Altıncı yazıya gelmiş bulunuyoruz. Bir önceki yazıda ne anlatmıştık? “Cinsel Zevk” başlığı ile başlamış ve "Cinsel Cehalet" ile devam etmiş ve "Ve Şimdi Tamamen Farklı Bir Şey İçin" başlığı ile bitirmiştik. Bu konularla ilgili hem çok alıntı yapıyorum hem de çok yorum yapıyorum çünkü işlenilen konular ilgi alanıma giriyor ve önemsiyorum. Bu önemli olduğunu düşündüğüm şeyler ne içeriyordu diye hatırlayalım.
Seks, tıpkı açlık gibi hem bir dürtü hem de bir iştah olarak tanımlanıyordu. Uzun süreli cinsel yoksunluk, fiziksel acı yaratmasa da yoğun arzu ve bağımlılık hislerine yol açabiliyor. Ancak açlık, yaşamı tehdit edebilecek düzeyde fiziksel acılara neden olurken, cinsel yoksunluk nispeten daha hafif bir rahatsızlık yaratıyor. Doğal seçilim, sürekli yüksek cinsel hazdan ziyade, hazların aralıklı yaşanmasını sağlayarak, acı ve endişe gibi duyguların çevreyle etkili başa çıkmada gerekli kalmasını temin etmiş. Böylece üreme sürecini tetikleyen uyarılar ödül olarak ortaya çıkmış. Farklı primat türlerinin (şempanze, bonobo, babun, goril, orangutan) çiftleşme stratejileri, erkeklerin rekabet biçimleri ve dişilerin yumurtlama sinyalleri incelenmiş. İnsanlarda dişiler belirgin yumurtlama sinyalleri vermezken, erkeklerin ise testis boyutu ve sperm üretimi açısından orta düzey özellikler sergilediği, bunun tarihsel olarak hem tek eşli hem çok eşli stratejilerin izlerini taşıdığını düşündürdüğü belirtiliyor. İnsan topluluklarında, cinselliğin sadece üreme amaçlı değil, haz, sosyalleşme ve sosyal bağların güçlendirilmesi için de kullanıldığı vurgulanıyor. Ayrıca, erken insan topluluklarında alfa erkek stratejisinin, babalık ve liderlik eğilimlerini etkilediği, baba bakımına yatkın erkeklerin seçilimin avantajını yakaladıkları tartışılıyor. Gizli ovülasyon ve babalık arasındaki ilişki, evrimsel süreçte erkeklerin üreme stratejilerini çeşitlendirmiş. İnsanlarda seks, artık yalnızca bebek sahibi olma işlevi taşımaktan çıkıp, haz ve sosyalleşme amacıyla yapılan, neredeyse takıntılı bir davranış haline gelmiş. Özellikle erkeklerde cinsel düşüncelerin yoğunluğu, kültürel kısıtlamalara rağmen sürekli bir cinsel arzu oluşumunu gösteriyor. Bu durum, insanın üreme içgüdüsünü sadece biyolojik bir zorunluluk olarak değil, zevk ve sosyal bağlamda değerlendirmemiz gerektiğini işaret ediyor. Genel olarak metin, insan cinselliğinin evrimsel kökenlerini, primat örnekleriyle karşılaştırarak, cinsel hazın ve babalığın evrimsel, biyolojik ve kültürel dinamiklerini sorguluyor; üremenin yanı sıra haz arayışının da insan doğasının temel bir parçası olduğunu vurguluyor.
Sırada enteresan bir başlık var: “KADINLARIN GÖĞÜSLERİ NEDEN SÜREKLİ BÜYÜR?”. Harris, insan dışındaki primat dişileri sadece emzirme döneminde göğüs büyümesi yaşarken, insan kadınları ergenlikten itibaren kalıcı olarak büyük göğüslere sahiptir diyor. Bu büyüklük, süt üretimiyle değil, yağ dokusuyla ilgilidir. Harris, büyük göğüslerin, erkekleri cezbetmek için bir sinyal olarak evrimleşmiş olabileceği öne sürüyor. Desmond Morris’in "The Naked Ape" adlı kitabında belirttiği gibi, büyük göğüsler, primat atalarımızdaki genital şişliklerin yerini alan bir cinsel uyarıcı olabilir. Büyük göğüslerin, yağ depolama kapasitesine işaret ettiği ve bu durumun gebelik ve emzirme sürecinde kadınlara avantaj sağladığı düşünülüyor. Özellikle savanlara göç eden erken dönem hominidler için bu yağ depoları hayatta kalma açısından kritik olabilirdi. Büyük göğüslerin erkekler için cinsel çekiciliği her kültürde aynı değildir. Örneğin, bazı toplumlarda çıplak göğüslerin cinsel bir anlamı yokken, Batı toplumlarında büyük göğüsler belirgin bir erotik unsur olarak görülmüştür. Kültürel etkiler ve moda akımları da erkeklerin estetik tercihlerini şekillendirmiştir. Sonuç olarak, büyük göğüslerin evrimi, hem biyolojik hem de kültürel faktörlerle açıklanabilir. Başlangıçta doğal seçilimle şekillenen bu özellik, zamanla kültürel normlar ve modayla farklı anlamlar kazanmıştır.
