top of page
Okunduğu Gibi

Geleneksel Toplumların Maladaptif Uygulamaları: Kültürel Görecelik Üzerine Edgerton’ın Analizi"

Güncelleme tarihi: 4 gün önce

İkinci Yazı

Hasta Toplum Kitabı

1. Bölüm

Kayıp Cennet -  İlkel Uyum Miti

Kitabın ilk paragrafını alarak başlıyorum.

Sayfa 1:

All societies are sick, but some are sicker than others. This paraphrase of Orwell's famous quip about the equality of animals calls attention to the existence of traditional beliefs and practices that threaten human health and happiness more in some societies than in others. But it also indicates that there are some customs and social institutions in all societies that compromise human well-being. Even populations that appear to be well-adapted to their environments maintain some beliefs or practices that unnecessarily imperil their well-being or, in some instances, their survival. Populations the world over have not been well served by some of their beliefs such as, for example, those concerning witchcraft, the need for revenge, or male supremacy, and many of their traditional practices involving nutrition, health care, and the treatment of children have been harmful as well. Slavery, infanticide, human sacrifice, torture, female genital mutilation, rape, homicide, feuding, suicide, and environmental pollution have sometimes been needlessly harmful to some or all members of a society and under some circumstances they can threaten social survival.

“Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları diğerlerinden daha hastadır. Orwell'in hayvanların eşitliği hakkındaki ünlü esprisinin bu yorumu, bazı toplumlarda insan sağlığını ve mutluluğunu diğerlerinden daha fazla tehdit eden geleneksel inanç ve uygulamaların varlığına dikkat çekmektedir. Ancak aynı zamanda tüm toplumlarda insan refahını tehlikeye atan bazı gelenekler ve sosyal kurumlar olduğunu da göstermektedir. Çevrelerine iyi adapte olmuş görünen toplumlar bile, refahlarını ve bazı durumlarda hayatta kalmalarını gereksiz yere tehlikeye atan bazı inanç ve uygulamaları sürdürmektedir. Dünyanın dört bir yanındaki halklar, örneğin büyücülük, intikam ihtiyacı ya da erkek üstünlüğü gibi bazı inançlarından iyi bir şekilde fayda görmemiştir ve beslenme, sağlık hizmetleri ve çocuklara yönelik muamelelerle ilgili geleneksel uygulamalarının çoğu da zararlı olmuştur. Kölelik, bebek öldürme, insan kurban etme, işkence, kadın sünneti, tecavüz, cinayet, kan davası, intihar ve çevre kirliliği bazen bir toplumun bazı üyeleri ya da tamamı için gereksiz yere zararlı olmuş ve bazı durumlarda toplumsal hayatta kalmayı tehdit edebilmiştir.”

Edgerton daha kitabın ilk cümlesiyle beni o kadar derinden yakalıyor ki anlatamam. Kitabı henüz sosyal bilimlere bu kadar ilgili değilken aldığımda bu tespit beni çok etkilemişti. Henüz daha toplum nedir, gelenek nedir, toplumsal kurum nedir bilmiyordum. Sadece genel kültür seviyesinde bazı fikirlerim vardı ama konuyu bilimsel bir bakışla değerlendirecek kadar hakim değildim. Az sonra ele alacağımız kültürel görecelik konusunu ise belki hiç duymamıştım. Şu anda bu konu hakkında sağlam fikirlerim var ama o zamanlar bilmiyordum. Kitabın beni zorlamasının da sebebi buydu. 

Aradan geçen zamanda kültürel görecelik beni çok meşgul eden bir konu haline geldi. Evrensel insan özellikleri de yine bu bağlamda benim üstüne kitaplar okuduğum bir meseleye dönüştü. Evrimsel psikolojinin sosyal bilimlerin kurtarıcısı olacağını düşünmeye başladım. Tüm bunlar ayrı ayrı yazı konuları. Şimdi çok fazla dağılmadan kitaba dönüyorum ve kitap hakkında yazmaya başlıyorum.

Bir şeyi farkettim. Benim durumumda olanlar için mini bir sözlük yapmam gerek. Çünkü bu kitap eğer konudan uzak bir kişiyseniz alt yapı gerektiren bir içeriğe sahip. Bu yüzden bu bölümde geçen bazı kavram, ifade ve terimleri kısaca tanımlamak gerekiyor diye düşünüyorum. En azından metinde geçen bazı sosyolojik, antropolojik, sosyal bilimlere ait bilgileri önceden bilmekte fayda var.

Birinci Bölümde Geçen Önemli kavramlar: Kültürel Görecelik (Cultural Relativism): Kültürel görecelik, her kültürün kendi değerleri, inançları ve uygulamaları bağlamında anlaşılması gerektiğini savunan bir antropoloji ilkesidir. Bu ilke, bir kültürün uygulamalarının diğer kültürlerin standartlarına göre yargılanmaması gerektiğini, çünkü her kültürün kendine özgü bir anlam sistemi olduğunu ileri sürer. Kültürel görecelilik, antropoloji alanında yaygın bir kabul görmüş olsa da, bazı antropologlar tarafından eleştirilmiştir; çünkü bazı uygulamaların evrensel ahlaki standartlara göre değerlendirilmesi gerektiğini savunurlar. Bu ilkeye göre, bir kültürün içindeki uygulamalar, sadece o kültürün kendi içindeki değerleri üzerinden anlaşılabilir.

