top of page

Marvin Harris - Türümüz: kim olduğumuz, nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz - kitap incelemesi 3

Okunduğu Gibi

Marvin Harris'in "Türümüz" kitabı ile ilgili yazmış olduğum inceleme yazı serisine devam ediyorum. Geçen yazıda kısaca nelerden bahsettiğimizi özetleyip kaldığımız yerden devam edelim.

Önceki yazıda insanın evrim sürecinde kültürel kalkış noktasının önemine dair oldukça kapsamlı bir analiz vardı. Marvin Harris’in kültürel kalkış kavramına yaptığı vurgu, insanın yalnızca biyolojik değil, kültürel evriminin de kritik bir eşik olduğuna dikkat çekiyor. Özellikle 45.000 yıl önce başlayan bu kalkış dönemi, insanlık tarihinde teknolojik ve sanatsal gelişmelerin hızlandığı ve kültürel çeşitliliğin patlama yaptığı bir aşama olarak görülüyor.

Kültürel Kalkışın, kültürel evrim ile biyolojik evrimin hızlarının ayrıştığı bir dönemi ifade ediyor. Daha önce biyolojik değişimlere paralel ilerleyen kültürel gelişmeler, bu eşikten sonra hız kazanıyor ve insan toplulukları daha karmaşık sosyal yapılara, teknolojilere ve sanatsal ifadelere sahip oluyor. Bu durum modern insanın dünya üzerindeki hakimiyetini de açıklamaya yardımcı oluyor.

İnsan ve diğer türler arasındaki farkları gördük. Şempanzelerin ve diğer hayvanların belirli gelenekleri olmasına rağmen, insanların kültür repertuarının sonsuz çeşitlilik göstermesi dikkat çekici. Harris’in dediği gibi, insanlar kültürün bir parçası olmadan hiçbir yaşam etkinliğini gerçekleştiremezler. Bu, insanları doğadaki diğer canlılardan ayıran en önemli faktörlerden biri.

Homo erectus’un uzun süre değişmeyen taş alet teknolojisi ile Homo sapiens'in kültürel kalkışına giden süreç arasında neden bu kadar büyük bir fark olduğu sorusu dikkat çekici. Erectus’un yeterince uzun süre hayatta kalacak özelliklere sahip olması, ancak kültürel kalkış yapamaması önemli bir gizem olarak karşımıza çıkıyor.

Kültürel Kalkışın Nedenleri:

  1. Bilişsel Kapasite: İnsan beyninin paralel işlem yapma kapasitesine erişmesi.

  2. Dil ve İletişim: Dilin daha gelişmiş hale gelmesi.

  3. Sosyal Yapı: Daha karmaşık sosyal organizasyonların ortaya çıkması.

  4. Ekolojik Faktörler: Değişen çevresel baskılara uyum sağlama ihtiyacı.

Bir önceki yazıyı bu şekilde gözden geçirdikten sonra kaldığımız yerden devam edelim.

19. başlık “MAYMUN İŞARETLERİ (APE-SİGNS)” adını taşıyor.  Bu başlık, maymunların (özellikle şempanzelerin) doğal ortamlarında ve laboratuvar koşullarında sergiledikleri iletişim yeteneklerini ele alıyor. Vahşi doğada şempanzeler jestler, yüz ifadeleri ve sınırlı seslerle iletişim kuruyorlar. Tehdit, korku, memnuniyet veya teslimiyet gibi duygularını beden dili ve temel sesler aracılığıyla ifade ediyorlar. Ancak, nesnelere isim veremez, geçmiş olayları anlatamaz veya belirli istekleri doğrudan dile getiremezler. İlk deneylerde bilim insanları, maymunlara konuşmayı öğretmeye çalıştı, ancak fizyolojik sınırlamalar nedeniyle başarısız oldular. Daha sonra, işaret dili ve semboller kullanılarak yapılan çalışmalar başarılı sonuçlar verdi. Şempanzelerin iletişimi, en fazla üç yaşındaki bir çocuğun dil yetisine benziyor. Dil kullanımları çoğunlukla nesne isteme veya duygusal durumlarını ifade etme üzerine kurulu. Geçmiş ya da gelecek hakkında konuşma, sosyal kurallar oluşturma veya karmaşık işbirliği planları yapma yetenekleri yok. Yine de bu çalışmalar, insan dilinin evriminin maymunların sahip olduğu sınırlı ama işlevsel iletişim sistemlerinden türemiş olabileceğini düşündürüyor. Sonuç olarak, maymunların iletişimi insan dili kadar gelişmiş olmasa da, bu çalışmalar dilin evrimsel kökenlerini anlamak açısından önemli veriler sunuyor.

