Yirminci Yazı
Bölüm 6
Hoşnutsuzluktan İsyana 2. Kısım
Altıncı Bölümü yani Hoşnutsuzluktan İsyana Bölümünü kısımlara ayırmak gerektiğini yazmıştım. Önceki yazıda bu bölümün ilk 8 sayfasını görmüştük bu yazıda da ikinci 8 sayfayı göreceğiz.
Edgerton, küçük ve geleneksel topluluklarda bile kültürel pratiklerin eleştirildiğini ve bazen değiştirildiğini anlatıyor. Örneklerle, bireylerin veya grupların, toplumlarının bazı geleneklerini sorguladığını, hatta değiştirmeye çalıştığını gösteriyor. Papua Yeni Gine'deki ritüellerden, Hawaii tabu sisteminin çöküşüne, Skidi Pawnee'nin insan kurban etme uygulamalarına kadar farklı kültürlerden örnekler veriliyor. Bazı gelenekler liderler tarafından bile değiştirilemezken, bireysel veya toplumsal hoşnutsuzluk kültürel dönüşümleri tetikleyebiliyor. Ayrıca, kültürel uyumsuzluğun intihar, alkolizm veya isyan gibi sonuçlara yol açabileceği vurgulanıyor. Kültür, bireylerin duygusal ve psikolojik memnuniyetlerini etkileyen bir sistem olarak ele alınıyor.
Hoşnutsuzluktan İsyana bölümünde geçen önemli İfadeler 2:Geleneksel Topluluklar (Traditional communities): Genellikle küçük ölçekli, homojen ve kendi kendine yeten topluluklar olarak tanımlanırlar. Kültürleri ve dilleri, yaşamlarına anlam ve tutarlılık katar. Ancak, tüm geleneksel toplumların uyumlu ve mutlu olduğu miti doğru değildir. Bazıları dış etkilere karşı savunmasızdır ve değişimlere uyum sağlamakta zorlanır. Ritüel: Toplumsal yaşamın önemli bir parçasıdır. Belirli eylemler ve semboller aracılığıyla toplumsal değerleri ve inançları güçlendirir. Ancak, bazı ritüeller insanlara zarar verebilir. Örneğin, kadın sünneti gibi uygulamalar. Tabu Sistemi: Toplumlar tarafından belirlenen yasaklar ve sınırlamalar bütünüdür. Toplumsal düzeni ve ahlaki değerleri korumayı amaçlar. Ancak, bazı tabular aşırı korkuya ve strese yol açabilir, bu da psikolojik sağlık sorunlarına neden olabilir. Hoşnutsuzluk (Dissatisfaction/Discontent) : Bireylerin toplumlarının geleneklerinden veya kurumlarından memnun olmaması halidir. Bu, kültürel değişimin bir itici gücü olabilir. Hoşnutsuzluk, protesto, isyan veya göç gibi çeşitli tepkilere yol açabilir. Kültür yorgunluğu (Culture fatigue): Bireylerin kendi kültürlerinin baskıcı veya uyumsuz yönleri nedeniyle yaşadıkları tükenmişlik veya hoşnutsuzluk hissini ifade eder. Bu, özellikle geleneksel toplumların bireyleri modernleşme veya kültürel değişimle karşı karşıya kaldığında ortaya çıkabilir. Bireyler, geleneksel ritüeller, tabu sistemleri veya toplumsal beklentilerin, artık yaşamlarına anlam katmadığını veya hatta refahlarını tehdit ettiğini hissedebilirler. Bu durum, yabancılaşma, depresyon, isyan ve hatta kültürlerinden tamamen kopma gibi sonuçlara yol açabilir Yabancılaşma (alienation): Yabancılaşma, bireyin toplumdan, kültürel değerlerden, hatta kendi benliğinden kopuk ve yabancılaşmış hissetmesidir. Bu, anlamsızlık, güçsüzlük, normsuzluk ve sosyal izolasyon duyguları ile karakterizedir. Yabancılaşma, toplumsal değişim, kültürel çatışmalar veya bireysel ihtiyaçların karşılanmaması sonucu ortaya çıkabilir. Sonuçları arasında apati, alkolizm, intihar ve toplumsal isyan bulunabilir. Disfori (dysphoria): Disfori, genel bir