Büyük göğüs konusunu hızlıca geçtikten sonra kitaptaki önemli başlıklardan birisine geliyoruz. 43. başlık “VERMEK VE ALMAK” adını taşıyor. Bu başlıkta insan toplumlarının temelini oluşturan alışveriş (verme ve alma) ilişkilerini evrimsel perspektiften ele alınmış.. İlk paragraf şöyle başlıyor:
“VERMEK VE ALMAK ya da değiş tokuş, insan toplumlarını bir arada tutan tutkaldır. Değiş tokuşun ilkel biçimi, çiftleşmede somutlaşan hizmetlerin verilmesi ve alınmasıdır: sekse karşılık seks.”
İnsan toplumlarının temelinde karşılıklı hizmet değişimi vardır. Primatlarda bunun en ilkel hali, cinsel ilişkinin bir tür "hizmet değişimi" olarak görülmesidir. Pigmeler gibi bazı şempanze türlerinde dişilerin yiyecek karşılığında seks sunduğu gözlemlenmiştir. Bu davranışın, ilk hominid türleri olan Australopithecus afarensis ve Homo habilis arasında da yaygın olduğu düşünülmektedir. İlk hominidler arasında erkeklerin daha çok et, kadınların ise bitki ve böcek topladığı varsayılmaktadır. Karşılıklı yiyecek değişimi, cinsiyetler arasında bağları güçlendirmiş ve sosyal işbirliğini teşvik etmiştir. Bu alışverişler zamanla bireyler arasında özel ortaklıklar oluşturarak, ilkel aile yapılarının ortaya çıkmasına yol açmıştır.
İkinci paragrafta önemli tespitler var:
“Taraflardan her biri diğerine istediği ama sahip olmadığı bir şey verirse mal karşılığı mal takasının bağ kurucu etkileri artar. Sıradan şempanzeler arasında erkeklerin dişilerden daha sık et, dişilerin ise erkeklerden daha sık böcek elde ettiğini gördüğümüze göre, afarensis ve habilis erkek ve dişilerinin benzer türden takaslarda bulunma olasılığı çok yüksektir - muhtemelen dişiler tarafından elde edilen böcekler ve bitkisel besinler, erkekler tarafından elde edilen leş veya avlanmış et lokmalarına karşılıktır. Takas hacminin ve türlerinin artmasının kaçınılmaz bir etkisi, erkek ve dişi alıcı ve vericilerin alt kümeleri arasında ortaklıklar kurulması olacaktır. Bireyler birlikteki herkese ayrım gözetmeksizin cinsel hizmet sunmayı göze alabilirlerdi -bundan verecek fazlasıyla şeyleri vardı- ama yiyecek sekse kıyasla çok daha sınırlı olduğu için ayrım gözetmeksizin yiyecek vermeyi göze alamazlardı. Yiyecek alışverişini bir bütün olarak birlikten daha küçük iki ya da üç grupta yoğunlaştıran ortaklıklar, ailelerin protokültürel başlangıcını oluşturabilirdi. Birliğin kalıcı olarak dağılmasını önlemek için, bu proto aileler arasında bir dereceye kadar alışverişin sürdürülmesi gerekiyordu. Proto aileler içinde ve arasında, verenler akışın tersine döneceğine güvenmek zorundaydı, bu ne hemen ne de eşit bir geri dönüşle olabilirdi, ama zaman zaman bir dereceye kadar olabilirdi. Aksi takdirde vermekten vazgeçerlerdi”.