Maymun işaretleri biraz uzun bir başlık ve bu başlığı son paragraftan bir alıntı ile bitirmek istiyorum.

Kendimizi kültürel olarak yaratılmış mal ve hizmetlerle ne kadar çevrelersek veya bunlara ne kadar bağımlı hale gelirsek, bu mal ve hizmetleri elde etmemize yardımcı olmaları için başkalarından talepte bulunma ihtiyacımız da o kadar artar. Atalarımız alet yapımına, alet kullanımına ve kültürel geleneklere giderek daha fazla bağımlı hale geldikçe, genetik olarak kontrol edilen homurdanma, yüz buruşturma ve öfke nöbeti repertuarları, yapmaları gereken genişleyen talep yelpazesini iletmek için artık yeterli olmamaya başladı Kültürel olarak icat edilmiş jestler ve sesler orantılı olarak artacaktı. Dolayısıyla maymun işaretleme deneylerinin gösterdiği şey, afarensislerin birbirlerinden basit isteklerde bulunurken kullandıkları, sosyal olarak edinilmiş 100 ya da 200 jest ya da sesten oluşan bir repertuara kolaylıkla sahip olabilecekleridir. Bu bildiğimiz anlamda bir dil değildi, ama kesinlikle bildiğimiz anlamda bir dilin evrimleşebileceği bir başlangıçtı.”

20. başlık “SESIN ZAFERI” adını taşıyor. İlk atalarımız hem görsel hem de işitsel sinyaller kullanarak duygularını ifade edip basit taleplerde bulunuyorlardı. Ancak işitsel iletişim, zamanla daha karmaşık sistemlerin gelişmesine daha elverişli hale geldi. Homo erectus döneminde atalarımız, ellerini ve kollarını alet yapma, taşıma ve avlanma gibi işlere ayırdıklarından, işaret diliyle karmaşık mesajlar iletmek zorlaştı. Buna karşılık sesli iletişim, gece-gündüz fark etmeksizin ve görüş engellense bile etkili olabiliyordu.Sesli iletişimin sağladığı avantajlar sayesinde, insan atalarının solunum yollarının bir parçası olan farenks (yutak) esneklik kazanarak uzadı. Bu değişim, insanlara "ee," "ay," ve "ooo" gibi temel ünlüleri üretme yeteneği kazandırdı. Ancak, bu anatomik değişiklik yiyecek ve hava yollarının kesişmesine neden oldu, bu da yanlış yutkunma riskini getirdi. Bu özellik yalnızca insanlarda bulunur ve konuşma yeteneğinin gelişimiyle bağlantılıdır. Araştırmacı Philip Lieberman, modern insanın vokal yapısının, anatomik olarak modern Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla eş zamanlı geliştiğini öne sürmektedir. Eğer bu doğruysa, Homo erectus ve Neandertaller tam anlamıyla gelişmiş bir insan konuşmasına sahip değildi. İnsan doğasında konuşmaya eğilim vardır; bebekler doğuştan gelen bir yetiyle çeşitli sesler çıkarır ve zamanla yalnızca çevrelerinde duydukları dilin seslerini öğrenirler. Lieberman, insan konuşmasını mümkün kılan sinirsel ağların, farenksin gelişimiyle birlikte evrimleştiğini öne sürer. Bu sistem, yalnızca seslerin hızlı üretilmesini değil, aynı zamanda gramer ve sözdizimi kurallarının otomatikleşmesini de sağlamış olabilir. Son olarak, insan doğasının hem konuşmaya hem de müziğe karşı güçlü bir yatkınlığı olduğu belirtilmektedir. Konuşma ve müzik, benzer ritmik ve tonal özellikler taşıdığından, belki de müzik sevgimizin kökeni, konuşmanın kendisinde yatmaktadır. Müzik ve dilin bu ortak özellikleri, insan kültürünün gelişiminde önemli bir rol oynamış olabilir.