İlkel Uyum Miti: İlkel uyum miti, küçük ölçekli geleneksel toplumların, modern toplumlara kıyasla daha uyumlu ve mutlu yaşadığına dair romantik bir inançtır. Bu mit, özellikle Jean-Jacques Rousseau'nun "Asil Vahşi" kavramı ile Batı düşüncesinde derin kökler salmıştır. Ancak antropolojik araştırmalar, bu mitin gerçeği yansıtmadığını göstermiştir; çünkü birçok geleneksel toplumda da sosyal çatışmalar, şiddet ve maladaptif uygulamalar bulunmaktadır. Bu mit, modern toplumların sorunlarına bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, küçük toplumların kendi içindeki karmaşıklığı ve sorunlarını göz ardı eder.

Kadın Sünneti: Kadın sünneti (FGM), bazı kültürlerde uygulanan ve kadınların genital organlarının kesilmesi veya zarar görmesiyle sonuçlanan bir uygulamadır. Bu uygulama, genellikle kültürel veya dini gerekçelerle savunulsa da, sağlık sorunlarına yol açmakta ve kadınların yaşamları üzerinde olumsuz etkileri bulunmaktadır. Metinde, bu uygulamanın, tıpkı "sati" gibi bazı toplumlarda kadınlar tarafından desteklendiği belirtilmekte. Kadın sünneti, birçok uluslararası kuruluş tarafından insan hakları ihlali olarak kabul edilmekte ve yasaklanmaya çalışılmaktadır. Bu uygulama, kültürel göreceliliğin sınırlarını tartışmaya açan önemli bir örnektir.

Kültürel Bağların Çözülmesi: Kültürel bağların çözülmesi, bir toplumun geleneksel yapısının ve değerlerinin zayıflaması veya kaybolması durumunu ifade eder. Bu durum, genellikle dış müdahaleler, ekonomik değişimler, savaşlar, hastalıklar ya da kültürel temas gibi faktörler sonucunda ortaya çıkar. Metinde, bu duruma örnek olarak, Avrupa'nın sömürgecilik faaliyetleri sonucunda birçok küçük toplumun kendi kültürlerini kaybetmesi, sosyal örgütlenmelerinin bozulması ve anlam dünyalarının önemsizleşmesi gösterilmektedir. Kültürel bağların çözülmesi, toplumların kimliklerini kaybetmelerine, sosyal uyumsuzluğa ve çeşitli sorunlara yol açabilir.

Primitivizm (Primitivism): Primitivizm, modern Batı toplumlarının karmaşıklığına ve sorunlarına tepki olarak, daha basit ve geleneksel yaşam tarzlarına duyulan bir özlemi ifade eder. Bu düşünce, "ilkel" olarak görülen toplumların daha doğal, daha mutlu ve daha uyumlu olduğuna inanır. Ancak metin, bu düşüncenin romantik bir yanılgı olduğunu ve bu toplumların kendi içlerinde de birçok zorluk ve çelişki barındırdığını vurgular. Primitivizm, modern toplumların sorunlarını çözmek için geçmişe bakmanın faydalı bir yolunu sunsa da, "ilkel" olarak adlandırılan toplumların karmaşıklıklarını ve çeşitliliklerini görmezden gelir.

Asil Vahşi (Noble Savage): Asil vahşi kavramı, Jean-Jacques Rousseau'nun felsefesinde ortaya çıkan ve "ilkel" toplumların medeniyetin yozlaştırıcı etkilerinden uzak, doğayla uyumlu, ahlaki ve masum oldukları fikrine dayanır. Bu romantik görüşe göre, "asil vahşiler", doğal hallerinde daha mutlu ve erdemlidir. Ancak, kaynaklar bu idealize edilmiş görüşün, antropolojik gerçeklerle uyuşmadığını vurgular. Asil vahşi miti, modern toplumun sorunlarına bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, ilkel toplumların kendi içindeki karmaşıklıkları, sorunları ve çatışmaları göz ardı eder.

Toplumsal Patoloji (Social Pathology): Toplumsal patoloji, bir toplumun işleyişinde ortaya çıkan ve o toplumun üyelerinin refahını, uyumunu ve işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen sorunları ifade eder. Bu sorunlar arasında suç, şiddet, yoksulluk, hastalıklar, eşitsizlik, sosyal çatışma, alkol bağımlılığı ve akıl sağlığı sorunları sayılabilir. Metinde, modern toplumların bu tür sorunlarla mücadele ettiği ve bu sorunların toplumsal bağların zayıflaması ve kültürel uyumsuzluklar ile ilişkili olduğu vurgulanır. Ancak, metin ayrıca geleneksel toplumlarda da benzer patolojilerin görülebildiğini belirtir.

Halk Topluluğu (Folk Community): Halk topluluğu, küçük ölçekli, geleneksel, homojen ve kırsal toplulukları tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Bu tür topluluklar genellikle, yoğun sosyal bağlara, ortak değerlere ve geleneklere, güçlü bir topluluk duygusuna sahip olarak tanımlanır. Metinde, bu tür toplulukların genellikle çevreleriyle uyumlu bir yaşam sürdükleri ve sosyal patolojiden uzak oldukları yönünde bir inanış vardır. Ancak kaynaklar, bu inanışın gerçek dışı olduğunu ve bu topluluklarda da sosyal çatışmalar, eşitsizlikler ve maladaptif davranışların görülebildiğini belirtir.

Kentsel Toplum (Urban Society): Kentsel toplum, büyük, kalabalık, heterojen ve genellikle karmaşık bir sosyal yapıya sahip olan şehirlerde yaşayan toplulukları ifade eder. Kentsel toplumlar, kırsal topluluklara göre daha fazla anonimlik, sosyal hareketlilik ve farklılaşma ile karakterizedir. Metin, kentsel toplumların sosyal patoloji, suç, şiddet, yabancılaşma ve topluluk kaybı gibi sorunlarla mücadele ettiğini belirtir. Ancak metin aynı zamanda, şehirlerin farklı alt kültürlere ve topluluklara ev sahipliği yaptığını ve topluluk duygusunun şehirlerde de var olabileceğini savunur.