Daha karmaşık değişim sistemleri oluşturabilmek için bireylerin hafıza, dikkat ve genel zekâ kapasitelerinin gelişmesi gerekti. Çünkü insanlar, kimin kendilerine ne verdiğini hatırlamak ve bu alışverişin dengesini korumak zorundaydı. Dilin gelişmesiyle birlikte değişim ilişkileri daha karmaşık hale geldi ve hediyeleşme, takas, ticaret, yeniden dağıtım, vergilendirme, ücretler ve maaşlar gibi ekonomik sistemlere evrildi. Bu sistemler sayesinde insanlar, yalnızca en yoğun cinsel tür olmakla kalmayıp, aynı zamanda en sosyal tür haline geldi. Sonuç olarak, karşılıklı alışveriş (verme ve alma), hem insan evriminde işbirliğini artıran bir faktör olmuş hem de sosyal yapıların, ekonomik sistemlerin ve medeniyetlerin temelini atmıştır.
Bu tespitlerde iş bölümü çok kritik bir yer teşkil ediyor. Yemek bulma işinin erkekler ve kadınlar arasında paylaşılmış olması çok kritik. Kadınların erkekler nezdinde ikinci plana itilmesinin arkasında bu yemek bağımlılığı çok kritik bir rol oynamış gibi duruyor. Erkeğin yemek konusunda sağlayıcı olması kadınların bebek sahibi olup kendisinin ve bebeğinin bakımı için erkeğe bağlı kalmış olması çok kritik bir denge oluşmasına yol açmış. Erkeklerin tamamı alfa özellikler sergilemiyor. Çan eğrisi gereği bir gruptaki erkeklerin ancak 3-5’i alfa özellik sergiler. Geri kalan 15-20 erkeğin bu alfa erkeklerin cinsel baskınlığını kırmak için çözüm üretmek durumunda kaldıkları ortada. Belki bir dönem alfa erkeklik sistemi hakim olmuş olsa da bir şekilde bu sistem yerini tek eşliliğe bırakmış. Bu geçişin bir sebebi yemek bulma konusunda iş bölümü, bir başkası kadınlarda kızgınlık belirtilerinin olmayışı, bir diğeri bebek bakımı işinin kadınlar üstünde çok yük getirmesi. Tüm bunlar bir şekilde birleşip bildiğimiz tür ilişkilerin evrimleşmesine yol açmış. Erkek kadından cinsellik alırken kadın erkekten yemek sağlayıcılığı ve bebeğin bakımına destek almış. Bu bakış açısı oldukça açıklayıcı.
Bu kafa açıcı başlıktan sonra diğer başlığımız “KAÇ EŞ?”. Bu başlıkta, erken insan topluluklarında ve günümüzde farklı eşleşme ve aile yapılarının nasıl şekillendiğini görüyoruz. Erken hominidlerin (Australopithecus afarensis ve Homo habilis) nasıl bir çiftleşme ve aile düzenine sahip olduklarına dair kesin bir arkeolojik veya antropolojik kanıt bulunmuyor. Ancak bu, bazı akademisyenlerin insan doğasının monogamiye yatkın olduğu iddiasını sürdürmesini engellememiş. Monogami, bazı teorilere göre insan bebeklerinin uzun bağımlılık süresi nedeniyle ideal kabul edilse de, poligami (çok eşlilik), poliandri (bir kadının birden fazla erkekle ilişkisi) ve tek ebeveynli aileler birçok toplumda yaygındır. Hatta modern monogamik toplumlar bile pratikte poligamiktir, çünkü evlilik dışı ilişkiler, boşanmalar ve yeniden evlenmeler yaygındır. Kadınların evde oturduğu ve erkeklerin avlandığı fikri sorgulanmaktadır. Örneğin, kadın maraton koşucularının erkeklerle rekabet edebilmesi, erken dönem insan kadınlarının da hareketli bir yaşam sürdüğünü ve avlanma ya da savunma faaliyetlerine katıldığını düşündürmektedir. İnsanların tek bir doğal çiftleşme düzenine sahip olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Tarih boyunca eşleşme (üreme) sistemleri çevresel, ekonomik ve toplumsal koşullara göre değişmiştir: Poligini (çok karılılık), Geniş topraklara sahip ancak iş gücü kıt olan toplumlarda yaygındır (örneğin eski Mormon toplumu); Poliandri (çok kocalılık), Kaynakların çok sınırlı olduğu bölgelerde (örneğin Tibet) yaygın bir stratejidir; Monogami, Nüfus baskısı ve kaynak kıtlığının orta seviyelerde olduğu yerlerde daha sık görülür. Eşleşme sistemleri biyolojik bir zorunluluktan ziyade kültürel ve çevresel koşullara göre şekillenir. Endüstriyel toplumlarda evlilik oranlarının düşmesi, boşanmaların artması ve tek başına yaşayan bireylerin çoğalması da kültürel seçilimin bir sonucudur. İnsan doğası ne sadece tek eşliliğe ne de tamamen çok eşliliğe programlıdır. İnsanlar, güçlü bir cinsel dürtüye sahip olmalarına rağmen, içinde bulundukları toplumsal, ekonomik ve çevresel koşullara göre farklı eşleşme ve aile modelleri geliştirebilirler.