Yeni başlığımız “NEANDERTAL OLMAK ÜZERİNE”. Bu başlıkta neandertallerin kültürel ve dilsel açıdan Homo sapiens kadar gelişip gelişmediğini tartışıyor. Yaklaşık 100.000 yıl önce Avrupa ve Orta Doğu'da ortaya çıktılar. Soğuk iklim koşullarına uyum sağladıkları düşünülüyor: Kısa ve sağlam vücut yapıları, büyük ön dişleri ve güçlü çene kemikleri vardı. Çiğneme yetenekleri ve fiziksel dayanıklılıkları, hayatta kalmaları için önemliydi. Neandertallerin süs eşyaları, oyulmuş kemikler ve mezar ritüelleri gibi sembolik davranışlar sergilemiş olabileceği öne sürülüyor. Ancak bu bulguların doğal olayların sonucu olup olmadığı belirsiz. Kırmızı aşı boyası kullanımı, mezarlarda çiçek polenleri bulunması gibi kanıtlar, ölümle ilgili ritüellerin varlığına işaret edebilir. Neandertallerin beyinleri büyük olmasına rağmen, konuşma yetenekleri sınırlı olabilir. Kafatası yapıları ve ses telleri, gelişmiş bir vokal sistemleri olmadığına işaret ediyor. Bu da, soyut düşünme ve kültürel ilerleme açısından Homo sapiens kadar yetkin olmayabileceklerini düşündürüyor. Modern Homo sapiens’in Avrupa’ya gelişiyle Neandertallerin 45.000-35.000 yıl önce yok olduğu belirtiliyor. Dil ve kültürel yeteneklerin eksikliği, sapiens karşısında dezavantaj yaratmış olabilir. Sonuç olarak, Neandertaller bazı sembolik ve kültürel pratikler sergilemiş olabilir, ancak dil ve soyut düşünme açısından sapiens seviyesine ulaşamamış olmaları, onların zamanla yok olmasına neden olmuş olabilir.

Sonraki başlık, “NEANDERTAL'İN KADERİ VE TÜRÜMÜZÜN KÖKENİ”. Bu başlık, anatomik olarak modern insanın (Homo sapiens) kökeni ve Neandertallerin (Homo neanderthalensis) akıbeti hakkındaki tartışmaları ele alıyor. İlk modern insan fosilleri, Güney Afrika'daki Klasies River Mouth ve İsrail'deki Qafzeh Mağarası'nda bulundu. Ancak, bu fosillerin 85.000-115.000 yıl öncesine tarihlendiği halde, o dönemde kullanılan taş aletlerin Neandertaller ve diğer arkaik türlerin kullandığı aletlerden çok farklı olmadığı belirtiliyor. Modern insanın Avrupa ve Asya'ya yayılması ise 45.000 yıl öncesine kadar gerçekleşmedi. İki Ana Hipotez var.  İlki, Afrika Kökenli Model. Modern insanın Afrika'da evrimleşip daha sonra Orta Doğu üzerinden Avrupa ve Asya'ya yayıldığını öne sürer. İkincisi, Çok Bölgesel Evrim Modeli. Michigan Üniversitesi'nden Mildreth Wolpoff ve New Mexico Üniversitesi'nden James Spuhler gibi araştırmacılar, Neandertallerin modern insanın ayrı bir türü değil, onun doğrudan ataları olduğunu savunur. Neandertallerin, özellikle Orta Doğu'da 30.000 yıl boyunca modern insanlarla bir arada yaşadığı biliniyor. Ancak Avrupa'da bu süre sadece 5.000 yıl sürdü. Bunun nedeni, erken modern insanların kültürel ve teknolojik olarak henüz büyük bir sıçrama yapmamış olması olabilir. Modern insanlar Avrupa'ya geldiklerinde, daha gelişmiş taş aletler, kemik ve fildişi işlemeciliği, dikiş iğneleri ve atış tahtaları gibi ileri teknolojiler geliştirdiler. Buna karşılık, Neandertaller bu yenilikleri benimseyemedi. Neandertallerin yok oluşunun doğrudan savaşla değil, modern insanların daha başarılı avlanma yöntemleri ve hızlı öğrenme yetenekleri nedeniyle gerçekleştiği öne sürülüyor. Küçük çatışmalar sonucunda Neandertallerin daha az avlanma alanlarına çekilmek zorunda kaldıkları, bunun da nüfuslarının azalmasına yol açtığı düşünülüyor. Sonuç olarak, Harris, Neandertallerin kültürel ve dilsel gelişimde modern insan kadar yetkin olsalardı, farklı bir tarihsel senaryonun gerçekleşebileceğini öne sürüyor.

