Bir önceki yazıda 19-28 arasındaki başlıkları incelemiştik. Bu yazı 29. başlıktan başlayarak 38. başlığa kadar olan kısmı ele alacağım. Ama yazıya başlamadan önce bir önceki yazıda neler anlatmıştık ona bir bakalım.
İnsan evriminin kültürel kalkış noktasına odaklanan bölümleri görmüştük. "Maymun İşaretleri (Ape-Signs)" başlığı, şempanzelerin doğal ortamda ve laboratuvar deneylerinde jestler, yüz ifadeleri ve sınırlı seslerle iletişim kurduklarını; ancak nesnelere isim verme, geçmişi anlatma veya karmaşık istekleri dile getirme yetilerinin bulunmadığını vurguluyordu. İlk deneylerde konuşma öğretiminin başarısızlığına rağmen, işaret dili ve sembollerle yapılan çalışmaların, insan dilinin evrimsel kökenlerine işaret ettiğini ortaya koyuyor. Kültürel olarak edinilen jest ve ses repertuarının, atalarımızın alet yapımına ve kültürel geleneklere giderek bağımlı hale geldikçe genişlediğini belirtiyor.
"Sesin Zaferi" başlığında, ilk ataların hem görsel hem de işitsel sinyallerle duygularını ifade ettikleri, Homo erectus döneminde ellerin alet işlerine ayrılmasıyla işaret dilinin yerini sesli iletişimin aldığını gördük. Farenksin uzaması, temel ünlülerin üretimine olanak tanırken, modern vokal yapının Homo sapiens’in ortaya çıkışıyla eş zamanlı geliştiği ileri sürülmüştü.
"Neandertal Olmak Üzerine" bölümünde, Neandertallerin soğuk iklim koşullarına uyum sağlayarak kısa, sağlam vücutları, güçlü çeneleri ve sınırlı vokal yetenekleriyle ortaya çıktığı, sembolik pratikler sergilese de dilsel ve soyut düşünmede Homo sapiens’e kıyasla eksik kaldıkları tartışılıyor.
KÜLTÜR GÖLGELEMESİ (Culture Overshadowing) bir önceki yazıda en dikkat çekici başlıktı. Yaklaşık 30.000 yıl önce başlayan kültürel patlama ile sanat, din ve bilimsel düşüncenin hızla geliştiğini; bu durumun, insan biyolojisinin yavaş evrimine gölge düşürdüğünü gördük. Mağara resimleri, heykel, dans izleri ve doğa gözlemleri, insan zihninin soyut düşünceye ve sembolik anlatıya yöneldiğini ortaya koyuyor. Harris burada, kültürel değişimin insan doğasını ve biyolojik evrimi geride bıraktığını ifade etmek için “overshadowing” (gölgeleme) terimini kullanıyor.
Sonraki başlık "ATALAR" adını taşıyordu ve burada ben Harris'ten ilhamla bir şeyler yazdım. Harris, 150.000 yıl öncesine dayanan modern sapiensin ortaya çıkışı ve soyağaçlarının derinliği hakkında yazmış. İnsan nüfusu avcı-toplayıcı yaşamın sınırlamaları nedeniyle küçük gruplar halinde yaşarken, çevresel felaketler (örneğin, 74 bin yıl önceki Toba felaketi) insan sayısını ciddi oranda azaltmış olabilir. Bu felaketin, bugünkü 8 milyar insanın tümünün atalarının belki de 10.000 kişi olabileceğini gösterdiğini yazdım. her bir neslin yaklaşık 25 yıl sürdüğü varsayımıyla 3000 nesil geriye gittiğimizi biliyoruz. Ayrıca, geçmişte bazı erkeklerin çok sayıda çocuk sahibi olması gibi durumlar, insan soyunun izini sürmede önemli ipuçları veriyor olabilir.
Harris, soy takibi yöntemlerini eleştirirken; belgelenebilir soyağaçlarının yalnızca birkaç yüz yıla kadar uzanabildiğini, etnik kimliklerin ve kabile kökenlerinin tarihsel karışıklıklar nedeniyle net tanımlanamadığını belirtiyor.