Bu bilgiler eşliğinde insanın tek eşli mi çok eşli mi olduğu sorusu anlamsızlaşıyor. Şartlar ne gerektiriyorsa onu yapmışız ve yapıyoruz. Tarih öncesi dönemlerde insan olarak sorunlarımızı çözmek için ne gerekiyorsa onu yaptık. Kadının sorunu bebek bakımı erkeğin sorunu seks ihtiyacı gibi duruyor. Bu konuya ihtiyaçlar ve bedeller açısından bakarsak şunu söyleyebiliriz. En büyük derdimiz neyse ilk olarak onu çözmeye odaklanıyoruz. Kadın da en az erkek kadar sekse ihtiyaç duyar ama eğer ortada hayatta kalmak için bir erkekten destek görmek gibi bir ikilemde kaldığında seksi ikinci plana itip hayatta kalmasını kolaylaştırıcı bir faktör olarak hamile kalmasına sebep olan adamın koruyuculuğu ve desteğini seçebilir. Erkek bu konuda daha özgür. Çünkü hamile kalmak gibi bir derdi yok. Hayatta kalmak için kadı kadar bir başkasına bağımlı değil. Bir bebek doğduğu andan 3-4 yaşına gelene kadar annesine muhtaçken ve annesi için yük iken erkek bu konuda özgür. dolayısı ile hayatta kalması için karnını doyurması yetiyor. Erkeğin kadın kadar bakıma ihtiyacı yok bu durumda ikinci büyük derdi olan seks ihtiyacı çözülmesi gereken bir sorun olarak ortada duruyor. Bunun için bebeğini taşıyan kadınla karşılıklı bir antlaşma ile bu konuya çözüm bulmuş oluyor.
Tam da bu noktada benim düşünce sisteminde baba olma bilincinin ortaya çıkmış olması çok kritik bir hale geliyor. Bütün bu senaryonun işlemesi için, kadının adamı kendisine ve bebeğine bakmasına destek olmak için ikna etmesi için adamın bir sigortaya ihtiyacı var. Seks karşılığında kadına destek olabilir ama bir başka erkeğin bebeğine yatırım yapması için makul bir sebep yok. Dolayısı ile eğer babalık keşfedilmemişse bile yani kadının hamile kalması ile doğan bebek arasında bir ilişki kurulmadan da kadın kendisi ve bebeği için adamdan seks karşılığında destek görebilir. Adam için de bu durumda problem olmaz. Yani bir erkek eğer seks ile bebek arasındaki nedenselliği bilmiyor olduğu durumda çok rahat sırf kadınla seks yapmak için bu alışverişe razı olur. Büyük ihtimalle babalığın keşfi olmaksızın ilişki bu şekilde şekillenmiş olabilir. Bu durumda sadakat çok da olmazsa olmaz bir durum değil. Yani kadın istediği zaman bir başka erkekle de olabilir. Çünkü hamilelikle seks arasında henüz ilişki kurulmamıştır.
Bu bakış açısı ile babalığın keşfi ile tek eşlilik arasında zorunlu bir ilişki olmak zorunda değil. Yani kadının bakım desteği karşılığında kadından seks alması durumu baba olma bilinci olmaksızın da işleyebilir. Hatta alfa olmayan erkekler için bu belki de en makul çözüm yolu olabilir. Kadın bir yandan alfa erkeklerle de birlikte olabilir ama bebeğine ve kendisine bakım sağlayan erkeği kaçırmamak için alfa olanlarla sürekli birlikte olması da gerekmez. Belki içgüdüsel olarak bebeğinin biyolojik babası olması için gruptaki alfa özelliklere sahip erkeği seçer ama geri kalan zamanlarda kendisine bakan adamla birlikte olmaya devam eder.