Ekolojik Odaklı Etnograf (Ecologically oriented ethnographers): Ekolojik odaklı etnograf, bir toplumun inançlarını, uygulamalarını ve sosyal örgütlenmesini, o toplumun yaşadığı çevreyle olan ilişkisi bağlamında inceleyen antropologları ifade eder. Bu etnografik yaklaşım, toplumların çevresel koşullara nasıl uyum sağladığını, kaynakları nasıl kullandığını ve doğayla etkileşimlerinin sosyal ve kültürel yapılarını nasıl etkilediğini anlamaya odaklanır. Metinde, Walter Goldschmidt ve Klaus-Friedrich Koch gibi antropologların, bu yaklaşımla toplumların uyum ve uyumsuzluklarını inceledikleri örnekler verilmektedir. Ekolojik odaklı etnograf, toplumların çevreyle ilişkilerinin karmaşıklığını ve bu ilişkinin toplumun başarısında ve karşılaştığı sorunlarda nasıl bir rol oynadığını ortaya koymayı amaçlar.

Kültür Şoku (Culture Contact): Kültür şoku, farklı kültürlere sahip toplumların etkileşime girmesi sonucu ortaya çıkan bir durumu ifade eder. Bu etkileşim, bir toplumun inançlarını, değerlerini, uygulamalarını ve yaşam tarzını değiştirebilir veya bozabilir. Metinde, özellikle Avrupa'nın sömürgecilik faaliyetleri ve modernleşme süreçleri sonucunda birçok küçük toplumun kültür şokuna maruz kaldığı belirtilir. Bu tür etkileşimler, toplumların sosyal yapılarını, ekonomik sistemlerini ve anlam dünyalarını alt üst edebilir, hatta bazen toplumların yok olmasına bile yol açabilir. Kültür şoku, bir toplumun kendi kültürel kimliğini ve sürekliliğini koruma yeteneği üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir.

Etnografya (Ethnography): Etnografya, antropologların bir topluluğu veya kültürü derinlemesine anlamak için yürüttükleri saha çalışmasına dayalı bir araştırma yöntemidir. Etnograflar, gözlem, mülakat ve katılımcı gözlemi gibi yöntemler kullanarak, inceledikleri insanların yaşamlarını, inançlarını ve uygulamalarını kendi bakış açılarından anlamaya çalışırlar. Metinde belirtildiği gibi, etnografik kayıtlar bazen belirli inanç ve uygulamaların "uyumlu" olup olmadığı konusuna yeterince dikkat etmeyebilir. Bu nedenle, etnografik çalışmalar, bir toplumun kültürel pratiklerini değerlendirirken dikkatli olmayı gerektirir. Etnografya, kültürel çeşitliliğin ve farklı yaşam biçimlerinin anlaşılması için önemli bir araçtır.

Normatif Davranış (Normative Behavior): Normatif davranış, bir toplum içinde kabul gören ve beklenen davranış biçimlerini ifade eder. Toplumsal normlar, insanların nasıl davranması gerektiğini belirleyen kurallar, gelenekler ve değerlerdir.Metne göre, bu normlar kültürel olarak öğrenilir ve toplumun işleyişini düzenlemede önemli bir rol oynar. Normatif davranışlar, toplumun uyumunu, düzenini ve sürekliliğini sağlamaya yardımcı olur. Ancak, bazı normatif davranışların, özellikle katı veya maladaptif olanların, bireylerin veya toplumun refahını olumsuz etkileyebileceği de belirtilmektedir.

Urbanizasyon (Urbanization): Urbanizasyon, kırsal alanlardan kentsel alanlara doğru nüfusun artması ve şehirlerin büyümesi sürecini ifade eder. Bu süreç, modern toplumların önemli bir özelliği olup, ekonomik, sosyal ve kültürel değişikliklerle birlikte gelir. Metinde, urbanizasyonun hem olumlu hem de olumsuz sonuçları olduğu belirtilmektedir. Şehirler, ekonomik fırsatlar, eğitim ve sosyal çeşitlilik sunarken, aynı zamanda suç, yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal patoloji gibi sorunlara da yol açabilir. Metin, kentlerdeki toplulukların ve sosyal bağların zayıflamasının, bu sorunların ortaya çıkmasında etkili olabileceğini vurgular.

Toplumsal Uyum (Social Harmony): Toplumsal uyum, bir toplum içinde bireylerin ve grupların barış içinde, işbirliği yaparak ve çatışmadan bir arada yaşaması durumunu ifade eder. Metne göre, toplumsal uyum, ortak değerlere, kültürel normlara, adalet duygusuna ve sosyal eşitliğe dayanır. Toplumsal uyumun sağlanması, bir toplumun istikrarı, refahı ve sürekliliği için önemlidir. Ancak metinde, birçok toplumda toplumsal uyumun idealize edildiği, gerçekte ise çatışmaların, eşitsizliklerin ve uyumsuz davranışların yaygın olduğu belirtilir.