mutsuzluk, huzursuzluk ve tatminsizlik halini ifade eder. Genellikle yoğun kaygı, üzüntü ve umutsuzluk duyguları eşlik eder. Disfori, biyolojik faktörlerden, psikolojik durumlardan veya toplumsal koşullardan kaynaklanabilir. Aşırı alkol veya uyuşturucu kullanımı, disfori ile başa çıkma mekanizması olarak kullanılabilir, ancak bu genellikle durumu daha da kötüleştirir. Kültürel Değişim/Dönüşüm (Cultural change/transformation) : Toplumların zaman içinde geçirdiği değerler, inançlar ve uygulamalardaki değişimlerdir. Dış etkiler (örneğin, sömürgecilik), teknolojik gelişmeler veya içsel hoşnutsuzluk nedeniyle ortaya çıkabilir. Değişim, bazı topluluklar için yıkıcı olabilirken, bazıları için de yeni fırsatlar yaratabilir. Maladaptasyon (Kültürel Uyumsuzluk) (Maladaptation/Cultural discord): Bir toplumun geleneklerinin veya inançlarının üyelerinin refahını tehlikeye atması durumudur. Maladaptasyon, sağlık sorunlarına, toplumsal çatışmalara ve hatta toplumun çöküşüne yol açabilir. Toplumsal Memnuniyet (Social satisfaction) : Bireylerin toplumlarında ve yaşamlarında genel olarak mutlu ve tatmin olmuş hissetmeleri halidir. Toplumsal memnuniyet, bir toplumun başarısının önemli bir göstergesidir. Ancak, tüm toplumlarda memnuniyet düzeyi farklılık gösterir. İnsan Kurban Etme (Human sacrifice) : Bazı toplumlarda dini veya ritüel amaçlarla insanları öldürme uygulamasıdır. Genellikle maladaptif bir uygulama olarak kabul edilir. Ancak, bazı durumlarda toplumsal kontrol veya dayanışmayı artırmak için kullanılmış olabilir. Antropolojik Örnekleme (Anthropological sampling): Antropologların farklı kültürleri incelemek için kullandıkları yöntemdir. Amaç, insan davranışları ve toplumsal yapıları hakkında genellemeler yapmak ve farklı kültürleri anlamaktır. Psikolojik ve Duygusal Tatmin (Psychological and emotional satisfaction): Bireylerin zihinsel ve duygusal olarak sağlıklı ve dengeli hissetmeleri halidir. Toplumsal memnuniyet, psikolojik ve duygusal tatminin önemli bir bileşenidir.18 Ancak, kültürel faktörler bu tatmini etkileyebilir. |
Bir önceki yazıdan kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kadınların ayaklarının küçük bırakılması uygulaması, kocası ölen kadının kocası ile birlikte yakılarak öldürülmesi gibi dışarıdan bakıldığında anlamanın güç olduğu uygulama ve inançları görmüştük. Oradan benzer kültürel uygulama ve inançlarla devam ediyoruz.
Edgerton, geleneksel toplumlarda bireylerin ve grupların, kültürlerinin bazı yönlerinden memnuniyetsizlik duyabildiklerini ve bu memnuniyetsizliklerin bazen değişim çabalarına yol açabileceğini vurguluyor. Papua Yeni Gine’nin Mae Enga kadınlarının erkeklerin sık sık savaşa girmesinden hoşnutsuzluğu okuyoruz. Ilahita Arapesh erkeklerinin oğullarını zorlayıcı ritüellere tabi tutmaktan duyduğu utancı görüyoruz hatta şöyle bir alıntı var:
“Bazen erkeklerin, eşleri açken güzel yemekler yedikleri için utandıkları ve suçluluk duydukları doğrudur.”
Bimin-Kuskusmin toplumunda yamyamlık uygulaması karşısında hissedilen korku ve tiksintiyi görüyoruz. Bu örnekler, geleneksel toplumların bireyleri arasında kültürel uygulamalara karşı hem duygusal hem de etik bir rahatsızlık yaşanabildiğini gösteriyor.