Kritik bir başlığa geldik. Bu önemli başlık “KÜLTÜR GÖLGELEMESİ” adını taşıyor. Bu başlıktan itibaren Harris konuyu başka bir boyuta çekiyor. Önceki başlık 45 yıl önce modern anlamda  insanın ortaya çıktığına dair görüşlerini aktardı. Daha önce de yine bu tarihlerde bir kültürel kalkış yaşandığını söylemişti. Şİmdi bu başlıkla birlikte aslında kitabın ana konusuna girmiş oluyoruz. İlk paragraf şöyle:

ŞİMDİ TÜM PROLOGLAR sona erdi. Otuz bin yıl önceki atalarımız kendilerini dil, el, göz ve kulağın tam kontrolünde ortaya koyuyor. Kültür, “gölgede bırakarak” ileriye doğru atılırken, insan doğası küçük bir hızla ilerliyor ya da hareketsiz kalıyor. Jeolojik bir anda -5.000 yıl- her türlü sanat doğar ve dinler gelişir.”

Bu başlığın ingilizcesi “Culture Overshadowing” adını taşıyor. Harris bu başlığı seçerek ne kastetmiş. Harris "overshadowing" (gölgeleme, baskın çıkma) terimini kültürel gelişimin insan biyolojisinin ve doğasının çok ötesine geçtiğini vurgulamak için kullanıyor. Burada "overshadowing" ifadesi, kültürel değişimlerin ve yeniliklerin o kadar hızlı ve derin olduğunu anlatıyor ki, insan doğasının ve biyolojik evriminin bu gelişmelerin gölgesinde kaldığını ima ediyor.

Harris, insan kültürünün, sanatın, dinin ve bilimsel düşüncenin büyük bir hızla geliştiğini, ancak insan doğasının (biyolojik evriminin) bu değişimlere ayak uyduramadığını belirtiyor. Biyolojik değişimler on binlerce yıl sürerken, kültürel değişimler çok daha kısa sürede gerçekleşiyor. 

Harris’in başlık altında neler anlattığına bakalım.Yaklaşık 30.000 yıl önce kültürün büyük bir ivme kazandığını ve sanat, din ve bilimsel düşüncenin ortaya çıktığını anlatıyor. İnsanlar mağara duvarlarına büyük, canlı hayvan resimleri yapmaya, heykeller oymaya ve müzik aletleri kullanmaya başladılar. Batı Avrupa’daki mağara resimleri genellikle uzak ve karanlık alanlara yapılmıştı, bu da onların dini ritüellerin bir parçası olduğunu düşündürüyor. Ayrıca, mağaraların zemininde dans izleri bulunması, bu resimlerin törenlerde kullanıldığını gösteriyor. Sanatın yanı sıra, üst Paleolitik dönemin insanları zamanın geçişini de gözlemlemeye başlamış. Resimlerde mevsimlere özgü hayvan tasvirleri bulunması, insanların doğayı dikkatle izlediklerini kanıtlıyor. Alexander Marshack, kemikler ve boynuzlar üzerindeki işaretleri bir tür ay takvimi olarak yorumlamış. Bu işaretlerin av kayıtları olabileceğini düşünen arkeologlar da varmış. Harris, dönemin insanlarının doğa olaylarını kaydetmeye başlamış olması oldukça olasıdır diyor. Genel olarak, bu dönemde sanat, din ve bilim birlikte gelişmiş. İnsanlar hem doğayı anlamaya çalışıyor hem de topluluklarını bir arada tutan ritüeller gerçekleştiriyorlarmış. Bu gelişmeler, insan zihninin soyut düşünceye ve sembolik anlatıma yöneldiğini gösteriyor.

Bir sonraki başlık “ATALAR”. 

Bu başlıktaki ikinci paragrafın sonundan bir alıntı yapayım:

Ancak ilk modern sapiens 150.000 yıl önce ortaya çıktıysa, soy ağaçlarımızın her biri 5.600 nesil geriye gider ve herkesin soyunun yüzde 99'unu soyağacı terra incognita olarak bırakır.”