Toplumsal Çözülme (Social Disorganization): Toplumsal çözülme, bir toplumun sosyal yapısının, normlarının ve düzeninin zayıflaması veya parçalanması durumunu ifade eder. Bu durum, genellikle ani değişiklikler, dış müdahaleler, savaşlar, ekonomik krizler veya doğal afetler gibi faktörler sonucunda ortaya çıkar. Metinde, sömürgecilik sonrası birçok toplumun, kültürel bağlarının çözülmesi, toplumsal kurumlarının bozulması ve sosyal kontrol mekanizmalarının zayıflaması nedeniyle toplumsal çözülme yaşadığı örnekler verilmektedir. Toplumsal çözülme, suç oranlarının artmasına, sosyal patolojiye, yoksulluğa ve toplumun işlevsiz hale gelmesine yol açabilir.

Toplum Kaybı Teorisi (Community-Lost Theory): Toplum kaybı teorisi, modernleşme ve kentleşme süreçlerinin geleneksel toplulukların çözülmesine yol açtığını ve bu süreçte topluluk duygusunun, sosyal bağların ve dayanışmanın kaybolduğunu savunan bir görüştür. Bu teori, büyük şehirlerin anonimliği, yabancılaşmayı ve sosyal patolojiyi artırdığı, geleneksel "halk topluluklarındaki" (folk community) sıcak ve yakın ilişkilerin ortadan kalktığını ileri sürer. Ancak metinler, bu görüşün abartılı olduğunu ve şehirlerde de yeni topluluk biçimlerinin oluşabileceğini belirtir. Toplum kaybı teorisi, sosyologların ve antropologların toplum kavramını değerlendirmesinde önemli bir yere sahiptir.

Folk-Urban Tipoloji (Folk-Urban Typology): Folk-Urban tipolojisi, toplumları kırsal "halk" (folk) toplulukları ile kentsel "şehir" (urban) toplulukları olarak iki temel kategoriye ayıran bir sınıflandırma sistemidir. Bu tipoloji, halk topluluklarının küçük ölçekli, homojen, geleneksel, kırsal ve güçlü topluluk bağlarına sahip olduğunu varsayar. Kentsel topluluklar ise büyük ölçekli, heterojen, modern, kentleşmiş ve sosyal farklılaşmanın yüksek olduğu yerler olarak tanımlanır. Metinde, bu tipolojinin idealize edilmiş olduğu ve gerçek toplumların bu iki uç arasında bir yerlerde bulunduğu belirtilir. Bu tipoloji, toplumların karşılaştırmalı olarak incelenmesinde bir başlangıç noktası olarak kullanılır.

Toplum Tipleri (Types of Societies): Toplum tipleri, sosyal yapıları, ekonomik sistemleri, politik örgütlenmeleri ve kültürel özelliklerine göre sınıflandırılan farklı toplum biçimlerini ifade eder. Metinde, avcı-toplayıcı toplumlar, tarım toplumları, pastoral toplumlar, endüstriyel toplumlar gibi farklı toplum tiplerine değinilir. Bu toplum tipleri arasındaki farklılıklar, toplumsal eşitsizlik, iş bölümü, teknolojik gelişim, çevreye uyum ve sosyal karmaşıklık gibi açılardan incelenir. Metin, bazı toplum tiplerinin daha uyumlu olduğunu iddia eden romantik görüşlere karşı çıkarak, tüm toplum tiplerinin kendilerine özgü sorunları ve uyum zorlukları olduğunu vurgular.

Çevresel Sürdürülebilirlik (Environmental Sustainability): Çevresel sürdürülebilirlik, insan faaliyetlerinin doğal kaynakları tüketmeden ve çevreye zarar vermeden, uzun vadede devam ettirilebilmesi anlamına gelir. Metinde, bazı toplumların çevreleriyle uyumlu bir şekilde yaşamayı başardığı ve doğal kaynakları verimli kullandığı belirtilirken, bazılarının ise çevreyi tahrip ederek kendi varlıklarını tehlikeye attığı vurgulanır. Metne göre, çevresel sürdürülebilirlik, hem geleneksel hem de modern toplumlar için önemli bir zorluktur ve bu konuda her toplumun farklı başarı ve başarısızlık öyküleri vardır.

Geleneksel Toplum (Traditional Society): Geleneksel toplum, modernleşme öncesi, yerel, küçük ölçekli, genellikle kırsal ve kültürel olarak homojen toplumları tanımlamak için kullanılan bir terimdir.... Bu toplumlar, genellikle ortak değerlere, geleneklere ve sosyal normlara bağlı, akrabalık ilişkilerinin önemli olduğu ve teknolojik gelişmelerin sınırlı olduğu yerlerdir. Metinde, geleneksel toplumların idealize edildiği ve aslında sosyal eşitsizlik, çatışma ve maladaptif davranışların yaygın olduğu belirtilir. Ayrıca, bu toplumların değişen koşullara uyum sağlama konusunda zorluklar yaşayabileceği de vurgulanır.

Gözlemci Etkisi (Observer Effect): Gözlemci etkisi, bir araştırmacının veya gözlemcinin varlığının, gözlemlenen kişilerin davranışlarını veya tutumlarını etkilemesi durumudur. Bu etki, özellikle etnografik çalışmalarda önemli bir sorundur. Metne göre, antropologların bir toplumdaki davranışları veya inançları gözlemlerken, kendi varlıklarının toplum üyelerinin davranışlarını değiştirebileceğini unutmaması gerekir. Gözlemci etkisini en aza indirmek için, araştırmacılar uzun süre sahada kalmaya, katılımcı gözlemi yapmaya ve toplum üyeleriyle yakın ilişkiler kurmaya çalışırlar. Bu sayede, daha doğal ve gerçekçi veriler elde etmeye çabalarlar...