Havai'de 1819'da tabu sisteminin kaldırılması, güçlü bireylerin sosyal değişim yaratma potansiyeline işaret ediyor. Kadınların muz ve hindistan cevizi yemelerinin yasak olması durumundan bahsediyor. Havai aristokrasisinin liderlerinden Liholiho ve Hewahewa'nın yemekle ilgili tabu kurallarını ihlal etmesi, bu sistemin kaldırılmasına önayak olmuş. Antropolog Alfred Kroeber bu durumu “kültürel yorgunluk” olarak yorumlamış, ancak daha sonraki analizler, bu değişimde Batı etkisi de dahil olmak üzere sosyal, politik ve ekonomik faktörlerin önemli olduğunu ortaya koymuş. Benzer şekilde, Papua Yeni Gine'deki Kapauku toplumunda bir lider, kişisel çıkarı doğrultusunda ensest yasalarını değiştirmiş.
Ancak bazı durumlarda, güçlü bireylerin çabalarına rağmen gelenekler değiştirilemez. Skidi Pawnee toplumunda lider Knife Chief, insan kurban etme pratiğine karşı çıkmış ve oğlu bu konuda cesurca adımlar atmış. Ancak toplumun dini liderleri ve inanç sistemleri tarafından desteklenen bu uygulama devam etmiş. Bu örnek, güçlü bireylerin bile bazı yerleşik geleneklere karşı etkisiz kalabileceğini gösteriyor.
Sayfa 142:
“However, sometimes customs are so tenaciously defended that even people of power and influence can do nothing to change them. The Skidi Pawnee Indians of Nebraska (a tribe of perhaps 5,000 people), like their Caddoan-speaking neighbors to the south, sacrificed human beings for religious purposes. 40 Whether in response to a priest's request that a sacrifice be conducted to prevent misfortune or simply because a warrior who had captured someone from another society chose to offer the captive for sacrifice to propitiate the sacred Morning Star, the unfortunate victims-men, women, children, and even infants-were tied to a scaffold and tortured before they were killed and dismembered.”
“Ancak bazen gelenekler o kadar inatla savunulur ki, güç ve nüfuz sahibi insanlar bile bunları değiştirmek için hiçbir şey yapamaz. Nebraska'daki Skidi Pawnee Kızılderilileri (yaklaşık 5.000 kişilik bir kabile), güneydeki Caddoan dilini konuşan komşuları gibi, dini amaçlarla insan kurban ederlerdi. 40 İster bir rahibin talihsizliği önlemek için kurban edilmesi talebine yanıt olarak, ister başka bir toplumdan birini esir alan bir savaşçının kutsal Sabah Yıldızı'na yakarmak için esiri kurban etmeyi seçmesi nedeniyle olsun, talihsiz kurbanlar -erkekler, kadınlar, çocuklar ve hatta bebekler- öldürülmeden ve parçalara ayrılmadan önce bir darağacına bağlanır ve işkence görürdü.”
Bu bölümü okuduktan sonra söz konusu uygulamanın ne zamana kadar devam ettiğini merak ettim ve araştırdım. Adı geçen toplulukta bu uygulamanın 1800’lerin ortalarına kadar devam ettiğini okudum. Başka nerelerde insan kurban edildiğine baktım. Tarih boyunca Sümerlerden, Mısırdan, Azteklerden, Fenikelilerden örnekler gördüm. Modern zamanlarda Tanzanya, Hindistan ve Papua Yeni Gine’den örnekler gördüm. Çok bir şey yazmayacağım. İnsanın yapabileceklerinin sınırı olmadığını görmekten başka işe yaramıyor.
Kitaba devam edeyim. Edgerton, geleneksel toplumların bireylerinin de modern toplumlarda olduğu gibi kültürel uygulamaları değerlendirdiğini ve eleştirdiğini belirtiyor. İnsanların kültürlerinden ne kadar memnun oldukları konusunda farklılıklar gösterdiği, hatta bazı toplumların bireylerinin değişim için somut adımlar attığını görüyoruz. Edgerton, Küçük geleneksel toplumlar ile karmaşık sanayi sonrası toplumlarda, insanların kültürlerine dair hoşnutsuzluklar yaşayabildiğini vurguluyor. Kültürel tatmin düzeyi, toplumdan topluma büyük farklılık gösterebilir. Edgerton, Gallup'un Batı Avrupa'da yaptığı anketler ve ABD'deki yaşam memnuniyeti araştırmaları, bölgesel, yaş ve etnik gruplar arasında farklılıklar olduğunu göstermiştir diyor Kültürlerin insanların ihtiyaçlarını karşılama düzeyi, bireylerin memnuniyet ifadelerinden ziyade, eylemleriyle daha iyi anlaşılabilir. İnsanlar, kültürlerinin belirli uygulamalarını değerlendirir ve bu sistemlerin etkinliği, toplulukların yaşam memnuniyetini önemli ölçüde etkileyebilir.