Wikipediaya göre,  Terra incognita (Latince "bilinmeyen bölge") kartografyada haritalanmamış veya belgelenmemiş bölgeler için kullanılan bir terimdir. İfadenin ilk olarak Batlamyus'un Coğrafya'sında görüldüğüne inanılıyor. 15'inci yüzyılda Coğrafi Keşifler döneminde Batlamyus'un çalışmalarının yeniden keşfedilmesinden sonra tekrar kullanılmaya başlandı.

Atalarımızın sayısı konusu daha önce üstünde durduğum bir konu. Burada karşıma çıkınca tekrar üstünde düşünmek için bir fırsat olmuş oldu. 150 bin yıl önce dünyada kaç sapiens yaşıyordu? İnsan nüfusu yılda yüzde kaç büyüyordu? yani diyelim 150 bin yıl önce dünya üzerinde 100 bin kiş olsun. 100 yıl sonra dünyada kaç kişi bulunurdu? Tarım devrimine kadar çok hızlı bir nüfus artış hızımızın olmadığını tahmin ediyoruz. Avcı-toplayıcı-leşci yaşam tarzının zorlukları gereği nüfusumuzun çok fazla artmadığını düşünüyoruz ama yine de tüm dünyaya yayıdığımıza göre bir bölge belli sayıda insanı beslemeye yetmediğinde yaşadığımız topraklardan göç ettiğimiz ortada. 50-60 kişilik gruplar halinde yaşıyorduk ve belli bir bölge ancak belli sayıda insanı besleyecek kaynağa sahipti. Dolayısı ile arada bir gruptan birileri ayrılıyor ve kendi grıplarını oluşturuyorlardı. 

Bütün bunlardan daha önemlisi dünya üzerinde etkisi onlarca yıl süren büyük felaketler yaşanmış. Yanardağ patlamaları özellikle uzun süreli çevresel etkileri olan felaketlere yol açmış. 74 bin yıl önceki Toba felaketi buna bir örnek. Endonezya'da bir süper volkan patlıyor. Volkan patlaması dünya üzerinde bir iklim krizine yol açıyor. Tam sayıları bilmek mümkün değil ama dünya üzerinde 1000-10000 insan kalmış olabileceği düşünülüyor. 

74 bin yıl önce 10 bin insan kalmış olması bugün yeryüzünde bulunan 8 milyar insanın atasının bu 10 bin kişi olduğu gerçeğini bize gösterir. Her bir nesli 25 yıl yaşadığını farzedersek yaklaşık 3000 nesillik bir geçmişimiz olduğunu düşünebiliriz. Bugün dünyada yaşayan her bir insanın 3000 nesil önceki atası o felaketten kurtulanlardan birisi. 

Bir de  şunu not edip bu konuyu kısaca kapatayım. Yaklaşık 75 bin yıldan bahsediyoruz. 3000 nesilden. Eğer her biri birbirinden bağımsız atalarımız olsaydı matematiksel olarak 2^3000 adet atamız olması gerekirdi. Bunun sayılamayacak kadar çok bir sayıya denk geldiğini gördüğümüzde ve sağduyumuza da dayabarak geçmişte bir çok defalar atalarımızın kesişmiş olduğunu görüyoruz. Bir başka sebep de geçmişte bazı erkeklerin muazzam sayıda eşe ve bir o kadar çocuğa sahip olmaları. Belki geçmişte yaşamış olan 100 milyara yakın insan içinde bu durum çok sık yaşanmadı ama bazı erkeklerin 100 lerce çocuğu olmuş olabilir. Ben bunu insanın cinsellik tarihi açısından da önemsiyorum. Avcı göçebe hayatı yaşadığımız dönemde çok eşlilik mi, tek eşlilik mi yaygındı? Alfa erkekler var mıydı? Klanlar halinde yaşadığımız 200-300 bin yıl boyunca hiyerarşik miydik, eşitlikçi miydik sorularına da ışık tutan bir bilgi olduğunu düşünüyorum. Büyük ihtimalle atalarımız arasında bazı alfa erkekler üreme tekeline sahipti. 

Şimdilik bu konuyu burada kesiyorum ve Harris’in yazdıkları ile devam ediyorum.