Geleneksel uygulamalar ile modern etik kaygılar arasındaki gerilim

İngilizce kitap sayfa 3:

“ If a small society is found that lacks harmony, many social scientists conclude that this condition must be the result of the disorganizing effects of culture contact, particularly urbanization. This idea, like cultural relativism, has been deeply embedded in Western thought for centuries, and it persists in scholarly thinking today.”

“ Eğer uyumdan yoksun küçük bir toplum bulunursa, birçok sosyal bilimci bu durumun kültür temasının, özellikle de kentleşmenin düzensizleştirici etkilerinin bir sonucu olduğu sonucuna varır. Bu fikir, kültürel görecelilik gibi, yüzyıllar boyunca Batı düşüncesine derinlemesine yerleşmiştir ve bugün de akademik düşüncede varlığını sürdürmektedir.”

Yani ilkel toplumlarda hastalıklı durumların olmayacağı gibi bir önyargı var. 

sayfa 3:

“In the twentieth century, the contrast between folk "community" and urban "society" became one of the most fundamental ideas in all of social science. The idea that large urban societies lost the harmonious sense of community that was thought to be characteristic of folk societies is widespread among social philosophers, political scientists, sociologists, psychiatrists, theologians, novelists, poets, and the educated public in general.”

“Yirminci yüzyılda, halk “topluluğu” ile kentsel “toplum” arasındaki karşıtlık, tüm sosyal bilimlerin en temel fikirlerinden biri haline geldi. Büyük kent toplumlarının, halk toplumlarının karakteristik özelliği olduğu düşünülen uyumlu topluluk duygusunu kaybettiği fikri sosyal filozoflar, siyaset bilimciler, sosyologlar, psikiyatristler, teologlar, romancılar, şairler ve genel olarak eğitimli halk arasında yaygındır.”

Bu tespit çok önemli. Tüm sosyoloji ders kitapları bu “community”, “society” ayrımı üzerine kurulu. Tönnies başta olmak üzere Hemen hemen tüm sosyoloji kurucuları bu ayrımı yapma ihtiyacı hissediyorlar ve küçük/büyük ayrımını bir şekilde yapıyorlar. Bu ayrımın yapılmasında sorun yok ama bu konuya önyargıyla yaklaştığımız görmemiz gerekiyor. Edgerton kitap boyunca bu tespitinin altını dolduran onlarca örnek verecek. Yeri geldikçe bu tespitleri paylaşacağımı düşünüyorum.

Edgerton bu bölümde halk topluluğu diye adlandırılan küçük topluluklar hakkındaki görüşlerimizin ağırlıklı olarak antroploglardan geldiğini bunların yanı sıra tüccarlar, misyonerlerin de bu topluklar hakkındaki fikirlerimizi oluşturduğunu söylüyor ve Rousseau'nun “asil vahşi” düşüncesi üzerinde özel olarak duruyor.

Antropologların inceledikleri toplumlarda gördükleri anormal şeyleri çoğunlukla rapor etmediklerini sadece bir kaçının bu konuları kaleme almaktan çekinmediğini söylüyor.

Sayfa 5:

“This may sometimes occur because anthropologists believe that the cruel, harmful, or ineffective practices they see in a folk society are the result of social disorganization brought about by colonialism, something that in fact has often taken place. And certain practices, all anthropologists know, are sometimes not reported because doing so would offend the people being described or discredit them in the eyes of others.”

“Bu durum bazen antropologların bir halk toplumunda gördükleri acımasız, zararlı ya da etkisiz uygulamaların sömürgeciliğin getirdiği toplumsal düzensizliğin sonucu olduğuna inanmalarından kaynaklanabilir ki aslında bu durum sıklıkla yaşanmıştır. Ve tüm antropologların bildiği gibi, bazı uygulamalar bazen rapor edilmez çünkü bunu yapmak anlatılan insanları rencide eder ya da başkalarının gözünde itibarsızlaştırır.”

Edgerton halk toplulukları ile ilgili gerçekci olmayan tespitlerde bulunan bazı antroploglardan örnekler veriyor. Bu antroploglardan bazıları şunlar: Margaret Mead, Jane Belo, Robert Redfield, Elizabeth Marshall Thomas - "The Harmless People", Colin M. Turnbull - "The Forest People". 

Bu antropologların aslında olanları olduğu gibi yansıtmadığını belirtiyor. Bazı başka çalışmalarda aşırı romantize edilmiş bu çalışmaların nasıl çürütüldüğünü gösteriyor. 

Sayfa 8: 

In addition to the personal idealism of such as Belo, Redfield, and Turnbull, there has been a benevolent conspiracy on the part of some anthropologists not to betray the trust of a people with whom they have lived and worked (and whom they have often come to like and respect) by writing about their least likable or reasonable practices. Indeed, there is a pervasive assumption among anthropologists that a population's long-standing beliefs and practices-their culture and their social institutions-must play a positive role in their lives or these beliefs and practices would not have persisted. Thus, it is widely thought and written that cannibalism, torture, infanticide, feuding, witchcraft, painful male initiations; female genital mutilation, ceremonial rape, headhunting, and other practices that may be abhorrent to many of us must serve some useful function in the societies in which they are traditional practices. Impressed by the wisdom of biological evolution in creating such adaptive miracles as feathers for flight or protective coloration, most scholars have assumed that cultural evolution too has been guided by a process of natural selection that has produced traditional beliefs and practices that meet peoples' needs.