Sayfa 144:
“When people's needs are not met, they ·may feel alienated. Few concepts have generated more widespread interest in the West than alienation. Although the larger part of the thousands of published items relating to this concept focus on the West, a sufficient number relate to non-Western societies to leave no doubt that feelings of meaninglessness, powerlessness, normlessness, social isolation, and estrangement from one's culture have been experienced by people in many parts of the world. 44”
“İnsanların ihtiyaçları karşılanmadığında, kendilerini yabancılaşmış hissedebilirler. Çok az kavram Batı'da yabancılaşma kadar yaygın bir ilgi uyandırmıştır. Bu kavramla ilgili yayınlanmış binlerce makalenin büyük bir kısmı Batı'ya odaklansa da, anlamsızlık, güçsüzlük, normsuzluk, sosyal izolasyon ve kişinin kültüründen uzaklaşması gibi duyguların dünyanın birçok yerinde insanlar tarafından yaşandığına şüphe bırakmayacak kadar çok sayıda makale Batı dışı toplumlarla ilgilidir. 44”
Daha geçen hafta bu konu ile ilgili 2 tane yazı yazdım. (https://www.okundugugibi.com/post/sosyokültürel-tutsaklık-i̇çine-doğduğun-toplumla-hesaplaşma) Büyük ihtimalle o yazıları yazarken bu kitapta okuduğum şeylerin etkisi çok fazla oldu. O yazıya şu şekilde başlamıştım:
“Son zamanlarda sosyoloji ve toplumların hastalıkları üzerine düşünüyorum. İnsanlığın irrasyonel davranışlarını anlamaya çalışırken 'sosyokültürel tutsaklık' kavramına odaklandım. Bu yazıda hem kendi deneyimlerimden hem de bu kavramın toplumsal yansımalarından bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda Edgerton’un Hasta Toplumlar kitabını inceleyen yazılar yazıyorum. Peş peşe aşırı uç örneklere maruz kalmış oldum. Kadın sünneti, yamyamlık, kocası öldüğü için yakılan kadınlar, kölelik, kadın ve çocukların ikinci sınıflaşması vs. İnsanlık tarihi boyunca her türlü toplumda her türlü akılsızca şeyi yaşamışız. Her bir akıl almaz şeyi yaşayanlar da kendisine sorulduğunda illaki bir cevap veriyorlar. Açıkcası verdikleri cevap umurumda değil. Artık şunu biliyoruz ki insanın yaşadığı her şeyi rasyonelleştirme kabiliyet var.
“Man is not a rational animal; he is a rationalizing animal.”
“İnsan rasyonel bir hayvan değildir; o rasyonelleştiren bir hayvandır.” “
Şimdi çok daha net şekilde anlıyorum ki okuduklarım ben de sağlam izler bırakıyor. Bu kitabın bu kadar detaylı ve ayrıntılı incelemesini de bu yüzden yapıyorum. Dünyayı olduğu gibi algılama konusund takıntılı derecede ciddiyim. Safsatalarla, yalanlarla, saçma sapan şeylerle vakit kaybetmeden olanı olduğu gibi görmek istiyorum. Bu saçmalığı, yani adına yaşamak dediğimiz şeyi, anlamak istiyorum. Bütün bunların anlamı ne? Neyi, niye yaşıyoruz. Tüm çabam bu. Bu alıntıda da Edgerton’un dediği gibi içine doğduğun kültüre yabancılaşmak aslında çok da anormal bir durum değil. Dünyanın her coğrafyasında, her zaman görülebilecek bir şey. Aksi durum aslında anlamsız olurdu. İnsan olarak değişim bizim kaçınılmaz bir parçamız. Evrende Evrim geçirmeyen şey yok. Çünkü sadece insan değişmiyor, her şey değişiyor ve insa da bu değişime ayak uydurmak için elinden geleni yapıyor. İster adına içgüdüsel olarak hayatta kalma diyelim ister başka bir şey ama yaşadığımız şey bu. Bizler değişime ayak uydurmak için yaşamaya devam ediyoruz.