Harris bu başlıkta, insan soyunun izini sürme yöntemlerini karşılaştırıyor ve eleştiriyor. Soybilimciler (genealogists) ve paleontologlar, geçmişe yönelik meraklarını farklı şekillerde ele alırlar. Soybilimciler, belirli bireylerin isimlerini ve aile bağlarını takip ederek kökenlerini belirlemeye çalışırken, paleontologlar milyonlarca yıl öncesine dayanan isimsiz ataları inceler. Soybilimin belgelere dayalı izlenebilen sınırları oldukça kısadır; en güvenilir soy ağaçları bile ancak birkaç yüzyıl veya en fazla 50-60 nesil geriye gidebilir. Mormonlar, dinî inançları gereği ölen kişileri isimlendirme ve vaftiz etme çabalarıyla en kapsamlı soybilim çalışmalarını yürütmektedir. Ancak, kökeni Adem'e kadar uzattığını iddia eden bazı Mormon araştırmacılar pek ciddiye alınmaz. Maksimum soy takibini yapabilmek için soybilimciler genellikle tek bir erkek atanın izini sürerler. Örneğin, Alex Haley'nin "Roots" kitabı, bu yöntemi izleyerek bir kölenin soyundan geldiğini ortaya koymuştur. Ancak bu yöntem, birçok doğrudan atayı göz ardı ettiği için eksik bir tablo sunar. Harris, soy takibinde etnik kimlikler ve kabile kökenlerinin kullanıldığını da açıklar. Örneğin, İskoç, Alman, Aztek gibi kimlikler, bireylerin kökenlerini belirlemede kullanılır. Ancak, tarih boyunca fetihler ve karışımlar nedeniyle bu kimliklerin tamamen "saf" olduğu söylenemez. Basques (Basklar) ve Yahudiler, en eski etnik gruplardan olmalarına rağmen, genetik çalışmalar bu grupların da çevrelerindeki halklarla karıştığını göstermektedir. Son olarak, Harris, ırksal kökenlerin izini sürmenin ne kadar belirsiz olduğunu vurgular. Caucasoid, Negroid, Mongoloid gibi sınıflandırmaların gerçekten ne kadar eski ve bilimsel olarak geçerli olduğu sorgulanmalıdır. İnsan soyunun geriye doğru takibi, belirli bir noktadan sonra tarih, mitoloji ve genetik karışımlar nedeniyle belirsizleşir.

25. başlığa ulaştık: “IRKLAR KAÇ YAŞINDA?”. Oldukça uzun başlıklardan birisi. Bu başlıkta, Harris, ırk kavramının genetik, biyolojik ve tarihi temellerine dair karmaşık ve eleştirel bir analiz sunuyor. Irkları belirlemek için kullanılan özellikler (deri rengi, burun şekli, saç yapısı gibi) genellikle yumuşak dokulardır ve fosilleşmez. Kemik yapıları ise çoğunlukla ırkları ayırt etmek için güvenilir değildir çünkü tüm insan gruplarının iskelet boyutları ve şekilleri örtüşür. Modern ırkların belirlenmesi için kullanılan genetik özellikler (örneğin deri rengi veya burun şekli) birbiriyle sürekli bağlı kalmaz. Bu özellikler bağımsız olarak kalıtsal olabilir ve geçmişte bugünkü gibi bir araya gelmemiş olabilir. Farklı bölgelerdeki insanlar, geleneksel ırk kategorilerine sığmayan özellik kombinasyonlarına sahiptir. Örneğin, Kuzey Afrikalılar koyu deri rengine rağmen ince burunlara ve dudaklara sahip olabilir. Benzer şekilde, farklı bölgelerde görülen epikantik (doğu asyalılardaki göz tipi) göz kıvrımı veya saç türleri de belirli bir ırkla sınırlı değildir. ABD'deki gibi sosyal sınıflandırmalar (örneğin, "siyah" veya "beyaz") biyolojik gerçekliklerle örtüşmez. Bir kişinin genetik olarak "melez" olması, sosyal olarak sadece bir kategoriye yerleştirilmesini gerektirmez.  Kan grupları (örneğin, ABO sistemi) veya PTC (feniltiyokarbamid) tat algısı gibi özellikler, ırkların biyolojik sınırlarını aşar. Örneğin, hem İskoçlar hem Afrikalılar hem de Aborjinler arasında yüksek oranda "0" kan grubu bulunabilir. Bu tür genetik özellikler ırk kavramını daha da belirsiz hale getirir. İnsan gruplarının genetik özellikleri, göçler, doğal seçilim ve karışımlar nedeniyle sürekli değişmiştir. Örneğin, uzun burunlar soğuk iklimlere adaptasyon olarak ortaya çıkmış olabilir. Ancak bu tür adaptif özellikler, insanlık tarihini anlamada güvenilir işaretler değildir çünkü çevresel faktörlere bağlı olarak hızla değişebilir. 

