3. Bölüm olan, “İnsan Doğası ve Karakter” konusuna, “Sosyalleşme Sürecinde Yönelimler” alt başlığı ile devam ediyoruz. Olumsuz yönelimlerden Alıcı, Sömürücü, İstifçi, Pazarlamacı yönelimleri, ve olumlu yönelim olarak Üretici Yönelimi gördük şimdi de bu yönelimlerin toplumsal hayat içindeki karşılığına bakacağız.
(4) Sosyalleşme Sürecindeki Yönelimler
Page 107: “As pointed out in the beginning of this chapter, the process of living implies two kinds of relatedness to the outside world, that of assimilation and that of socialization. While the former has been discussed in detail in this chapter, the latter has been dealt with at length in Escape from Freedom and therefore I will give here only a brief summary.
We can differentiate between the following kinds of interpersonal relatedness: symbiotic relatedness, withdrawal-destructiveness, love.”
Sayfa 130-131: “Bu bölümün başında da belirtildiği gibi, yaşam süreci dış dünyayla iki tür ilişki anlamına gelir: asimilasyon ve sosyalleşme. Birincisi bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınırken, ikincisi Özgürlükten Kaçış'ta uzun uzadıya ele alınmıştır ve bu nedenle burada sadece kısa bir özet vereceğim.
Kişilerarası ilişkinin şu türleri arasında ayrım yapabiliriz: simbiyotik ilişki (ortak yaşam), geri çekilme-yıkıcılık, sevgi.”
Kitabın 86. sayfasında geçmişti bu konu: “Yaşam sürecinde insan, (1) şeyler edinerek ve özümseyerek ve (2) kendini insanlarla (ve kendisiyle) ilişkilendirerek dünyayla ilişki kurar. İlkine asimilasyon, ikincisine ise sosyalleşme süreci diyeceğim.”
Sayfa 107-108: ”In the symbiotic relatedness the person is related to others but loses or never attains his independence; he avoids the danger of aloneness by becoming part of another person, either by being "swallowed" by that person or by "swallowing" him. The former is the root of what is clinically described as masochism. Masochism is the attempt to get rid of one's individual self, to escape from freedom, and to look for security by attaching oneself to another person. The forms which such depe11dency assume are manifold. It can be rationalized as sacrifice, duty, or love, especially when cultural patterns legitimatize this kind of rationalization.”
Sayfa 131: “Simbiyotik (ortak yaşama) ilişkide kişi başkalarıyla ilişkilidir, ancak bağımsızlığını kaybeder veya asla elde edemez; ya o kişi tarafından "yutularak" ya da "yutularak" başka bir kişinin parçası olarak yalnızlık tehlikesinden kaçınır. İlki, klinik olarak mazoşizm olarak tanımlanan şeyin köküdür. Mazoşizm, kişinin bireysel benliğinden kurtulma, özgürlükten kaçma ve kendini başka birine bağlayarak güvenlik arama girişimidir. Bu tür bir bağımlılığın üstlendiği biçimler çok çeşitlidir. Özellikle kültürel örüntüler bu tür bir rasyonalizasyonu meşrulaştırdığında, fedakarlık, görev veya aşk olarak rasyonalize edilebilir.”
Özellikle annelerde yok mu bu tavır? Sizin için kendimi feda ettim derler. Bir de kendini suçlu hissetmen için başına kakarlar sürekli. Bir de kendini sürekli kullandırtanlar vardır. Bu tipler de şikayet ederler ama yaptıklarını yapmaktan da geri durmazlar. Tek başına ne yapacağını bilemediğinden bir başkasının onu sömürmesine göz yumarlar.
Page 108: “The impulse to swallow others, the sadistic, active form of symbiotic relatedness, appears in all kinds of rationalizations, as love, overprotectiveness, "justified" domination, "justified" vengeance, etc.; it also appears blended with sexual impulses as sexual sadism. All forms of the sadistic drive go back to the impulse to have complete mastery over another person, to "swallow" him, and to make him a helpless object of our will. Complete domination over a powerless person is the essence of active symbiotic relatedness. The dominated person is perceived and treated as a thing to be used and exploited, not as a human being who is an end in himself.”