Bu kadar beyin jimnastiği yeter kitaba dönelim.
45. başlık ve 46. başlık ensestle ilgili. Bu başlıklar sırası ile “GENLER ENSESTE KARŞI MI?” ve “BÜYÜK TABU EFSANESI”. Harris, ilk kısımda ensest tabusunun kökenlerini tartışıyor ve bunun kültürel mi yoksa biyolojik mi olduğu sorusunu ele alıyor. İkinci kısımda ise ensest tabusunun evrimsel kökenlerinin doğal seçilimden ziyade kültürel seçilimle açıklanabileceğini öne sürüyor. Bu zor ve içinden çıkılması güç bir konu. Harris’in bakış açısı oldukça rasyonel ama ne derece gerçeği yansıtıyor bilemiyorum. Harris, Enseste karşı evrensel bir tiksinti olduğu düşünülse de, bu tabunun biyolojik değil kültürel seçilimle oluştuğu öne sürülmektedir diyor. Bir uygulamanın yaygın olması, onun genetik olarak belirlenmiş olduğu anlamına gelmez (örneğin, yemek pişirme her toplumda görülür ama bu biyolojik bir zorunluluk değildir). Tarihsel olarak bazı toplumlarda (örneğin Antik Mısır, İnka ve bazı Afrika krallıkları) ensest evlilikler, özellikle kardeş evlilikleri, yaygın ve kabul gören uygulamalar olmuştur.
İkinci paragrafta dikkat çekici bir tespit var:
“Ensestten kaçınmanın sıkı bir genetik kontrol altında olduğu teorisi, anne-oğul, baba-kız, erkek kardeş-kız kardeş yasaklarının neredeyse evrensel olduğu için kültürel seçilimle açıklanamayacağını savunur. Bu çok zayıf bir çıkarımdır. Evrensel bir uygulama, doğal seçilim kadar kolay bir şekilde kültürel seçilimden de kaynaklanabilir. Bugün istisnasız her toplum ateş yakmakta, su kaynatmakta, yemek pişirmektedir. Bu, bu uygulamaların yakın genetik kontrol altında olduğu anlamına mı gelir? Elbette hayır. Bazı kültürel özellikler o kadar kullanışlıdır ki bir kültürden diğerine aktarılır ya da tekrar tekrar icat edilir ve yeniden keşfedilir. Bu nedenle, ensest tabularının yaygın olarak görülmesi, bunların doğuştan geldiğini değil, yalnızca son derece yararlı olduklarını gösterebilir.”
Modern toplumlarda ensest yasa dışıdır ve ağır şekilde cezalandırılmaktadır, ancak yine de vakalar ortaya çıkmaktadır. Eğer ensest biyolojik olarak tamamen itici olsaydı, bu yasaklara rağmen insanlar buna yönelmezdi. Westermark, küçük yaşlardan itibaren birlikte büyüyen karşı cinsten bireylerin birbirlerine karşı cinsel ilgi duymadığını öne sürmüştür. Bu, genetik olarak belirlenmiş bir ensest-önleme mekanizması olarak görülmektedir. Tayvan'daki "kız evlat edinip eş yapmak" uygulaması, bu evliliklerde düşük doğurganlık ve yüksek boşanma oranı olduğu gözlemlenmiştir. Ancak bu durumun nedeni, çocuklukta gelişen cinsel ilgisizlik mi yoksa sosyal statü farkları ve ekonomik eşitsizlikler mi olduğu net değildir. İsrail Kibbutzlarında büyüyen çocuklar, Kibbutzlarda büyüyenlerin aynı gruptan evlenme oranlarının düşük olduğu iddia edilmiştir. Ancak veriler tam olarak Westermark hipotezini desteklememektedir, çünkü bazı çiftlerin çocukluktan itibaren aynı ortamda büyüdüğü halde evlendiği görülmüştür. Harris, ensest tabusunun doğrudan genetik bir mekanizma ile açıklanamayacağını, bunun yerine kültürel, sosyal ve ekonomik faktörlerin önemli bir rol oynadığını savunmaktadır. Westermark hipotezi bazı verilerle desteklenmiş olsa da, eleştiriler göz önüne alındığında kesin bir kanıt sunmamaktadır. Ensest kaçınma eğilimi biyolojik temellere sahip olabilir, ancak bu eğilim kültürel normlar ve sosyal yapılar tarafından şekillendirilmiştir.