Sonraki başlıkları açıkcası çok gerekli görmediğimi söyleyeyim. Devamında, Neandertallerin kaderi, modern insanın yayılışı, soy takibi, atalarımızın sayısal ve genetik izleri, ırk kavramının evrimsel temelleri ve özellikle deri renginin, Afrika’nın tarihsel süreçleriyle nasıl şekillendiği ele alınıyor. Son olarak, ırklar arasında gözlemlenen IQ farklarının genetikten ziyade sosyal, çevresel faktörlerden kaynaklandığı savunuluyor.
Bir önceki yazının kısa bir aktarımını yaptıktan sonra artık kaldığımız yerden devam edebiliriz.
29. başlık olan “FARKLI BİR SEÇİM TÜRÜ” ile tekrar ana konumuza dönmüş oluyoruz. Bu başlık önemsediğim bir başlık. Daha önceki başlıklardan daha fazla alıntı yapacağım.
Maalesef bu önemli başlık altında yazılı olanları özetleyemiyorum. Metnin çok büyük bir kısmını alıntılamak zorunda kaldım.
Bu başlık şu cümlelerle başlıyor:
“DOĞAL SEÇİLİM atalarımızın bedenini, beynini ve davranışlarını kültürel kalkışa getirdiğinde, kültürün kendisi de kendi seçilim ilkelerine göre ve kendi düzen ve düzensizlik, şans ve zorunluluk kalıplarıyla evrimleşmeye başladı. Bunu takip eden 35.000 yıl boyunca doğal seçilim insan vücudunu şekillendirmeye ve farklı habitatlarda karşılaşılan güneş radyasyonu, sıcak, soğuk, rakım ve beslenme stresi seviyelerine adapte etmeye devam etti.”

Kitabın bu bölümüne geldiğimizde, Harris, 35 bin yıl önceye kadar insanın hikayesini getirdi ve insanın bu zamana kadar olan evrimini kısaca anlattı. Bu noktadan sonra devreye kültür giriyor.
“Doğal seçilim, vücut hücrelerinin çekirdeğinde bulunan DNA moleküllerinin içerdiği kalıtsal programdaki değişiklikler üzerinde etkilidir. Programdaki değişiklikler ve bunların kontrol ettiği fiziksel ve davranışsal özellikler, ortaya çıktıkları bireyler için daha yüksek bir net üreme oranıyla sonuçlanırsa, değişiklikler sonraki nesillerde tercih edilecek ve bir popülasyonun genetik programının parçası haline gelecektir.
Kültürel seçilim nasıl gerçekleşir? Doğal seçilimin bir sonucu olarak, bedenlerimiz bir takım özel dürtülere, ihtiyaçlara, içgüdülere, tahammül sınırlarına, kırılganlıklara ve büyüme ve bozulma modellerine sahiptir; bunlar toplamda insan doğasının ne anlama geldiğini kabaca tanımlar. İnsan kültürleri, insan doğasının taleplerini ve potansiyellerini karşılayan veya bunlara katılan, sosyal olarak öğrenilmiş davranış ve düşüncelerin organize sistemleridir. Kültürel seçilim insan doğasının hizmetkârıdır. Belirli bir grup veya alt gruptaki bireylerin biyolojik ve psikolojik taleplerini ve potansiyellerini daha etkin bir şekilde karşılayan davranış ve düşünceleri koruyarak ve yayarak çalışır. Sosyal yaşam boyunca, bireylerin düşünme ve davranma biçimlerinde sürekli bir değişim akışı yaşanır ve bu değişimler, refahı artırma veya azaltma yetenekleri açısından sürekli olarak test edilir. Bu test veya tarama, bireyler tarafından maliyet ve faydaların bilinçli bir şekilde tartılmasıyla veya tartılmadan devam edebilir. Önemli olan nokta, bazı varyasyonların diğerlerinden daha faydalı olduğu ve grup (veya alt grup) içinde ve nesiller boyunca korunup yayıldığı, daha az faydalı olduğu ortaya çıkan diğer varyasyonların ise korunmadığı veya yayılmadığıdır.”