Sayfa 131: “Başkalarını yutma dürtüsü, simbiyotik ilişkinin sadist, aktif biçimi, sevgi, aşırı koruyuculuk, "aklanmış (haklı)" tahakküm, "aklanmış" intikam vb. gibi her türlü rasyonalizasyonda ortaya çıkar; cinsel sadizm olarak cinsel dürtülerle harmanlanmış olarak da görünür. Sadist dürtünün tüm biçimleri, başka bir kişi üzerinde tam bir hakimiyet kurma, onu "yutma" ve onu irademizin çaresiz bir nesnesi haline getirme dürtüsüne geri döner. Güçsüz bir kişi üzerinde tam hakimiyet kurmak aktif simbiyotik ilişkinin özüdür. Hükmedilen kişi, kendi başına bir amaç olan bir insan olarak değil, kullanılacak ve sömürülecek bir şey olarak algılanır ve öyle muamele görür.”
Simbiyotik deyince aklıma bazı hayvanlar geliyor. Büyük bir köpek balığının dibinden ayrılmayan küçük balıklar gibi. Onun yediği yemeği artıklarından faydalanan küçük balık gözümün önüne geliyor. İnsan ilişkilerinde ise durum tam olarak öyle değil ama yalnız, tek başına hayata tutunmakta zorlanan bir kişi, ayaklarının üstünde durmakta zorlanan bir kişi bir başkasının sırtından geçinmekle bu sorunu çözmeye çalışabilir. Veya sırf diğerine yaranarak onun seni kullanmasına izin vermek suretiyle yalnız kalmaktan kurtulursun ama diğerinin seni sömürmesine de göz yummak zorunda kalırsın. Temel problem yalnız başına hayatta kalmayı becerememek. İlerde de göreceğiz bir çocuk nasıl, ne yapılarak tek başına hayata tutunması engelleniyor. Güya çocuklarımıza iyilik yapıyoruz diyerek nasıl kötülük yapıyoruz. Bir çocuğun nasıl sadist yada mazoşist olmasına yol açıyoruz.
Page 109-110: “While the symbiotic relationship is one of closeness to and intimacy with the object, although at the expense of freedom and integrity, a second kind of relatedness is one of distance, of withdrawal and destructiveness. The feeling of individual powerlessness can be overcome by withdrawal from others who are experienced as threats. To a certain extent withdrawal is part of the normal rhythm in any person’s relatedness to the world, a necessity for contemplation, for study, for the reworking of materi:als, thoughts, attitudes. In the phenomenon here described, withdrawal becomes the main form of relatedness to others, a negative relatedness, as it were. Its emotional equivalent is the feeling of indifference toward others, often accompanied by a compensatory feeling of self-inflation. Withdrawal and indifference can, but need not, be conscious; as a matter of fact, in our culture they are mostly covered up by a superficial kind of interest and sociability.”
Sayfa 133: “Simbiyotik ilişki, özgürlük ve bütünlük pahasına da olsa, nesneye yakınlık ve samimiyet ilişkisi iken, ikinci tür bir ilişki mesafeli, geri çekilme ve yıkıcılık ilişkisidir. Bireysel güçsüzlük hissi, tehdit olarak deneyimlenen diğerlerinden geri çekilmekle aşılabilir. Bir dereceye kadar geri çekilme, herhangi bir kişinin dünyayla ilişkisinde normal ritmin bir parçasıdır, tefekkür, çalışma, materyallerin, düşüncelerin, tutumların yeniden işlenmesi için bir gerekliliktir. Burada açıklanan fenomende, geri çekilme, diğerleriyle ilişkinin ana biçimi, deyim yerindeyse olumsuz bir ilişki haline gelir. Duygusal eşdeğeri, genellikle telafi edici bir kendini şişirme hissinin eşlik ettiği başkalarına karşı kayıtsızlık hissidir. Geri çekilme ve kayıtsızlık bilinçli olabilir, ancak olması gerekmez; Nitekim bizim kültürümüzde çoğunlukla yüzeysel bir ilgi ve sosyallik ile örtülüdürler.”