As a result, when a society was encountered that seemed to lack a meaningful system of beliefs or effective institutions, it was usually assumed that the cause must lie in the baneful influence of other peoples-such as colonial officials, soldiers, missionaries, or traders who had almost always been on the scene before anthropologists were. When a society was encountered whose traditional beliefs and practices appeared to be meaningless or even harmful, the blame was often laid to external disruption. Thus, the conviction has persisted that before the social disorganization and cultural confusion brought about by foreign contact, the lives of traditional populations must have been, if not quite idyllic, then at least harmonious and meaningful.”

“Belo, Redfield ve Turnbull gibi isimlerin kişisel idealizmine ek olarak, bazı antropologların, birlikte yaşadıkları ve çalıştıkları (ve çoğu zaman sevip saydıkları) bir halkın en sevimsiz ya da makul uygulamaları hakkında yazarak onların güvenine ihanet etmemek gibi iyi niyetli bir komploları olmuştur. Gerçekten de antropologlar arasında, bir halkın uzun süredir devam eden inanç ve uygulamalarının -kültürleri ve sosyal kurumları- yaşamlarında olumlu bir rol oynaması gerektiği, aksi takdirde bu inanç ve uygulamaların devam etmeyeceği yönünde yaygın bir varsayım vardır. Bu nedenle yamyamlık, işkence, bebek öldürme, kan davası, büyücülük, acı veren erkekliğe kabul törenleri; kadın sünneti, törensel tecavüz, kelle avcılığı ve birçoğumuz için tiksindirici olabilecek diğer uygulamaların, geleneksel uygulamalar oldukları toplumlarda yararlı bir işleve hizmet etmeleri gerektiği yaygın olarak düşünülmekte ve yazılmaktadır. Biyolojik evrimin uçmak için tüyler ya da koruyucu renkler gibi adaptif mucizeler yaratmadaki bilgeliğinden etkilenen çoğu akademisyen, kültürel evrimin de insanların ihtiyaçlarını karşılayan geleneksel inançlar ve uygulamalar üreten bir doğal seçilim süreci tarafından yönlendirildiğini varsaymıştır.

Sonuç olarak, anlamlı bir inanç sisteminden ya da etkili kurumlardan yoksun görünen bir toplumla karşılaşıldığında, bunun nedeninin genellikle diğer halkların -örneğin sömürge yetkilileri, askerler, misyonerler ya da tüccarlar gibi neredeyse her zaman antropologlardan önce olay yerinde bulunanların- kötü etkisinde yattığı varsayılmıştır. Geleneksel inançları ve uygulamaları anlamsız ve hatta zararlı görünen bir toplumla karşılaşıldığında, suç genellikle dışsal bozulmaya atılırdı. Böylece, yabancı temasın getirdiği sosyal düzensizlik ve kültürel karmaşadan önce, geleneksel halkların yaşamlarının, tam anlamıyla pastoral olmasa da, en azından uyumlu ve anlamlı olması gerektiği inancı devam etmiştir.”

Bu alıntıda önemli gördüğüm yerleri koyu hale getirdim ve altını çizdim. Edgerton bir çok yerde olduğu gibi burada da kral çıplak diyor. Kültürel göreceliğe ilk duyduğumdan beri karşıyım. Özellikle postmodernler üzerinden bu konuyu ele alıyorum ve postmodernizme olan olumsuz görüşlerimden birisinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Bunu çok önemsiyorum. Çünkü doğru yada yanlış yoktur, her kültür kendi özellikleri ile haklıdır ve doğrudur vb gibi sözleri yanlış buluyorum. Nasıl geçmişte bir çok yanlış uygulama varsa bugün de vardır. Belki mutlak doğrudan bahsedemeyebiliriz ama insanlık bilincimiz geliştikçe bir şeylerin yanlış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Sayfa 9:

“It is very difficult to be precise about the frequency with which traits that may have been maladaptive occurred in these small societies because the existing corpus of ethnographic accounts so seldom addresses the possibility that some of the beliefs or practices of the people being described might be anything other than adaptive. If one were to select a substantial number of ethnographic monographs more or less at random, probably no more than a handful would contain an analysis of the maladaptive consequences of any particular belief or practice. On the contrary, if seemingly paradoxical, irrational, bizarre, inefficient, or dangerous beliefs or practices are described at all-and very often they are not-they are usually presumed to be adaptive and are treated as if they must serve some useful purpose. For example, even the most extreme forms of penile mutilation slashing open the urethra, scourging it with abrasive stalks of grass or other plants, mutilating the glans or infibulating it-have typically been analyzed in the ethnographic literature (but not the psychiatric) not as irrational, nonadaptive, or maladaptive practices but in terms of their positive social, cultural, or psychological consequences.14”

"Bu küçük toplumlarda maladaptif (sağlıksız uyumlu) olabilecek özelliklerin ne sıklıkla ortaya çıktığını kesin olarak belirlemek oldukça zordur; çünkü mevcut etnografik kayıtlar, betimlenen insanların bazı inanç veya uygulamalarının adaptif (uyumlu) olmaktan başka bir şey olabileceği olasılığına çok nadiren değinir. Etnografya monografilerinden rastgele geniş bir seçim yapılacak olsa, muhtemelen sadece birkaçı belirli bir inanç veya uygulamanın sağlıksız uyumlu sonuçlarına dair bir analiz içerirdi. Aksine, eğer çelişkili, mantıksız, garip, verimsiz ya da tehlikeli görünen inanç ve uygulamalar betimleniyorsa – ki çok sık bu tür özellikler hiç betimlenmez – bunların genellikle adaptif oldukları varsayılır ve sanki yararlı bir amaca hizmet etmek zorundaymış gibi ele alınır. Örneğin, üretranın (idrar yolunun) yarılması, aşındırıcı ot sapları veya diğer bitkilerle kazınması, glansın (penisin başının) sakatlanması veya sıkıca bağlanması gibi penisin en uç noktalara varan sakatlayıcı uygulamaları bile, etnografik literatürde (ama psikiyatrik literatürde değil) mantıksız, uyumlu olmayan veya sağlıksız uyumlu uygulamalar olarak değil, genellikle pozitif sosyal, kültürel ya da psikolojik sonuçları üzerinden analiz edilmiştir."