Ben yukarıdaki paragrafta Harris’in anlattıklarını çok önemsedim. Önce insan doğasını tanımlayan unsurları görelim:
Özel dürtüler (specific urges)
İhtiyaçlar (needs)
İçgüdüler (instincts)
Tolerans sınırları (limits of tolerance)
Hassasiyetler (vulnerabilities)
Büyüme ve çöküş kalıpları (patterns of growth and decay)
Sonra kültürü, insan doğasının bu taleplerini karşılayan davranış ve düşünceler sistemi olarak tarif etmiş. “Kültürel seçilim insan doğasının hizmetkarıdır” demiş. Bu tespit çok önemli ama ne kadar doğru? Bir önceki okuduğum ve hakkında yazı yazdığım Edgerton’un Hasta Toplumlar kitabında bir çok “maladaptasyon” örneği tartışılmıştı. Kültürel seçilim her zaman pozitif yönde işlemiyor. Harris’in bahsettiği insanın doğası bazı durumlarda kötü uyumlu kültürel seçimlere yol açabiliyor. Kadın sünneti, kölelik, insan yeme maladaptif seçimlerimiz de mevcut. Kültürel seçilimin her zaman pozitif yönde olmak zorunda değil. Tüm seçimlerimizi faydalı olduğu için mi yapıyoruz? Yada daha doğrusu faydalı olmasa da bazen seçim yaptığımız oluyor mu? Seçim yaparken insanın ana motivasyon kaynağı nedir?
İnsanın rasyonel bir canlı olduğunu düşünme yanılgısına düşmememiz gerekiyor. Çoğunlukla rasyonel seçimler yapmış olsak da bazı durumlarda hiç de akılcı olmayan seçimler yapıyoruz. Düşük bilişsel kapasitelerimiz yüzünden eksik veya yanlış yorumlamalar yapıyoruz. Başımıza gelen olaylara cevap bulma kaygısı ile yanlış sonuçlar çıkarıyoruz. Kısacası her zaman faydalı olduğu için değil bazen de yanlış algıladığımız için seçimler yapıyoruz.

Kaldığım yerden devam ediyorum.
Kültürel kalkış gerçekleştikten ve kültürel seçilim tam güçle çalışmaya başladıktan sonra, üreme başarısındaki farklılıklar, davranış ve düşünce farklılıklarının seçildiği ya da yayıldığı araçlar olmaktan çıkar. Takvimlerin, evcil sığırların ya da disketlerin kültürel seçilim tarafından tercih edilmesi için, bu özellikleri icat eden ve yayan bireylerin üreme başarısı yarışında herhangi bir artış olması gerekmez. Bazı büyük kültürel icatlar, refahı artırır, insan doğasını tatmin eder ve tam da üreme başarısı oranlarını düşürdükleri için seçilirler - örneğin doğum kontrol hapları. Üreme başarısı kültürel seçilim için bir dürtü ya da iştah işlevi görmez çünkü böyle bir dürtü ya da iştah insan doğasının bir parçası değildir (bu noktayı daha sonra uzun uzun tartışacağım). Elbette, kültürel seçilim sürekli düşen bir üreme oranıyla sonuçlanırsa, eninde sonunda refahına hizmet ettiği nüfusun yok olmasına yol açacaktır. Ancak bu sonucun, kültürel seçilimin, doğal seçilim gibi, her zaman üreme başarısı oranlarını artırmak için çalışması gerekip gerekmediği sorusuyla hiçbir ilgisi yoktur. Daha sonra vurgulayacağım gibi, son 300 yıldaki insan üreme davranışı, türümüzün her zaman sonraki nesillerde çocuk ve yakın akraba sayısını en üst düzeye çıkarmaya çalıştığı şeklindeki şu anda moda olan sosyobiyolojik aksiyomu benimseyen biri için tamamen anlaşılmaz hale gelmektedir. Kalkış sonrası insan nüfusunda üreme başarısı oranları, yüksek ya da düşük oranların insan doğasının dürtülerini, ihtiyaçlarını, içgüdülerini, tolerans sınırlarını, kırılganlıklarını ve bilinen diğer biyopsikolojik bileşenlerini tatmin edip etmemesine bağlı olarak artabilir ya da azalabilir. İnsanlar üreme başarılarını en üst düzeye çıkarmak için çabaladıklarında, bunun nedeni çok sayıda çocuk sahibi olmak için dayanılmaz özlemler duymaları değil, belirli koşullar altında çok sayıda çocuğa sahip olmanın daha fazla seks, eğlence, yiyecek, zenginlik, müttefik, yaşlılıkta destek veya yaşam kalitesini artıran diğer faydalara yol açmasıdır.”