Bir öncekinde yalnızlığa tahammül edememe vardı. Burada ise diğer insanları tehdit olarak görme durumu var. Diğerlerinin karşısında kendini güçsüz hissetme durumu var. Bir özeleştiri olarak Son bir kaç yıldır kendimi geri çektiğimin farkındayım. Bu şekilde daha huzurluyum. Diğer insanlardan uzakta kalmak bana iyi geliyor. Peki altında yatan sebep güçsüzlük mü? Belki bir parça ama güçsüz olduğumdan değil de gücümü oraya sarf etmek istemediğimden. Çünkü diğer insanlarla sosyalleştiğimde alacağım şey ile yalnız kaldığımda yaptığım şeyleri bir teraziye koyuyorum ve yalnızlığın çok daha verimli olduğunu görüyorum. Yılların yorgunluğu da var tabi, yıllarca sosyalleşeyim derken verdiğim tavizler var, insanlarla bir arada olayım diye çabalarken aslında anlamsız vakit geçirdiğimi görmem var. Yani kendi geri çekme benim durumumda çok bilinçlice alınmış bir karar. Biraz bencilce, biraz uyanıkça ama diğer insanlardan artık bir şey beklemiyorum. Benim iç huzurum bir başkasına bağlı değil. Hatta ne kadar yalnız olursam huzurum o denli yüksek oluyor. Tom Hardy'nin şu sözünü ben bunları yazdıktan sonra gördüm. Tam anlatmak istediğim şey bu işte.
"Bir süre yalnız kalmak tehlikeli. Bağımlılık yapıyor. Ne kadar huzurlu olduğunu görünce artık insanlarla uğraşmak bile istemiyorsun."
Bir önceki yazıda insanlara olan umudumu kaybettiğimi söylemiştim. İnsanlarla arama mesafe koymam da bunun etkisi çok. O kadar çok kazık yedikten sonra hala insanlara güvenmek de hiç kolay değil. Bu yazılarım başkaları ile sosyalleşmek için bir araç olabilir ama çok da birileri okusun diye yırtınmıyorum. Yolumuz birileri ile kesişirse ve benzer frekansta olduğum insanlar bunları okursa ne ala. Okunursa sevinirim ama birileri okusun diye de kendimi yırtmayı düşünmüyorum.
İnsanların birbirine ne kadar yüzeysel davrandığı ortada. O kadar çok insanla muhatap oluyoruz ki bir çeşit koruma kalkanına ihtiyaç duyuyoruz. Çocukluğumu hatırlıyorum. Bir mahalle kültürü vardı, apartman kültürü vardı. İnsanlar birbirine selam verir, insanlar birbirini tanırdı. Nasıl bu kadar insan canlısı olabilmişler hayret ediyorum. Nasıl başarıyorlardı bu kadar farklı insanla ilişki halinde olabilmeyi. Şimdi anlıyorum ki insanların sosyalleşmeden anladıkları da değişiyor.
Aslında kimseyle yakın ilişki kurmayarak sadece sosyalleşmenin minimum gereklerini yerine getirerek diğer insanlardan uzak kalmayı başarabiliyorsun. Ne kadar az ilişki o kadar az zarar görme ihtimali. İnsanları nasıl ve ne zaman tehdit olarak görmekten kurtulabiliriz? Daha önce de yazdım bizler hala küçük gruplar halinde yaşamaya yönelik evrimleşmiş durumdayız. Kesinlikle bu kadar fazla insanla muhatap olmaya uygun bir yapımız yok. Birebir tanımadığımız tüm insanları tehdit olarak algılıyoruz. Bunda karşılıklı güvensizliğin rolü büyük. İnsanların ne kadar cahil, kötü, ruh sağlığı bozuk olduğunu gördükçe de karşılıklı güven duygusunu oluşması da mümkün olmayacak.
Page 110: “Destructiveness is the active form of withdrawal; the impulse to destroy others follows from the fear of being destroyed by them. Since withdrawal and destructiveness are the passive and active forms of the same kind of relatedness, they are often blended, in varying proportions. Their difference, however, is greater than that between the active and the passive form of the symbiotic relatedness. Destructiveness results from a more intense and more complete blocking of productiveness than withdrawal. It is the perversion of the drive to live; it is the energy of unlived lite transformed into energy for the destruction of life.
