance, or self-sacrifice, and at times the demands must have called for effective displays of hostility, intimidation, deception, and aggression. There have been many ingenious speculations about what Pleistocene life must have been like for modern humans to have evolved as we did, but these are largely unverifiable because the archeological record has not yet told us enough about the selective forces that shaped us and we cannot infer that any contemporary hunter-gatherer societies have retained that Pleistocene way of life.”

“Pleistosen ortamının tam olarak nasıl olduğu spekülasyon konusudur. İlk hominidler hakkında bilinenlere dayanarak, erkeklerin ve kadınların avcılık ve toplayıcılıkta işbirliği yapmayı öğrenmek zorunda kaldıkları ve gerçekten de bir iş bölümü geliştirdikleri muhtemeldir. En azından çoğu zaman göçebe yaşamış olmalılar. Muhtemelen aile üyeleri için yakın bağlar hissettiler ve önemli ölçüde paylaşım ve karşılıklı yardımlaşma uyguladılar. Bazı evrimsel biyologlar, Pleistosen döneminde en önemli olan ve tüm modern insanlara aynı psikobiyolojiyi veren şeyin, diğer insanları anlama ve manipüle etme ihtiyaçları olduğuna inanmaktadır. Sosyal yaşamın bazı talepleri şefkat, arkadaşlık ve hatta eğlence becerileri gerektirmiş olmalı, ancak diğerleri paylaşım, yardım veya fedakarlık için daha zahmetli talepler içeriyor olmalı ve zaman zaman talepler etkili düşmanlık, gözdağı, aldatma ve saldırganlık gösterileri gerektirmiş olmalı. Modern insanın bizim gibi evrimleşmesi için Pleistosen yaşamının nasıl olması gerektiğine dair pek çok dahiyane spekülasyon yapılmıştır, ancak bunlar büyük ölçüde doğrulanamaz çünkü arkeolojik kayıtlar bizi şekillendiren seçici güçler hakkında henüz yeterince bilgi vermemiştir ve herhangi bir çağdaş avcı-toplayıcı toplumun Pleistosen yaşam tarzını koruduğu sonucunu çıkaramayız.”

İnsan hakkında, sosyoloji hakkında, neden böyleyiz sorusu hakkında düşünen herkesin insanın yaşadığı bu dönemi anlamaya çalışması gerek diye düşünüyorum. Bugün sahip olduğumuz iyi yada kötü dediğimiz her şeyin kökeni bu döneme dayanıyor. Bizi biz yapan her neyse bu dönemde edindik. Ben konuya bu şekilde bakıyorum. Bu yüzden bugün neredeyse tüm dünyada yaygın olan ataerkilliğin, tüm dünyada  görülen eşitsizliklerin de kökenini bu dönemde aramalıyız diye düşünüyorum. Yukarıda Edgerton özet olarak şöyle bir değinip geçmiş ama bence bu dönemi anlamadan bugünü de anlayamayacağız.

Bizim kültürü, bir şekilde kültürün de bizi oluşturduğunu biliyoruz. Fakat bu durumu çok iyi algılamamız gerekiyor. Bugün her ne yaşıyorsak sebebi geçmişte saklı. Yani sahip olduğumuz her şey sebepsiz yere değil. Arkasında bizi biz yapan bir geçmiş var. O geçmişte yaklaşık 2 milyon yıl süren adına Pleistosen dediğimiz bu dönem. Bu dönemin 12 bin yıl önce bittiğini söylüyorlar. 2500 bin yıl önce başlamış ve daha dün bitmiş bir dönem. 2500/12 yani tarımı ve evcilleştirmeyi bulduğumuz ve bugünkü toplum yapımızın temelini oluşturan  sürenin 208 katı kadar bir süreden bahsediyoruz. Bu dönemin adı buz devri. 2,5 milyon yıl süren bir dönem. Ve bu süre içinde karşılaştığımız sorunlara çözümler üretecek şekilde geliştik. Bugün sahip olduğumuz çözüm üretme yeteneklerimizin arkasında bu dönemde edindiğimiz özellikler var. Bugün bu özelliklerin bazılarının zararını da görüyoruz. Tamam hayatta kalmak için bir çok şey edindik ama bu edinimlerin bazıları aslında pek de günümüz şartlarına uygun değil. Edgerton da tam olarak bu geçmişte bir şekilde işe yaramış ama bugün de çok da uyumlu olmayan bu özelliklerimiz üstünde duruyor.

Bu kısa aradan sonra kitaba devam edeyim.

Edgerton bu dönemde edindiğim özellik ve yeteneklerle ilgili farklı bakış açıları sunuyor. Pleistosen döneminde evrimleşmiş genetik ve davranışsal özelliklerin, modern çevre ve koşullarda nasıl farklı sonuçlar doğurabileceğine dair analizde bulunuyor. Geçmişte adaptif olan bugün Maladaptif olabilen şeylere örnek veriyor. Pleistosen avcı-toplayıcılarının yaşadıkları çevreye tamamen mükemmel şekilde uyum sağladıkları varsayımını sorguluyor.  Pleistosen döneminde seçilen fiziksel dayanıklılık veya güç gibi arzu edilen özelliklerin, genetik olarak düşük zekâ gibi istenmeyen özelliklerle bağlantılı olabileceği belirtiliyor. Burada kullandığı “Pleiotropi” terimini daha önce duymamıştım.

Sayfa 64:

“And finally, many hominid predispositions, such as selfishness or competition for mates, that can make social living problematic appear to have survived largely unmodified despite centuries of Pleistocene evolution.”