Harris’in “Üreme başarısı” konusuna bakışı üstünde durmak istiyorum. Bu konuyu çok önemsiyorum. Özellikle baba olma, babalığın keşfi, doğan bebeğin babasının kim olduğunun ne zaman keşfedildiği konularının insanların toplumsal yapısını şekillendirdiğini düşünüyorum. İçgüdüsel bir eylem olarak yapılan seksin asıl amacı aslında bebek sahibi olmak değil. Bebek sahibi olmak yapılan işlemin yan ürünü. Seks yapma işleminin motivasyonu Harris’in de belirttiği gibi zevkli olması ve eğlendirmesi. Seks işleminin asıl faydalanıcısı kim? Yani seks yapmaktan kadın mı daha çok zevk alıyor erkek mi?
Açıkcası bu kitaptan tam olarak beklediğim yukarıdaki sorulara cevap bulmaktı. Belki bu sorulara cevap bulamamış olabilirim - çünkü Harris’in kitabı yazarken bu konular odağında değil - ama kafamdaki sorulara cevap bulmakta yol gösterici olduğu kesin. Bu çeşit araya girişleri ilerde de yapacağım.
Metne döneyim. Çok önemsediğim bu başlıkta ne gördük? Marvin Harris, “FARKLI BİR SEÇİM TÜRÜ” başlığı altında doğal seçilim ile kültürel seçilim arasındaki farkı vurgulamış. Doğal seçilim, biyolojik özellikleri ve genetik aktarımı şekillendirirken, kültürel seçilim insan doğasının ihtiyaçlarını karşılayan düşünce ve davranışları koruyarak yaygınlaştırır. Modern kültürel gelişmeler (teknoloji, tarım, yaşam biçimleri) doğal seçilimle değil, kültürel seçilimle açıklanır. İnsanlar doğrudan üreme başarısını artırmak için değil, yaşam kalitesini yükselten unsurlar için çaba gösterir. Kültürel seçilim, üreme oranlarını artırabilir veya azaltabilir, ancak insan doğasının temel biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarına dayanarak işler.
30. başlık olan “ NEFES ALMAK İÇİN” bana daha önce farketmediğim bir şeyi farkettirdiği için ve insanın evrimine bakış açıma yeni bir boyut kattığı için çok dikkat çekici buldum. Bu başlıkta Marvin Harris, nefes alma ihtiyacının kültürel evrim üzerindeki etkisini ele alıyor. İnsan doğasının temel bir bileşeni olan oksijen ihtiyacı, tarih boyunca yerleşimlerin çoğunlukla deniz seviyesine yakın veya yüksekliği sınırlı alanlarda kurulmasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ile hava kirliliği arttıkça, temiz hava sağlama çabaları da kültürel seçilimin bir parçası haline gelmiştir. Filtreler, katalitik konvertörler, temiz hava için uzak bölgelere taşınma gibi çözümler gelişmiştir. Ancak, hava ticari bir meta olmadığı için, tarih boyunca diğer kaynaklar kadar büyük bir güç aracı olmamıştır. Yine de, gelecekte temiz havanın kıt bir kaynak haline gelip ekonomik ve politik bir kontrol mekanizması olabileceği konusunda uyarıda bulunmaktadır.
İnsanın neyi niye yaptığı, nasıl bu hale geldiği sorularının cevabını bulmak için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin ne olduğuna ve bu ihtiyaçlarımızı karşılamak için hangi çabaları harcadığımıza, neleri göze aldığımıza bakmamız gerekiyor. Bu metne kadar havayı insanın evrimini şekillendiren bir unsur olarak görmemiştim. O kadar göz önündeki, o kadar ortada ki bizi biz yapan ve bugün böyle olmamazın arkasındaki en temel gücü gözden kaçırabiliyoruz. İnsanın ihtiyaçları neler dediğimizde ilk aklımıza yemek ve içmek geliyor ama onun da öncesinde çok daha şart olan havayı düşünmüyoruz.