Başlığın sonuna geldiğimiz bu noktada kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum çünkü dikkat çekici bir bilgi veriyor:

“Antropolog Luigi Cavalli-Sforza bu teknikleri kullanarak günümüzün yedi büyük popülasyonunu belirlemiştir: Afrikalılar, Avrupalılar, Kuzeydoğu Asyalılar, Güneydoğu Asyalılar, Pasifik Adalılar, Avustralyalılar ve Yeni Gineliler. En olası genetik ağaç, yaklaşık 90.000 yıl önce ortak bir Afrika kök stokundan ilk dallanmayı göstermektedir. İki ana dal yaklaşık 60.000 yıl önce üçe; 45.000 ila 35.000 yıl önce ise Avrupalılar ve Kuzey Asyalılar arasındaki bölünme de dahil olmak üzere beşe dönüşmüştür. En son ayrışmalar Kuzey Asyalıların Kızılderililerden ve Güneydoğu Asyalıların Pasifik Adalılardan ayrılmasını içeriyordu.”

Bu noktada internet araştırması yaptım. Wikipediada şu görseli buldum.


Şekil 5: Homo Sapiensin Yayılışı (Spreading homo sapiens )
Şekil 5: Homo Sapiensin Yayılışı (Spreading homo sapiens )

Atalarımız nerede yaşamış? Ne zaman nereye göç etmiş merak ediyorum. Neden göç etmişler? Onları bir yeri terk etmeye motive eden şey neydi? Hangi güçler yaşadıkları yerleri terk edip başka yerlere gitmeye zorladı? İlk aklıma gelen en temel motivasyonumuz olan hayatta kalma çabası. Yani bir yerde yaşamak artık hayatta kalmak için risk oluşturuyorsa o yerden ayrılmak zorunda kalmış olmalıyız. Bir yerde nüfus arttığında o yer artık fazlalaşan nüfusa yetemeyecek hale gelmişse grup parçalanmış olabilir. Bir diğer yaşama motivasyonumuz da üremek. Bir grup içinde yaşayan bir erkek kendi grubundan bir kadınla birlikte olmak için grubu terk etmek zorunda kalmış olabilir? Yada komşu grupta yaşayan bir kadını kaçırmış olabilir ve kadının akrabaları tarafından öldürülmemek için kaçmış olabilir? 

Kısacası ilk olarak bizler aynen diğer tüm canlılar gibi çevremize bağlı ve bağımlı bir türüz. Yani çevremizi bizi yönlendiriyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Harris bu konuyu çok iyi ele alacak. Araya 3 başlık girecek. Bu 3 başlık sanki biraz ana eksenden sapmış gibi olmamıza yol açıyor ama 29. başlıkla birlikte tekrar ana konuya dönüyoruz.

Sırasıyla “DERİMİZ RENGİNİ NASIL ALDI?”, “AFRİKA NEDEN GERİ KALDI” ve “IRKLAR ARASINDA ZEKA FARKI VAR MI?” başlıklarını göreceğiz. Şimdi bu başlıklarda neler anlatıldığını kısaca ele alıp asıl önemli bulduğum konulara geçelim.

 “DERİMİZ RENGİNİ NASIL ALDI?” başlığında , insanların farklı ten renklerine nasıl sahip olduklarını ve bu renklerin doğal seçilimle nasıl şekillendiğini açıklanıyor. İnsanların ten rengi, melanin adı verilen pigment tarafından belirlenir. Melanin, güneşin zararlı ultraviyole (UV) ışınlarından korunmaya yardımcı olur. Daha fazla melanin, koyu ten rengine ve daha düşük cilt kanseri riskine yol açar. Ancak güneş ışığı aynı zamanda vücutta D vitamini üretimini de sağlar, bu da kalsiyum emilimi ve kemik sağlığı için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle, insanların ten rengi, güneş ışınlarının miktarıyla bir denge kuracak şekilde evrimleşmiştir: Ekvatora yakın bölgelerde (Afrika gibi), güneş ışığı fazladır ve cilt kanseri riski yüksektir. Koyu ten, güçlü melanin üretimi sayesinde zararlı UV ışınlarından korunma sağlar; Daha yüksek enlemlerde (Kuzey Avrupa gibi), güneş ışığı daha azdır ve D vitamini üretimi azalır. Burada açık ten rengi evrimleşmiştir çünkü daha az melanin, zayıf güneş ışığında bile D vitamini üretimini maksimize eder. Beslenme ve kültürel faktörler de bu sürece etki etmiştir. Örneğin, Eskimolar (İnuitler) beklenenden daha koyu tenlidir çünkü balık gibi D vitamini açısından zengin gıdalar tüketirler. Sonuç olarak, ten renginin evrimi, güneş ışığına maruz kalma, D vitamini ihtiyacı ve kültürel etkiler arasındaki bir dengeyle şekillenmiştir.