Love is the productive form of relatedness to others and to oneself. It implies responsibility, care, respect and knowledge, and the wish for the other person to grow and develop. It is the expression of intimacy between two human beings under the condition of the preservation of each other's integrity.”
Sayfa 133: “Yıkıcılık geri çekilmenin aktif biçimidir; başkalarını yok etme dürtüsü onlar tarafından yok edilme korkusundan kaynaklanır. Geri çekilme ve yıkıcılık aynı tür ilişkinin pasif ve aktif biçimleri olduğundan, değişen oranlarda sıklıkla harmanlanırlar. Ancak aralarındaki fark, simbiyotik ilişkinin aktif ve pasif biçimleri arasındaki farktan daha büyüktür. Yıkıcılık, geri çekilmeden daha yoğun ve daha eksiksiz bir üretkenlik engellemesinden kaynaklanır. Yaşama dürtüsünün saptırılmasıdır; yaşanmamış yaşamın enerjisinin yaşamın yok edilmesi için enerjiye dönüştürülmesidir.
Sevgi, başkalarıyla ve kişinin kendisiyle olan ilişkisinin üretken biçimidir. Sorumluluk, özen, saygı, bilgi ve diğer kişinin büyümesi ve gelişmesi arzusu anlamına gelir. Birbirlerinin bütünlüğünü koruma koşulu altında iki insan arasındaki yakınlığın ifadesidir.”
Üretemeyen insan yıkıyor yani. “Yaşanmamış yaşam” insanda nasıl büyük bir hayal kırıklığı, hüsran, pişmanlık değil mi? Boşa gitmiş bir hayatın seyircisi olmak. Tanıdığım insanların tamamına yakınının başına gelen bu. Yaşanmamış yaşam dediğimizde ne anlamalıyız? Boşa gitmiş bir hayat. Anlamsız bir hayat. Dünyaya Odun gelip odun olarak gittiğin bir hayat. Eğer bir kişi tüm hayatını kendisini keşfetmeden, yeteneklerini bilemeden, potansiyelini ortaya çıkaramadan yaşadıysa o kişinin yaşadığı şey aslında kendini imhadan başka bir şey değil.
Bir oğlum var. Sahip olduğum sevgiyi ona kanalize etmiş durumdayım. Bu hem bilinçli bir tercih hem de hayatın yönlendirmesi ulaştığım yerin sonucu. Oğlumu yalnız yetiştiriyorum. İyisi ile kötüsü ile benim katkılarımla bu dünyadaki serüveni devam ediyor. Henüz yolun çok başındayız. Daha 10 yıldır birlikteyiz. Bayağı bir yol katettik. Umarım temellerini iyi atmışımdır. Kendini tanımak, bu kitaptan çok uzun yıllar önce başladığım bir yolculuktu Kendime çok yatırım yaptım. Kendimi sağaltmak için çok uğraştım. Tüm gayretim "yaşanmamış yaşam" sözünün yakıcılığını olumsuz anlamda hissetmemek içindi. Çok uzun yıllar yaşamadım, yaşayamadım. Çok uğraştım, becerebildiğim kadarı ile bir şeyler yapmaya çalıştım.
Üretmediğimin farkındaydım. Bu kitabı okuyana kadar bu durumu bu kavramlarla ifade etmiyordum ama hayatımı boşa harcadığımın farkındaydım. Bu kitabı muhteşem olarak algılamamın sebebi şu. İnsanın kendisini tanıması gerektiğini, kendisinde var olan olumsuz şeyleri görüp bunları düzeltmesi gerektiğini biliyordum. Yanlış yetiştirilmiş olmamdan dolayı kendimi algılayışı tarzımın, dünyayı algılayışı tarzımın hatalı olduğunun farkındaydım. Gençlik yıllarımdan bu yana neredeyse 30 yıldır bu yolculuğun içindeyim. İlk on yılı müthiş bir kendini sağaltma, ikinci on yılı hayata karışma, üçüncü on yılı da yaptığım yatırımın meyvelerini toplama aşaması olarak sınıflandırabilirim. Bu kadar emeğin sonunda bir şeyleri görmüş ve değiştirmiştim ama hala hayatımı anlamsız buluyordum. Kendime olan güvenim bitmişti. Yaptığım her işte başarısız olmuş hissediyordum, ve hiç bir konuda kendimi uzman hissetmiyordum.