Aslında her ne olursa olsun her zaman tatmin etmek zorunda olduğumuz birinci ihtiyacımız hava. Bu temel tespit bize şunu sağlamalı. Madem insan olarak, evrimsel olarak, ilk derdimiz hayatta kalmak, o zaman ilk ve her zaman çözmek zorunda olduğumuz birinci derdimiz yaşanabilir hava bulmak. Bizler dünyaya geldiğimiz andan itibaren karşımıza çıkan sorunları çözmek için yaşıyoruz. Karşımıza çıkan sorunları en verimli şekilde çözebildiğimizde başarılı olmuş oluyoruz. Bu durum bugün de geçerli, bundan 30 bin yıl önce de geçerliydi. İnsana, insanın ne olduğuna, insanın neyi neden yaptığına bu bakış açısı içinde kalarak cevaplar bulmalıyız. Bu başlık o yüzden bana çok ilham verdi. Karşımıza çıkan sorunları çözerek hayatta kalabiliyoruz. Çözemediğimizde ölüyoruz bu kadar basit. Ölmemek için ne gerekirse yapıyoruz. Bunun içinde yamyamlık da var; köle olmak da var; eşitsizlik de var; her çeşit haksızlığa göğüs germek de var; kendini kandırma yeteneğini geliştirmek de var… Dolayısı ile fiziksel ihtiyaçlarımız gidermek için ne gerekirse yapıyoruz. Daha sonra fiziksel ihtiyaçlar çözülünce devreye sonraki ihtiyaçlar giriyor.
Çok uzatmadan kitaba devam edeyim. Sonraki iki başlık olan “İÇMEK İÇİN” ve “YEMEK İÇİN” başlıklerı da az önce başladığımız bakışı açısını devam ettiriyor. Bir süre bu çeşit başlıklarla devam edeceğiz. Önümüzdeki 5-6 başlık bu yönde olacak.
Marvin Harris, susuzluk ve açlığın insan doğasındaki rolünü ve kültürel evrimdeki etkisini ele alıyor. Susuzluk, kısa sürede ölümcül olabilen bir ihtiyaç olsa da, tarih boyunca su genellikle bol bulunmuş ve takas edilebilen bir mal olmamıştır. Ancak kentleşme ve sanayileşme ile temiz içme suyu giderek daha değerli hale gelmiştir. Gelecekte, saf suyun lüks bir tüketim malına dönüşebileceğini öngörmektedir. Açlık, susuzluktan farklı olarak, her zaman insanlar için önemli bir değişim aracı olmuştur. Gıda üretimi büyük çaba ve teknoloji gerektirir ve her toplumda büyük bir zaman ve enerji harcamasıyla elde edilir. Naziler tarafından aç bırakılan Varşova Gettosu'ndaki doktorların gözlemleri, açlığın insan bedenini ve psikolojisini nasıl hızlıca çökerttiğini göstermektedir. Açlık, vücudu yavaşça tüketirken, insanlar giderek zayıflar, güçsüzleşir, üreme fonksiyonlarını kaybeder ve sonunda farkında olmadan ölürler. Sonuç olarak, su, kültürel evrimde sonradan önemli hale gelmişken, yiyecek tarih boyunca bir güç kaynağı olmuştur ve ekonomik sistemlerin temelini oluşturmuştur.
32. başlığın sonundaki şu alıntı Harris’i anlamak için çok önemli:
“Daha sonra, yiyecek cinsel hizmetle takas edilmeye başlandığında hominid sosyal yaşamının kendine özgü bir organizasyonunun nasıl ortaya çıktığını göstereceğim. Ama henüz hikâyenin bu kısmını anlatmaya hazır değilim.”
Cinsellik konusuna bakışı daha önce okuduklarımdan farklı. Gerçekten o konuya geldiğimizde benim de söyleyeceğim bir kaç şey olacak. İnsanın neden ve nasıl seks yaptığı konusuna yeni bir bakış getirmek gerektiğinin ben de farkındayım. Çünkü insanı anlamak istiyorsak neden ve nasıl seks yaptığımız konusunu netleştirmemiz gerekiyor. Bu konuya doğru bir açıdan bakmadan yapılan yorumlar bizi ilerletmiyor. Tam tersine saçma sapan yollarda kaybolmamıza yol açıyor.
Sonraki 3 başlık sırasıyla “NEDEN ÇOK FAZLA YİYORUZ”, “NEDEN ZİYAFET EDİYORUZ” ve “NEDEN ŞİŞMANLIYORUZ (YAĞLANIYORUZ)”.
Neden Çok Yiyoruz? İnsanlar, evrimsel süreçte yiyecek kıtlığına adapte olarak hem yemeye hem de fazla yemeye eğilimli hale geldi. Mide büyük miktarlarda gıdayı kolayca alabilecek şekilde genişleyebilir. Ancak modern toplumda bol gıda erişimi, insanların bilinçsizce fazla yemesine yol açıyor. Araştırmalar, insanların aşırı kilo alsalar bile doğal olarak belli bir noktada yemeyi azalttığını gösterse de, günümüz beslenme alışkanlıkları bu dengeyi bozuyor. Gıda bolluğunun insan metabolizmasına uygun olmaması nedeniyle obezite, küresel bir sağlık sorunu haline gelmiştir.