Harris bir sonraki başlıkta “AFRİKA NEDEN GERİ KALDI” konusunu ele almış. 19. yüzyılda birçok bilim insanı, ırkların sanayileşme yeteneklerinin eşit olmadığını savunuyordu. Thomas Huxley gibi isimler, siyahların beyazlarla rekabet edemeyeceğini iddia etti. Ancak tarih, bu tür görüşlerin yanlışlığını gösterdi. Roma’nın barbar Germenler tarafından yıkılması veya Çin’in Avrupa karşısındaki çöküşü, üstünlük iddialarının temelsizliğini kanıtladı. Afrika’nın geri kalmışlığı da genetik nedenlerden çok tarihsel süreçlerle açıklanmalıdır. Sahra Çölü, Afrika’yı Roma ve Arap teknolojik mirasından izole etti. Avrupalılar 15. yüzyılda Afrika limanlarını ele geçirip kıtayı 500 yıl boyunca sömürdü. Köle ticareti ve sömürge yönetimi, Afrika’nın siyasi ve ekonomik gelişimini engelledi. Avrupa’nın kolonilerde sanayileşmeyi bilinçli olarak önlemesi, bağımsızlık sonrası Afrika ülkelerinin küresel pazarda rekabet etmesini zorlaştırdı. Japonya ve Endonezya’nın farklı tarihleri, dış etkilerin gelişimi nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Afrika’nın bugünkü durumu ırksal değil, tarihsel nedenlerle açıklanmalıdır.

Afrika Neden Geri Kaldı başlığını bu kitaptaki zayıf başlıklardan birisi olarak görüyorum. Bu konuyu ele alış tarzı hem basit hem de açıklayıcı değil. Konunun sadece bir yönünü ele alıyor ve onu da çok iyi yapamıyor. 15. yy’a kadar Avrupa ile Afrika arasında çok büyük eşitsizlik yoktu diyor. Avrupadaki bilimsel gelişmelerde sahra çölü sebebiyle haberleri olmadı diyor. Tam olarak asıl sorun da bu değil mi? Avrupa neden bilimsel gelişmeleri yaşadı da Afrika yaşamadı asıl mesele bu değil mi? Bu başlığı gereksiz buldum.

Ana eksenden kopuk olduğunu düşündüğüm 3. başlık “IRKLAR ARASINDA ZEKA FARKI VAR MI?” adını taşıyor. Harris, siyahların IQ testlerinde beyazlardan ortalama 15 puan daha düşük puan almasının genetik farklılıklardan değil, sosyal ve çevresel faktörlerden kaynaklandığını savunuyor. Yetersiz eğitim, parçalanmış aile yapısı ve entelektüel rol modellerin eksikliği gibi faktörlerin IQ skorlarını etkilediği belirtiliyor. Genetik ve çevrenin etkilerini ayırt etmek için kullanılan ikiz çalışmaları, sosyoekonomik benzerlikler nedeniyle yanıltıcı olabilir. Siyah ve beyaz çocukların yetiştiği ortamlar büyük ölçüde farklı olduğu için, beyaz çocukların çevresel etkilerine bakarak siyahların IQ’su hakkında sonuç çıkarmak hatalıdır. Bu tür bir araştırmayı etik kurallar çerçevesinde yapmak mümkün değildir. Siyahların düşük IQ skorları, Afrika'nın geri kalmışlığı gibi, tarihsel baskı ve eşitsizliklerin sonucudur. Irksal zeka farkları olduğu iddiası bilimsel olarak geçersizdir ve toplumsal eşitlik mücadelesine zarar verir.

Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page