Kendinize şu soruyu sorun. Size yarın bir okulda ders vereceksiniz deseler hangi konuda kendinizi uzman hissediyorsunuz, hangi konuyu bir başkasına öğretecek denli kendinizi yeterli hissediyorsunuz, deseler cevabınız ne olur? Ben geçen yıl bu soruyu kendime sorduğumda anlatacağım şeylerin hiçbirisine saygı duymadığımı gördüm. Kimya mı, işimi mi, resim mi, edebiyat mı? Ne anlatabilirdim. Kendimi bu yaşıma gelmiş olmama rağmen bir konunun uzmanı olarak görmüyordum.
İnsan tek boyutlu bir canlı değil. Ben karakter olarak kendimi ne kadar geliştirirsem geliştireyim bu beni tam ve bütün yapmıyor. Eksik olan hayata karşı tutumummuş meğer. Kendime saygı duymamam, yaptığım şeylere saygı duymamam beni sakat ediyormuş. Geçmiş yaşandı, bir şekilde bugüne ulaştım. Kendime yatırım yaptığım konular oldu, zamanımı boşa harcadığım yıllar oldu ve bugün buradayım. Ben kimim, ne yapmaktan zevk alıyorum sorularına cevap vermenin bu kadar zor olmaması gerekiyordu ama demek ki zormuş. Yıllarca bulamadım. Bir çok parametrenin bir araya gelmesi gerektiğini şimdi anlıyorum. Ben hazır olmalıydım, maddi durumum hazır olmalıydı, sosyal hayatım, ailem, işim.... yani hiç bir şey bir anda olmuyor. Bir çok şey bir araya geliyor ve bum. Reaksiyon meydana geliyor.
Yaşanmamış yaşam, yaşama dürtüsünü saptırılması... bunları bire bir yaşadım. Biraz da sevgi ile ilgili fikirlerimi söyleyeyim. Sevgi konusu hala muamma. Sevgi tek taraflı bir durum değil. Bir başkası da işin içinde olduğu için ve o başkası senin inisiyatifinde olmadığı için konu şansa gelip tıkanıyor. Yanındaki kişiyi yüceltmek onun gelişmesini sağlamak ne kadar güzel bir amaç değil mi? İnsanların neden gelişmeye karşı dirençli olduklarını daha önceki yazılarda yazmıştım. Konfor alanından çıkmak, alıştıklarından geri kalmak istemiyorlar. Kendilerinden memnunlar ve maalesef kendileri de aslında bir şeylerin yanlış olduğunu bilseler de gelişmeye karşı direnç gösteriyorlar. Sen gelişiyorsun, öğreniyorsun ve bir süre sonra çevrendekilerden ayrışıyorsun. Şanslıysan senin gibi birisini bulabilirsin. Ama şans işin içine girdiğinde yapacağın bir şey kalmıyor.
Page 111:
Sayfa 134
(5) Çeşitli Yönelimlerin Karışımları
Page 112: “In describing the different kinds of nonproductive orientations and the productive orientation, I have dealt with these orientations as if they were separate entities, clearly differentiated from each other. For didactic purposes this kind of treatment seemed to be necessary because we have to understand the nature of each orientation before we can proceed to the understanding of their blending. Yet, in reality, we always deal with blends, for a character never represents one of the nonproductive orientations or the productive orientation exclusively.”
Sayfa 135: “Farklı türdeki üretken olmayan yönelimleri ve üretken yönelimi tanımlarken, bu yönelimleri sanki birbirlerinden açıkça ayrılmış ayrı varlıklarmış gibi ele aldım. Didaktik amaçlar için bu tür bir muamele gerekli görünüyordu çünkü karışımlarını anlamaya geçmeden önce her bir yönelimin doğasını anlamamız gerekiyordu. Ancak, gerçekte her zaman karışımlarla uğraşırız, çünkü bir karakter hiçbir zaman yalnızca üretken olmayan ya da yalnızca üretken yönelimden birini temsil etmez.”