Bu alıntı bu kitaptaki en önemli kavram olan sağlıksız uyumlu (maladaptif) tespitinin ilk geçtiği yer. Ben sadece bu konu için değil genel olarak bir konunun doğru bir şekilde ele alınabilmesi için doğru bir yerden yola çıkmak gerektiğini düşünüyorum.  Eğer yanlış bir öncülle yola çıkarsak ulaşacağımız yer de doğru olamaz. Bu yüzden bir toplumda yaşanan bir olayın uyumlu mu, uyumsuz mu, sağlıksız uyumlu mu olduğunu tespit etmek çok önemli. Yaşanan şeyin adını doğru koymalıyız ki neyi, niye yaşadığımız doğru bir şekilde anlamlandırabilelim.

Sayfa 10:

"The cumulative impact of relativistic and adaptivist assumptions has led generations of ethnographers to believe that there simply must be a good social or cultural reason why a long-established belief or practice exists. If it has endured for any length of time, it must be adaptive, or so it has been assumed either implicitly or explicitly by most of the people who have written what we know about the lives of people in small, traditional societies."

"Görececi ve uyarlamacı varsayımların kümülatif etkisi, etnograf kuşaklarını, uzun süredir var olan bir inanç veya uygulamanın var olmasının iyi bir sosyal veya kültürel nedeni olması gerektiğine inanmaya yöneltmiştir. Eğer bir inanç ya da uygulama uzun süre varlığını sürdürdüyse, uyum sağlayıcı olmalıdır ya da küçük, geleneksel toplumlardaki insanların yaşamları hakkında bildiklerimizi kaleme alanların çoğu tarafından üstü kapalı ya da açık bir şekilde böyle varsayılmıştır."

Edgerton sağlıksız uyumlulukla ilgili birçok antropolojik yaklaşımın konuya değinmediğini dile getiriyor. Goldschmidt, Koch, Pangloss, Kluckhohn, Leighton, Pritchard, Gregor gibi iyi antropologların dahi ele aldıkları topluluklardaki sağlıksız uyumluluğu tespit etmediklerinden bahsediyor. Az önce saydığım antropologların çalışmalarından örnekler vererek söylemini aktarıyor. 

Sayfa 12:

"This issue is not of interest only to anthropologists-a tempest confined to an exotic, "primitive" teacup. The implications of the ethnographic record are important for anyone who has an interest in understanding why human societies, including our own, sometimes do not function as well as they might. It is true that some folk societies have been relatively harmonious, and some still are, but life in smaller and simpler societies has not been free of human discontent and suffering. In fact, some small populations have been unable to cope with the demands of their environments, and others have lived in apathy, conflict, fear, hunger, and despair. Nevertheless, the belief persists that small-scale societies are better adapted to their ecological circumstances than we are. The principal burden of this book is to show that some may be, but others decidedly are not."

"Bu mesele yalnızca antropologların ilgisini çeken, egzotik, 'ilkel' bir fincanın içine hapsolmuş bir fırtına değildir. Etnografik kayıtların sonuçları, bizimki de dahil olmak üzere insan toplumlarının neden bazen olabildiğince iyi işlemediğini anlamakla ilgilenen herkes için önemlidir. Bazı halk toplumlarının nispeten uyumlu olduğu doğrudur ve bazıları hala öyledir, ancak daha küçük ve daha basit toplumlarda yaşam, insan hoşnutsuzluğu ve acıdan arınmış değildir. Aslında, bazı küçük nüfuslar çevrelerinin talepleriyle baş edememiş, diğerleri ise ilgisizlik, çatışma, korku, açlık ve umutsuzluk içinde yaşamıştır. Yine de küçük ölçekli toplumların kendi ekolojik koşullarına bizden daha iyi uyum sağladıkları inancı devam etmektedir. Bu kitabın temel yükü, bazılarının öyle olabileceğini, ancak diğerlerinin kesinlikle öyle olmadığını göstermektir."

Eğer hayatta kalmışsa işe yaramıştır fikrinin yanlış olduğunu söylüyor Edgerton. Açıkçası benim de böyle bir önyargım vardı. En basitinden eğer bugün en iğrenç dediğimiz şey bile hala yaşamaya devam ediyorsa demek ki bir işe yarıyormuş demektir fikrine sahiptim. Ama bu kitap kazın ayağının öyle olmadığını gözümüze sokuyor. İlla ki bir sağlıklı bir şekilde işe yaramak zorunda değil. Bazen içinde yaşayan insan için huzursuz edici olsa da bazı kültürel alışkanlıklar devam edebiliyor. 

Sayfa 15:

"This book is not about the problems that these kinds of catastrophes produce. Instead, it addresses problems that populations might be said to bring on themselves by maintaining traditional beliefs and practices that are inefficient at coping with environmental demands or are harmful to people's health or well-being.