Neden Ziyafet Çekeriz? Atalarımız, kıtlık dönemlerinden sonra mümkün olduğunca fazla yemek yiyerek hayatta kalmaya çalıştı. Vücut, fazla kalorileri yüksek verimlilikle yağa çevirerek depolama yeteneğine sahip. Ancak modern toplumda bu sistem, sürekli gıda erişimi nedeniyle aşırı kilo alımına neden oluyor. Geçmişte, kıtlık sonrası yemek yeme döngüsü doğal bir süreçken, bugün aşırı yeme genellikle bir gereklilik olmaktan çıktı. Günümüzde bayramlar ve kutlamalar, geleneksel olarak fazla yeme ile özdeşleşmiş olsa da, artık enerji depolamak yerine gereksiz fazla kalori alımına sebep oluyor.
Neden Şişmanlıyoruz? İnsan evrimi boyunca obeziteye karşı bir doğal seçilim mekanizması gelişmedi. Bu nedenle, fazla yeme eğilimi doğamızın bir parçası olarak kaldı. Günümüzde kilo vermek zorlaşırken, kilo almak kolaylaştı. İlginç bir şekilde, eskiden gıdaya erişimi sınırlı olan yoksul kesimler zayıfken, günümüzde düşük gelirli gruplar daha yüksek obezite oranlarına sahip. Ucuz ve sağlıksız yiyeceklerin erişilebilirliği, eğitim eksikliği ve sağlıklı yaşamın maliyeti, düşük gelirli bireyleri aşırı kilo almaya daha yatkın hale getiriyor. Böylece, şişmanlık artık sadece fiziksel değil, aynı zamanda sosyal bir durum haline geliyor.
Yukarıdaki 3 başlıktan şunu anlıyoruz: bizler tarih boyunca gıda eksikliği yaşamış bir türüz. Bu yüzden yemek uğruna her çeşit soruna katlanmayı göze alıyoruz. Bir kişi sağlıklı, dengeli ve tutarlı bir şekilde yaşamak istiyorsa en geç 2 gün için karnını adam akıllı doyurabilmeli. Bugün markete gidince her istediğini anında bulabilen bizler için bu açlık riskini anlamak zor. Uzun süre yemek yemeyen her bir kişi açlığın ne kadar eziyet verici bir durum olduğunu bilir. İnsanın su için yemek için göze alamayacağı şey yok. Tabi ki bir çok ahlaki sınırlar var ama tarih boyunca bir çok toplumun neden maladaptif davranış ve uygulamalar geliştirdiğini anlayabiliyoruz. İnsanın tek derdi karnını doyurmak değil. Karnı doyan kişinin bir sonraki derdi de seks oluyor. Zaten Harris de sonraki başlıklarda o konuya geliyor.
Yine yemekle bağlantılı bir başka başlıkla devam ediyoruz. “DOĞUŞTAN / KALITSAL (İNNATE) TATLAR”. Bu başlıkta diğerlerine nazaran oldukça uzun bir yazı içeriyor. Açıkçası ben bu başlığın çok gerekli olduğunu düşünmüyorum ama yine de Harris ne yazmış aktarayım.
İnsan vücudu, temel besin öğelerini farklı kaynaklardan sentezleyebilir ve bu nedenle beslenme konusunda oldukça esnek. Doğuştan bazı tatlara karşı belirli eğilimlerimiz var; acı, ekşi, baharatlı ve tuzlu tatlar genellikle kaçınılan tatlar çünkü doğada birçok zehirli madde bu tatlara sahip. Harris, kültürel alışkanlıklar zamanla bu doğal eğilimleri değiştirebilir diyor. Örneğin, farklı kültürlerde insanlar başlangıçta hoşlanmadıkları acı, ekşi veya baharatlı tatları sever hale gelirmiş. Çinliler acı çay içerken, Latin Amerikalılar baharatlı yiyecekleri tercih edermiş. Bu alışkanlıklar kültürel seçilimle oluşur diyor. Tatlıya olan düşkünlük ise doğuştan gelir, çünkü anne sütü tatlı. Geçmişte tatlı ihtiyacı meyve ve baldan karşılanırken, sanayi devrimiyle şeker ucuz ve yaygın hale geldi. Şeker, çay, kahve ve çikolata gibi içecekleri tatlandırarak hızla benimsendi. Özellikle işçi sınıfı için ucuz bir enerji kaynağı olarak önemli rol oynadı. Ancak zamanla aşırı şeker tüketimi diyabet, obezite ve diş çürükleri gibi sağlık sorunlarına yol açtı. Günümüzde şeker tüketimine karşı bir tepki oluşmaya başlasa da, ekonomik ve sosyal etkenler tatlı tüketimini teşvik ediyor. Bununla birlikte, tat tercihleri kültürel olarak değişebilir ve gelecekte tatlıya karşı bir isteksizlik gelişebilir. Sonuç olarak, tatlar doğuştan gelen eğilimlerle şekillense de, kültürel alışkanlıklar bu tercihleri büyük ölçüde etkiler.