44 nolu refereans: MCELROY, A., AND P. TOWNSEND. 1979. Medical Anthropology in Ecological Perspective. North Scituate, MA: Duxbury Press.
Bazı referansların özellikle üstünde duruyorum. Bu kitap da onlardan birisi. Okuma listeme ekledim.
Bu kısa aradan sonra kitaba devam.
Yukarıda yaptığım alıntının devamında disfori adlı durumdan bahsediyor. İnsanların ihtiyaçları karşılanmadığında, yabancılaşma ve disfori gibi duygular hissedebilirler diyor. Bu durum, anlamsızlık, güçsüzlük, norm kaybı ve toplumsal izolasyon gibi etkiler yaratabilirmiş. Alkol ve uyuşturucu kullanımı, bu duygularla ilişkilendirilebilir diye aktarıyor. Örneğin, Çeyen Kızılderilileri savaşçı kültürleri güçlü olduğu dönemde bile aşırı alkol tüketiyormuş, ancak rezervasyonlara kapatıldıklarında bu durum daha da kötüleşmiş. 1980'lerde ve 1990'larda Amerikan Kızılderilileri arasında alkol kaynaklı ölüm oranları çok yüksek oldupunu görüyoruz. Bazı kabilelerde, fetal alkol sendromuyla doğan bebeklerin oranı genel nüfusa göre çok daha fazlaymış. Edgerton, bu tür alkol kullanımı, hiçbir şekilde uyumlu veya yararlı bir davranış olarak değerlendirilemez ve maladatiftir diyor.
Sonraki bölümde intihar konusuna giriyoruz. Yabancılaşmış bireyler, hırsızlık, cinayet, dini saygısızlık ya da sahte suçlamalar gibi yıkıcı davranışlara yönelebilir, ancak intihar en yaygın sonuçlardan biridir. Edgerton, ntihar genellikle kişinin anlam kaybı yaşadığı veya kültürel normlara karşı çıktığı durumlarda görülür diyor. Örneğin, Batı Yeni Britanya’daki Lusi-Kaliai toplumunda, eşlerinden şiddet gören kadınların, ailelerinin gelin bedelini iade etmek istememesi nedeniyle çaresizlik içinde intihara sürüklendiğini görüyoruz. Doğu Afrika’da da benzer şekilde zorla evlendirilmek istenen kadınlar, aynı kültürel baskılar sonucu intihar edebilir.
Bazı toplumlarda intihar oranları o kadar yüksektir ki, sosyal hayatta ciddi tehditler yaratır. Örneğin, son 20 yılda Amerika Birleşik Devletleri’nde genç siyahi erkekler arasında artan intihar oranları endişe uyandırmıştır diyor. Samoa ve Truk’ta ise gençler arasında intihar salgın seviyesine ulaşmıştır. Ancak, yüksek intihar oranları sadece Batılılaşma ya da kentsel yoksulluk gibi stres kaynaklarından kaynaklanmaz. Papua Yeni Gine’deki Bimin-Kuskusmin toplumu, intiharı çok yüksek oranlarda yaşayan geleneksel bir topluluktur. 1970’lerde yapılan bir saha çalışmasında, iki yıl içinde gerçekleşen ölümlerin %57’sinin intihar kaynaklı olduğu tespit edilmiştir. Bu toplumda özellikle 23-34 yaş arası erkekler, kültürel erkeklik beklentilerini karşılayamadıkları için intihara sürüklenirken, kadınlar daha çok evlilik koşullarından memnuniyetsizlik nedeniyle yaşamlarına son verir.
İntihar yalnızca bireysel bir tepki değil, toplumsal sıkıntıların yansımasıdır. 1670 yılında Çin’in T’an-ch’eng kasabasında, kıtlık, yağma, hastalık ve doğal afetlerle harap olan halk, yaşadıkları çaresizlikle sıklıkla intihar etmiştir. Bölgede görev yapan bir yetkili, bu intiharları önlemek için ölenlerin bedenlerini halka ibret olması amacıyla açıkta bırakma tehdidinde bulunmuştur.