As much as humans in various societies, whether urban or folk, are capable of empathy, kindness, even love and as much as they can sometimes achieve astounding mastery of the challenges posed by their environments, they are also capable of maintaining beliefs, values, and social institutions that result in senseless cruelty, needless suffering, and monumental folly in their relations among themselves and with other societies and the physical environment in which they live. People are not always wise, and the societies and cultures they create are not ideal adaptive mechanisms, perfectly designed to provide for human needs. It is mistaken to maintain, as many scholars do, that if a population has held to a traditional belief or practice for many years, then it must play a useful role in their lives. Traditional beliefs and practices may be useful, may even serve as important adaptive mechanisms, but they may also be inefficient, harmful, and even deadly."

"Bu kitap, bu tür felaketlerin ürettiği sorunlarla ilgili değildir. Bunun yerine, çevresel taleplerle başa çıkmada yetersiz kalan ya da insanların sağlığı veya refahı için zararlı olan geleneksel inanç ve uygulamaları sürdürerek toplumların kendi başlarına getirdikleri söylenebilecek sorunları ele almaktadır.

İster kentli ister halktan olsun, çeşitli toplumlardaki insanlar empati, nezaket ve hatta sevgi yeteneğine sahip oldukları ve bazen çevrelerinin ortaya çıkardığı zorluklara karşı şaşırtıcı bir ustalık sergileyebildikleri kadar, kendi aralarında ve diğer toplumlarla ve içinde yaşadıkları fiziksel çevreyle ilişkilerinde anlamsız zulüm, gereksiz acı ve muazzam aptallıkla sonuçlanan inançları, değerleri ve sosyal kurumları da sürdürebilirler. İnsanlar her zaman bilge değildir ve yarattıkları toplumlar ve kültürler de insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere mükemmel bir şekilde tasarlanmış ideal uyum mekanizmaları değildir. Pek çok akademisyenin yaptığı gibi, bir toplum uzun yıllar boyunca geleneksel bir inanca ya da uygulamaya bağlı kalmışsa, bunun o toplumun yaşamında yararlı bir rol oynaması gerektiğini savunmak yanlıştır. Geleneksel inançlar ve uygulamalar faydalı olabilir, hatta önemli uyum mekanizmaları olarak hizmet edebilir, ancak aynı zamanda verimsiz, zararlı ve hatta ölümcül de olabilirler."

Bu bölüm bu tespitlerle bitiyor. İlkel toplumların modern toplumlardan daha uyumlu ve mutlu oldukları mitine kafa tutuyor. Bir şekilde toplumların refahını tehdit eden inanç ve uygulamalardan ediyor. Kültürel göreceliğin doğru olmadığından bahsediyor. 

Edgerton burada bahsetmemiş ama ben başka okumalarımdan bunun tarihsel sebebini biliyorum. Antropolojinin ilk dönemlerinde dile getirilen düşüncelerden dolayı pek de iyi olmayan bir itibarı var. İlk antropologların oldukça ırkçı denebilecek bir yaklaşımları vardı. Köleliğe yada “ilkel” toplumların geri kalmışlıklarına çok ırkçı bir bakışla yaklaşmışlardı. Sonraki nesillerde böyle kötü bir mirasa sahip olan antropologlar bu durumun üstünü örtebilmek için diğer kültürleri küçümsemek, aşağılamak yerine bu sefer tam tersini yaparken buldular kendilerini. Her kültür kendince haklıdır, doğrudur vb. demek durumunda hissettiler kendilerini. Bu tespitler bu kitaba ait değil ama eğer kültürel göreceliğe karşı çıkacaksak bu gerçeği de dile getirmek gerektiğini düşünüyorum.

Edgerton,  Rousseau'nun "Asil Vahşi" kavramı ve ilkel toplumların daha uyumlu olduğu fikri derinlemesine yerleşmiş olduğunu dile getiriyor. Ancak antropologların gözlemlerine dayanan kanıtlar, bu romantik görüşün doğru olmadığını gösteriyor. Sonuç olarak, bu bölümde küçük ve izole toplumların uyumlu olduğu fikrinin, idealize edilmiş bir bakış açısı olduğu, gerçekliğin ise daha karmaşık olduğu savunuluyor.

Edgerton bu bölümde, toplumların kültürel uygulamalarının uzun süre boyunca varlığını sürdürdüğü için faydalı veya uyumlu kabul edilmesi fikrinin yanlış olduğunu dile getiriyor. Bazı Antropologların, uygulamalar ne kadar rahatsız edici, şiddet dolu veya zararlı olursa olsun, bunların kültürel ya da sosyal bir işlevi olduğu varsaymalarını eleştiriyor. Eğer uzun süredir var olan uygulamalar, toplumların hayatta kalmasına yardımcı olmuşsa uyumludur görüşünün yanlış olduğunu aktarıyor. Yamyamlık, işkence, bebek öldürme, kan davası, büyücülük, acı veren erkekliğe kabul törenleri; kadın sünneti, törensel tecavüz, kelle avcılığı gibi konuların bile bir şekilde uyum sağlayıcı olduğunun söylenmemsini kültürel göreceli bir yaklaşımla onaylanmasının yanlış olduğunu savunuyor.

Elimden geldiğince bu bölümden anladıklarımı aktarmaya çalıştım. Önemli gördüğüm, altını çizdiğim yerleri yazıya geçirmek istedim. Okumak çok hızlı ve kolay olmuştu ama yazıya geçirmek çok zor oldu. 

Daha önce de yazmıştım. Kitabın çevirisinden hiç memnun değildim. Bu yüzden internetten bulduğum kitabın ingilizcesinden çeviri yaparak bu yazıyı yazdım ve alıntılarımı da ingilizce baskıdan faydalanarak yaptım.


Kadın Sünnetini Nasıl Savunabilirsin?
Kadın Sünnetini Nasıl Savunabilirsin?


Comments


bottom of page