“Ve son olarak, sosyal yaşamı sorunlu hale getirebilecek bencillik veya eşler için rekabet gibi birçok hominid eğilimi, yüzyıllar süren Pleistosen evrimine rağmen büyük ölçüde değişmeden hayatta kalmış gibi görünüyor.”

Bu önemli bir tespit. Sadece bencillik ve rekabet değil bugün ahlaken kötü, yanlış olarak algıladığımız her şey için bu söylenebilir? Bugün hoşumuza gitmeyen ve insana yakıştıramadığımız her şeyin kökeninde hayatta kalma ve üreme çabamız var. İster dinler aracılığı ile olsun ister hukuk yada normlar farketmez doğamızda bulunan ve grup haline yaşamımızı engelleyen herşeye ket vurmaya çalışmışız. Cinayet, iftira, hırsızlık, zina vb ahlaken yanlış bulduğumuz her şey aslında ister kabul edeli ister etmeyelim 2500 bin yıllık geçmişimizde saklı.

Edgerton kültür ve genetik yapının insan davranışlarını etkilemesi konusu ile ilgili görüşünü kati bir şekilde sadece kültür tarafından insanın şekillendiği görüşüne karşı çıkarak gösteriyor.

Sayfa 64-65:

“In spite of the power of culture, no society yet discovered has succeeded completely in making all its members want to do all the things they have to do for the society to prosper-to share, for example, to avoid envy or to speak no evil of others. But most societies have nevertheless managed to do well enough in the process of socializing themselves and their young to create populations with culturally constituted needs that can become as powerful as they are, independent of genetic predispositions. Conceptions of trust, beauty, valor, honor, prestige, decency, achievement, and the like are the stuff of human existence. Often these conceptions fit well with the needs of a people to cope with their environment, and when they do, successful adaptation can be greatly enhanced. But these conceptions, often thought of by those who embrace them as the defining characteristics of everything that is desirable and proper, can become so deeply embedded, so overdetermined by an onslaught of symbols, rituals, and everyday reinforcements, that they are difficult to change when change becomes necessary.”

“Kültürün gücüne rağmen, henüz keşfedilen hiçbir toplum, tüm üyelerinin toplumun refahı için yapmaları gereken her şeyi yapmalarını -örneğin paylaşmak, kıskançlıktan kaçınmak ya da başkaları hakkında kötü konuşmamak- sağlamayı tamamen başaramamıştır. Ancak yine de çoğu toplum, kendilerini ve gençlerini sosyalleştirme sürecinde yeterince başarılı olmuş ve genetik yatkınlıklardan bağımsız olarak kültürel olarak oluşturulmuş ihtiyaçlara sahip nüfuslar yaratmayı başarmıştır. Güven, güzellik, yiğitlik, onur, prestij, edep, başarı ve benzeri kavramlar insan varoluşunun temelini oluşturur. Çoğu zaman bu kavramlar, insanların çevreleriyle başa çıkma ihtiyaçlarıyla uyumludur ve uyumlu olduklarında, başarılı adaptasyon büyük ölçüde geliştirilebilir. Ancak, genellikle onları benimseyenler tarafından arzu edilen ve doğru olan her şeyin tanımlayıcı özellikleri olarak düşünülen bu kavramlar, semboller, ritüeller ve günlük pekiştireçlerin saldırısıyla öylesine derine gömülü, öylesine aşırı belirlenmiş hale gelebilir ki, değişim gerekli olduğunda değiştirilmeleri zordur.”

Biyolojik Yatkınlıklar alt başlığının son paragrafı 3 maladaptasyon örneği ile son buluyor. Kültürel olarak şekillendirilmiş ihtiyaçların nasıl sağlıksız uyumlara (maladaptasyonlara) yol açabileceği hakkında bize ayıktırıyor. Bazı kültürel değerlerin başlangıçta olumlu veya uyumlu görünebileceği, ancak belirli koşullarda zararlı hale gelebileceğini görüyoruz. 

Edgerton, Zenginlik biriktirme değeri, Bir yere olan derin sevgi ve Bireycilik gibi normalde pozitif alışkanlıklar yada tutumların nasıl potansiyel olarak maladaptif olabileceğini tartışıyor.

Bu başlıkta böylece bitmiş oldu. Sonraki alt başlık İnsan Doğası hakkında. Bu yazı oldukça kısa oldu ama iyi de oldu. Diğer türlü çok yorucu oluyor. Elimden geldiği kadar Edgerton’ın dediklerini atlamadan aktarmak istiyorum. Çok kapsamlı bir değerlendirme yazısı olsun istiyorum. Sadece kitabın özetini vermektense biraz da okuduklarımın bende ne etki bıraktığını da aktarmak istiyorum. Bazen bir konu hakkında eğer bilgi vermem gerektiğini hissediyorsam internetten araştırıp eklemeye çalışıyorum. Bu sebeple bir sözlük yaratma ihtiyacı hissettim. Kitap içinde geçen kavram, ifade ve terimleri en başta açıklıyorum ki bu bölümü okuyanlar ne ile karşılaşacaklarını görebilsinler.

Bir de son 4-5 yazıdır yapay zekaya görsel oluşturmayı keşfettim. Çok hoşuma gitti. Böylece yazdığım yazı ile ilgili görsel arama zahmetinden kurtulmuş oldum. Ve yazının içeriğini prompt olarak girince karşıma çıkacak olan görseli büyük bir merakla bekliyorum. Harika bir şey.






Comments


bottom of page