Bir önceki başlığın gereksiz olduğunu söylemiştim ama bu başlık için aynısını söylemeyeceğim. “EDİNİLMİŞ ZEVKLER” adını taşıyan bu başlığın insanı anlamak için gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu başlık şu cümlelerle başlıyor:
“Kültürler tercih ettikleri yiyecek ve tatların özel kombinasyonlarına nasıl ulaşırlar? Gıda tercihleri keyfi midir yoksa kültürel evrimin genel ilkelerine uygun olarak mı seçilmiştir? Bu konu üzerinde çok düşündüm ve belirli mutfakların esas olarak belirli doğal ve kültürel koşullar altındaki nüfuslara temel besin maddelerini sağlama sorununa pratik çözümler getirdiğine ikna oldum. Yemek geleneklerinin temel bileşenlerindeki görünüşte keyfi varyasyonların genellikle besinsel, ekolojik veya ekonomik nedenleri vardır.”
Yukarıdaki yemek geleneği ifadesini çıkaralım ve yerine herhangi bir geleneği koyalım. Her birisi içinde yukarıdaki tespit geçerlidir diyebilir miyiz? Kıyafet, barınma, evlilik veya dini gelenekler de aynen yemek geleneğinde olduğu gibi arkasında ekolojik ve ekonomik nedenler yok mudur? Belki bazı geleneklerin arkasında tamamen irrasyonel nedenler bulunabilir? Belki de bazı geleneklerin arkasında tamamen insan türünün bilişsel yeteneklerinin kısıtlılığı, algılama bozukluğumuz, zeka seviyemizdeki düşüklükler bulunabilir ama geneli için sanırım Harris’in tespiti geçerli olacaktır. Gerçi Edgerton Hasta toplumlar kitabında irrasyonel geleneklere onlarca örnek vermişti ve bu saçma uygulamayı neden yapıyorsunuz diye sorduklarında insanların çok da fazla derinlemesine düşünmeden “çünkü atalarımız” yapıyordu dediklerini biliyoruz. Yine de günümüzde saçma duruma düşmüş olan o “irrasyonel” davranış yada uygulama her ne olursa olsun ilk yapılmaya başlandığında birilerinin bir derdini çözmüş olmalı. Sanırım asıl mesele bugün bize “saçma”, “acımasız”, “ahlaksız” vb gelen bu geleneklerin neden ve hangi şartlarda ortaya çıktığını görmemiz gerekiyor. Ne kadar irrasyonel olursa olsun eğer bir gelenek hayatını devam ettirebilmişse (bir sorunu çözmüş olmalı ki) makul bir açıklaması olmalı.
En saçma, akıl dışı, ahlaksız ve acımasız geleneğin bile ortaya çıkmasını gerektiren bir sorun ve bu soruna dair o dönemde bulunabilecek en makul çözüm olduğuna dair bir bakış açısı olmalı. Belki bulunmuş olan “o çözüm” aslında bulunabilecek en zeki, ahlaklı, akıllı, sağduyulu çözüm değil ama işe yaramış ki devam etmiş. Kadın sünneti, kölelik, yamyamlık vb insanlık dışı uygulamaları bu bakış açısı ile ele alıp, insanların hangi derdini çözmek için bu geleneklerin ortaya çıktığını görmemiz gerekiyor.
Çok uzattım ama çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konu olduğu için elimden geldiği kadar derli toplu yazmak istedim. Harris’in anlattıkları ile devam edelim.