Sayfa 148:
“We are likely to think of people in small, traditional societies as being emotionally and psychologically committed to their way of life, and in fact this is often the case. People in many societies refer to themselves as "the people" and regard all others as alien and repellent, if not downright subhuman. The Hopi Indians, for example, who have long believed that their way of life is superior to all others, continue to maintain cultural barriers that separate themselves from all other people. Not only the Hopi but many people believe that their way of life is the only one, and in many parts of the world today, commitment to one's ethnic group and religion is growing in intensity, surprising many who in post-Enlightenment optimism expected such devotions to diminish as rationalism grew. 60 Even the miserable Ik of Uganda, who were quite literally starving to death when Colin Turnbull visited them in the mid 1960s, preferred to stay together and die rather than move away from their sacred mountain in search of food and survival.”
“Küçük, geleneksel toplumlardaki insanların duygusal ve psikolojik olarak kendi yaşam tarzlarına bağlı olduklarını düşünmemiz muhtemeldir ve aslında durum genellikle böyledir. Pek çok toplumdaki insanlar kendilerini “halk” olarak adlandırır ve diğerlerini yabancı ve itici, hatta düpedüz insanlık dışı olarak görürler. Örneğin, kendi yaşam biçimlerinin diğerlerinden üstün olduğuna uzun zamandır inanan Hopi Kızılderilileri, kendilerini diğer tüm insanlardan ayıran kültürel bariyerleri korumaya devam etmektedir. Sadece Hopiler değil, pek çok insan kendi yaşam biçimlerinin tek olduğuna inanmaktadır ve bugün dünyanın pek çok yerinde kişinin etnik grubuna ve dinine olan bağlılığı giderek artmaktadır ki bu da Aydınlanma sonrası iyimserlik içinde akılcılık arttıkça bu tür bağlılıkların azalmasını bekleyen pek çok kişiyi şaşırtmaktadır. 60 Colin Turnbull 1960'ların ortalarında kendilerini ziyaret ettiğinde kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmek üzere olan Uganda'nın sefil Ik'ları bile yiyecek ve hayatta kalma arayışı içinde kutsal dağlarından uzaklaşmaktansa bir arada kalıp ölmeyi tercih ettiler.”
Bu paragraf üzerinde düşünmek gerçekten çok önemli. İnsan, hayatta kalma yönünde evrimleşmiş bir sosyal canlıdır. Hayatta kalmanın yolu bir arada kalabilmekten geçmiştir. Ancak bu durum, anlaşılan başka bir sonucu da beraberinde getirmiş. İçinde bulunduğumuz gruba o kadar bağlıyız ki, bizim grubumuz dışındaki diğer grupları düşman olarak görmeye başlamışız. Bunun arkasında büyük olasılıkla sağlam gerekçeler var. Örneğin, aynı gıda kaynakları için rekabet ettiğimiz başka gruplarla mücadele etmek, onları aşılması gereken bir engel veya düşman olarak görmemize neden olmuş olabilir. Bu durum vahşi doğada sürü halinde yaşayan hayvanlarda da görülür. Rakip sürülerle karşılaşan gruplar hızla savunmaya geçer ve ölümüne dövüşebilirler. Bizim durumumuz da pek farklı değil.
Birey olarak hayatta kalmamızın yolu, grubumuzun sağlam bir şekilde ayakta kalmasından geçtiği için kendi grubumuzu üstün görmeye alışmışız. “Biz diğerlerinden daha iyiyiz, bu yüzden hayatta kalmayı hak ediyoruz” şeklindeki inanç, anlamsız bir vehim değil, evrimsel olarak içselleştirdiğimiz bir yanılsama olabilir. Aksi takdirde, kıt kaynak sorunları ortadan kalksa bile, rakip grupları yok etmeye çalışmamızın başka bir açıklaması olamaz.
Bu paragrafta en önemsediğim yer ise hem koyulaştırıp hem de altını çizdiğim kısım. Aydınlanma sonrası dönemde, akılcılığın (rasyonalizmin) insan toplumlarında ön plana çıkacağı ve geleneksel kimlik bağlarının, özellikle etnik ve dini aidiyetlerin, zamanla zayıflayacağı düşünülüyordu. Bu görüş, insanlığın bilimsel bilgi, sekülerizm ve bireysel özgürlükler çerçevesinde daha evrensel bir bilinç geliştireceği beklentisine dayanıyordu. Ancak bu öngörü gerçekleşmedi ve hatta birçok toplumda etnik ve dini aidiyetler daha da güçlendi. Peki, neden?