Page 113:”In fact, the nonproductive orientations as they have been described may be considered as distortions of orientations which in themselves are a normal and necessary part of living. Every human being, in order to survive, must be able to accept things from others, to take things, to save and to exchange. He must also be able to follow authority, to guide others, to be alone, and to assert himself. Only if his way of acquiring things and relating himself to others is essentially nonproductive does the ability to accept, to take, to save, or to exchange turn into the craving to receive, to exploit, to hoard, or to market as the dominant ways of acquisition. The nonproductive forms of social relatedness in a predominantly productive person-loyalty, authority, fairness, assertiveness-turn into submission, domination, withdrawal, destructiveness in a predominantly nonproductive person. Any of the nonproductive orientations has, therefore, a positive and a negative aspect, according to the degree of productiveness in the total character structure."
Sayfa 136: “Aslında, tanımlandıkları şekliyle üretken olmayan yönelimler, kendi içlerinde yaşamın normal ve gerekli bir parçası olan yönelimlerin çarpıtılması olarak düşünülebilir. Her insan hayatta kalabilmek için başkalarından bir şeyler kabul edebilmeli, bir şeyler alabilmeli, tasarruf edebilmeli ve değiş tokuş yapabilmelidir. Ayrıca otoriteyi takip edebilmeli, başkalarına rehberlik edebilmeli, yalnız kalabilmeli ve kendini gösterebilmelidir. Ancak bir şeyleri edinme ve başkalarıyla ilişki kurma biçimi esasen üretken değilse, kabul etme, alma, biriktirme ya da takas etme yeteneği, baskın edinme biçimleri olarak alma, sömürme, istifleme ya da pazarlama arzusuna dönüşür. Ağırlıklı olarak üretken olan bir kişide üretken olmayan sosyal ilişki biçimleri - sadakat, otorite, adalet, girişkenlik - ağırlıklı olarak üretken olmayan bir kişide boyun eğmeye, tahakküme, geri çekilmeye, yıkıcılığa dönüşür. Dolayısıyla, üretken olmayan yönelimlerin herhangi birinin, toplam karakter yapısındaki üretkenlik derecesine göre olumlu ve olumsuz bir yönü vardır.
Page 114-115-116
Sayfa 137-138-139:
Bu tablolarla da bu bölümü bitirmiş oluyoruz. Yukarıdaki tabloyu incelediğimizde ne kadarını kendimizde görüyoruz. Erich Fromm bu olumlu ve olumsuz özellikleri neye göre bu şekilde sıralamış, herhangi bir bilimsel altyapısı var mı bilemiyorum. Sanırım şöyle bir yaklaşım var. Dışarıdan bakıyorsun kişi pasif gibi duruyor ama aslında senin pasiflik dediğin şey aslında kabul etmiş olma hali, kavga etmeyen, neyin ne olduğunu gören bir hal. Yani bir kişi pasif diye, inisiyatif almıyor diye illa ki olumsuz bir şey olmayabilir. Değiştiremeyeceğin şeyi kabul edersen iç huzurunu bozmamış olursun.
Tabloyu ve kalemlerini ayrıntılı bir şekilde gözden geçirmekte fayda var. Kaç tane olumlu özelliğe, kaç tane olumsuz olana sahipsin, bakmak, incelemek, değerlendirmek gerekiyor. Kendini tanımak açısından da iyi bir başlangıç olabilir.
3. Bölüm bitti. Bu bölümde İnsanın Doğasını, Karakterini, İnsanın Durumunu, Kişiliğini, Mizaç ve Karakteri ve bunların insanı nasıl oluşturduğunu, Üretici ve Üretici Olmayan Yönelimleri, görmüş olduk. Amaç insanı anlamaktı. Neyi neden yapıyoruz? Bizi biz yapan şeyle neler?
Sonraki bölüm Hümanist Etik Sorunlarını göreceğiz. 6 alt başlığa sahip. Kitabın en uzun bölümü. İlk üç bölüm 10 yazıya sığmıştı sadece bu bölüm de 10 yazıya ulaşıyor. Bencillik, kendini sevme konuları ile başlayıp vicdanla devam edeceğiz.
Comments