“EDİNİLMİŞ ZEVKLER” başlığında neler anlatıldığına bakalım. Kültürler, besin tercihlerini doğal ve kültürel koşullara uygun olarak geliştirir. Görünüşte rastgele olan mutfak gelenekleri genellikle beslenme, ekoloji ve ekonomi ile ilgilidir. Örneğin, sıcak iklimlerde ve ağırlıklı olarak baklagillere dayalı beslenen toplumlar, baharatlı yiyecekleri tercih eder çünkü bu tür besinler sindirimi kolaylaştırır ve tekdüze diyetleri daha doyurucu hale getirir. Farklı kültürler, mevcut besin kaynaklarına göre hayvansal gıdaları tüketme alışkanlıkları geliştirmiştir. Örneğin, böcekler Amazon gibi bölgelerde bol ve büyük sürüler halinde bulunurken, Avrupa’da büyükbaş hayvancılık yaygın olduğu için böcek tüketimi nadirdir. Bu durum, ekonomik ve ekolojik koşullara dayanır; böceklerin iğrenç görülmesi gibi duygusal tepkilerle açıklanamaz. Dini beslenme yasakları da genellikle ekonomik ve ekolojik nedenlere dayanır. Eski İsrail ve İslam toplumlarında domuzlar, gölge ve su gerektirdiğinden ve tarımsal işlerde kullanılamadığından verimsiz bir yatırım olarak görülmüştür. Benzer şekilde, Hindistan’da inekler süt, gübre ve tarımda kullanıldığından kesilmeyip yaşlılıklarında farklı kastlar tarafından tüketilir. Beslenme alışkanlıklarının genetik eğilimlerle açıklanamayacağı vurgulanır. Örneğin, kırmızı biber genleri Meksikalıların baharatlı yiyecek sevgisini açıklamaz. Kültürel evrim, gıda tercihlerinin oluşumunda baskın rol oynar, ancak bazı durumlarda doğal seçilimle etkileşime girebilir, örneğin süt tüketimine karşı gelişen genetik tolerans gibi.
38. başlığa geldik. Bir sonraki başlık yeni bir konuya giriyor. Yemek konusu ile ilgili son başlık bu. Başlığımızın adı, “GENLER IÇIN BIR TANE”. aslında bir önceki başlıkta kaldığımız yerden devam ediyoruz. İnsanların çoğu, bebeklik döneminden sonra laktoz sindiren enzim olan laktazı üretmeyi bırakır. Ancak, Kuzey Avrupa toplumları ve onların soyundan gelenler yetişkinlikte de süt içebilirken, Doğu Asyalılar, Afrikalılar ve Amerikan Yerlileri laktoz intoleransı nedeniyle sütten kaçınırlar. Süt tüketiminin yaygınlaşması, yaklaşık 12.000 yıl önce Orta Doğu'da süt veren hayvanların evcilleştirilmesiyle başladı. Ancak erken dönem sütçü toplumlar, sütü doğrudan tüketmek yerine yoğurt veya peynir gibi fermente ürünlere dönüştürdü. Bu toplumlar, bol güneş ışığı aldıkları için D vitamini eksikliği çekmez ve kalsiyumu yeşil yapraklı sebzelerden sağlayabilirlerdi. Bu nedenle, laktoz sindirme yeteneğinin yetişkinlikte devam etmesi onlar için bir avantaj sağlamadı. Ancak Kuzey Avrupa’da, güneş ışığının az olduğu ve yeşil sebzelerin yeterince bulunmadığı bir ortamda, laktoz sindirme yeteneği önemli hale geldi. Süt içebilen bireyler, D vitamini eksikliğine bağlı kemik hastalıklarından korunarak daha sağlıklı nesiller yetiştirebildi. Bu avantaj, yetişkinlikte de laktaz üreten genin Kuzey Avrupa'da yayılmasına yol açtı. Hindistan ve Çin arasındaki farklar da incelenmiş. Hindistan’da sütçülük benimsenmiş ve süt ürünleri fermente edilerek tüketilmiş. Çin ise süt üretimini benimsememiş ve sütü beslenmesinin bir parçası yapmamış. Bunun sebebi, Çin’in hayvancılık için gerekli koşullara sahip olmaması ve öküz ihtiyacını göçebe toplumlardan sağlaması. Çin’de ineklerin yerine domuzlar ana hayvancılık kaynağı olmuş, bu da Çin mutfağında süt yerine domuz eti ve yağı kullanımına yol açmış.

Comments