Bu konuda birçok bilim insanı kafa yordu ve bu sorunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor. Acaba bu durum, insanların akılcı olmamasıyla mı ilgili, yoksa daha derin bir dürtü mü söz konusu? İnsanlar, rasyonel olmadıkları için mi milliyetçi ve dini bakış açısından kurtulamıyorlar? Yoksa milyonlarca yıllık evrimimizden gelen bir mirası mı göz ardı ediyoruz? İnsanlık olarak özellikle son 300 bin yıl boyunca bizi hayatta tutmuş olan yeteneklerimizden vazgeçmemiz mümkün mü? Bu vazgeçiş için iki yüz yıl yeterli olabilir mi? Asıl akılcı olmayan bakış bu beklenti değil mi?
Bir arada kalmak ve birlikte yaşayabilmek için bir motivasyona ihtiyacımız var. "Biz ve onlar" diyerek hayatta kalmış bir türün kısa bir sürede bu evrimsel geçmişi terk etmesi mümkün görünmüyor. Albert Camus’nün Sisifos Miti adlı eserinde söylediği gibi: İnsanlara ne uğruna öleceklerini sorduğunuzda, aynı zamanda ne uğruna yaşayacaklarını da öğrenirsiniz. Bu, çok önemli bir tespit. Kimse dünyanın mı yoksa Güneş’in mi merkezde olduğunu tartışmak için hayatını feda etmez. Ama vatan ya da tanrı uğruna ölümü göze alabilir. Çünkü bu bizim doğamızda var. Hayatta kalmamızı, bu birlik duygusuna ve bizi aşan güçlerin varlığına olan inancımıza borçluyuz.
Eğer Tanrı’yı "öldürürseniz," yerine ne koyduğunuz çok önemli. Tanrıyı öldürmek mesele değil; asıl mesele, onun yerine kimin yada neyin geçeceği. Ortalama bir insanın, Tanrının ifa ettiği görevi üstlenebilecek yeteneği ve gücü yok. Bu gerçeği görmeden insanları akılsızlıkla suçlamak kolay. İnsanlar akıllarıyla değil, içgüdüleri ve duygularıyla yaşıyor. Çan eğrisi burada da devreye giriyor: Toplumun %3-5’i, tüm toplumu yönlendirecek zekaya ve yeteneğe sahip. İnsanlık olarak bu şekilde evrimleştik. 100-200 kişilik bir gruplarda 5-10 zeki kişi yeterli. Ancak bu bireyler yetersiz kalırsa, toplumun tamamının aklını kullanması gerekir. Yani bu durum ortaya çıkar. Ancak bu, ne kadar gerçekçi?
Aydınlanma çağının niyetini anlıyorum. Aydınlanmacıların ve modernitenin neyin peşinde olduğunu görüyorum ve işin gerçeği tam olarak da destekliyorum. İdeal olanın insanın aklı ile yaşaması gerektiğini düşünüyorum. Ama temenni ile gerçeklik arasında fark var. Bir şeyin olması gerektiği şeyi temenni etmekle gerçekte yaşanan şey arasında fark var.
Keşke insanlar hayatlarını aklı ile yönlendirebilse, keşke insanlar zeki olsalar, keşke kararlarını içgüdüleri ile değil de bilimsel sorgulama bakış açısı ile verseler. Ama bu gerçekci değil. İnsanı tanımak gerek. İnsanın ne olduğunu, olduğu gibi görmek gerek. Bizler yüzbinlerce yıllık evrimimiz neticesinde sahip olduğumuz donanımlarla hayatımızı sürdürüyoruz. Hiyerarşik bir düzen içindeyiz ve aramızda çok yetenekliler olduğu gibi çok yetersizler de var. Ama herkesin aynı özelliklere sahip olmaması aslında bizim üstünlüğümüz. Aramızda güç, zeka, yetenek, karakter, mizaç, sermaye açısından farklılıklar var ve bu farklılıklar maalesef eşitsizliğe yol açıyor. Ama neyse ki yine evrimsel olarak bu eşitsizliği anormal görmeyen bir yapımız var.
Asıl kritik tespit bu bence. Bizler hiyerarşik ve eşitsiz bir türüz ve bu bizlerin içselleştirdiği bir durum. Bu eşitsizliği normal gören ve bir azınlık tarafından yönetilmek üzere bir çoğunluğun itaatkar şekilde evrimleştiği bir türüz. Bizler içine doğduğumuz ültür ve toplumun gerçekliğini sorgulamadan kabul eden ve bunu sorun etmeyen bir türüz. Aramızdan bazı istisnalar çıkıyor ve bu durumu yadsıyor ama bu genele yansıtılamayacak kadar düşük bir oran. Bunda da garipsenecek bir durum yok. Burada da her yerde olduğu gibi çan eğrisi devrede. Ortalama insan yönetilmek konusunda bir sorun yaşamıyor. Birilerinin kulu, kölesi olmayı dert edinmiyor. Bunda da şaşılacak bir şey yok büyük ihtimalle kökenleri evrimsel geçmişimizde saklı olan bir gerçek.
Çok uzattım o yüzden kısaca tespitimi kapatayım. Aydınlanmanın insandan beklentisi içi boş bir beklenti idi. Gerçekçi değildi. Modernitenin başarısız gibi olmasının arkasında da bu var. İnsanı olduğundan daha üstün bir seviyeye koymanın getirdiği bir iyimserlik hali bu.Tanrı öldü deyince hemen ölmüyor. Belki bir azınlık için bu üstesinden gelinebilecek bir durum ama çoğunluğun boyunu aşan bir şey olduğunu görmek gerekiyor. Çoğunluğa tanrının ifa ettiği görevi yerine getirecek ikame bir şey veremezsen içine düştüğümüz duruma düşeriz. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu yüzden soykırım yaptık, yapacağız da, yapmaya devam da edeceğiz. Çünkü bizler her zaman diğerlerinden üstün olacağız. En azından evrimsel olarak daha bir sonraki aşamaya geçemedik. Üst insan diye bir şey ortaya atarsın ama içi dolu olmayınca sana ırkçı faşist derler. Tanrıyı öldürüyorsun ama yerine bir şey koymuyorsun. Koyacak mıyız bilemiyorum. Ortalama sıradan insanın bu haliyle bunu yüklenemeyeceğini biliyorum. Belki birkaç on bin yıl sonra ölen tanrının yerine bir şeyler koymayı başarırlar ama bugünlerde bunu yapamadıkları ortada.
60: KATZ, S. H. 1987. "Fava Bean Consumption: A Case for the Co-evolution of Genes and Culture." In M . Harris and E. B. Ross (eds.), Food and Evolution: Toward a Theory ofHuman Food Habits. Philadelphia: Temple University Press, pp. 133- 159.
Önemsediğim bir konu olduğu için biraz uzattım. O yüzden bir kaç paragrafı daha ele alıp bu yazıyı bitirmek istiyorum.
Edgerton, toplumların üyelerine duygusal bağlılık sağlarken, dışarıya kapalı veya açık olma durumlarını ele alıyor. Bazı topluluklar, Hopiler gibi, dışarıdan katılımı imkânsız kılarken, Kenya ve Güney Afrika örneklerinde olduğu gibi diğerleri daha açık ve kültürler arası etkileşime izin verebiliyor diyor. Kolonyal yönetim, Kenya’da etnik sınırları güçlendirirken, öncesinde ticaret ve evlilik yoluyla daha akışkan bir yapı varmış. Göç, ticaret, çatışmalardan kaçış veya daha iyi bir yaşam arayışı gibi sebeplerle insanlar sürekli yer değiştirmiş. Avcı-toplayıcı toplumlarda (ör. !Kung San, Hadza), grup üyelikleri oldukça esnektir; bireyler ve aileler, anlaşmazlıklar veya kişisel tercih nedeniyle yerlerini değiştirebilir diyor. Bazı durumlarda bireyler yalnız yaşamayı seçerken, zorla sürgün veya yabancılaşma gibi durumlar da etkili olmuştur. Bu örnekler, insan tarihinin hareketlilik ve sosyal yapıdaki çeşitlilikle şekillendiğini gösteriyor.
Sonraki paragrafta insanların ihtiyaçlarını karşılayamadığı durumda içinde yaşadığı toplumu terk edebildiğinden bahsediyor ama bunu sonraki yazıda ele alalım. Bu yazıyı burada bitireyim.
Comments