46. başlığa geldik. Harris, ensest yasağının evrenselliğinin genetik değil, kültürel seçilimle daha iyi açıklandığını savunuyor. Antropolog E.B. Tylor’a dayanarak, küçük avcı-toplayıcı grupların hayatta kalmak için birbirleriyle ittifak kurmaya ihtiyaç duyduğunu ve bunun en etkili yolunun evlilikler aracılığıyla birey değiş tokuşu yapmak olduğunu öne sürüyor. Ensest yasağı, bu değiş tokuş sisteminin işlemesini sağlamak için gelişmiştir.
Çok uzun bir alıntı yapıyorum. Başlığın ilk dört paragrafı şöyle:
“Ensestle ilgili KÜLTÜREL SEÇİLİM TEORİLERİ, doğal seçilim teorilerinden daha iyi kanıtlara dayanmaktadır. Bu teoriler, on dokuzuncu yüzyılda İngiliz antropolojisinin kurucularından biri olan E. B. Tylor'a kadar uzanmaktadır. Tylor, temel ensest tabularının, insanların sınırlı bitki ve hayvan mevcudiyeti nedeniyle yaklaşık yirmi ila otuz kişilik küçük gruplar halinde (protohominid birliklerine eşdeğer) yaşamak zorunda kaldıkları kültürel evrimin yiyecek arama aşamasında ortaya çıktığını öne sürmüştür. Günümüz yiyecek arama grupları üzerine yapılan çalışmalar, bu tür gruplarda grup içi çiftleşmelerin önlenmesinin, fiziksel olarak engelli yavrulara sahip olma tehlikesi nedeniyle değil, bu büyüklükteki grupların biyopsikolojik ihtiyaçlarını ve iştahlarını kendi başlarına karşılayamayacak kadar küçük olmaları ve komşularıyla barışçıl ve işbirliğine dayalı ilişkiler kurmazlarsa yok olma riskiyle karşı karşıya kalmaları nedeniyle gerekli olduğunu göstermektedir.
Endogam bir grup - grup içinde çiftleşen bir grup - sürekli düşman komşularla karşı karşıya kalacak ve kuraklık, sel ve diğer iklimsel pürüzlerin yaşandığı yıllarda çok küçük olabilecek bir bölgeye hapsolacaktı. Sadece yirmi ila otuz kişiden oluşan bu grup, yeni bir nesli doğurmak için çok az sayıda kadın bırakacak şanssız bir dizi doğum riskiyle de karşı karşıya kalacaktır. Birbirleriyle ittifaklar kuran gruplar daha geniş toprakları sömürür, daha büyük üreme popülasyonlarına katılır, inatçı savaşçı komşulara karşı savunmada birbirlerine yardımcı olur ve yiyecek kıtlığı zamanlarında birbirlerine yardım ederler. Bu tür ittifaklar nasıl ortaya çıkmış olabilir?
Afarensis ya da habilis birlikleri arasındaki uyumun temelinde mal ve hizmet alışverişi yattığından, değerli mal ve hizmet alışverişi yoluyla komşular arasında ittifaklar kurmak büyük bir yenilik değildi. Onlara açık olan en etkili değişim biçimi neydi? Deneme yanılma yoluyla, bunun kaçınılmaz olarak en değerli varlıklarını, oğullarını ve kızlarını, kardeşlerini birbirlerinin arasında yaşamak, çalışmak ve üremek üzere değiş tokuş etmek olduğunu keşfettiler. Ancak tam da insanlar bu kadar değerli olduğu için, her grup oğullarını ve kızlarını ve kardeşlerini evde tutmaya, onların ekonomik, duygusal ve cinsel hizmetlerinden yararlanmaya meyillidir. İnsanların değişimi sorunsuz bir şekilde ilerlediği sürece, birinin kaybı diğerinin kazanılmasıyla telafi edilir ve her iki taraf da ortaya çıkan ittifaktan kazançlı çıkar. Ancak karşılık vermede uzun süreli bir gecikme, özellikle de bir grubun pazarlığa uymayı reddetmesinden kaynaklanıyorsa, ilgili herkes üzerinde yıkıcı etkiler yaratacaktır. Ensesti çevreleyen dehşet, korku ve öfke, kişilerin değiş tokuşundaki bir bozulmanın grubun tüm üyelerini maruz bıraktığı tehlikeleri yansıtır ve aynı zamanda birlikte cinsel ilişkiye giren insanların hissettiği ayartmaya karşı bir panzehir işlevi görür.
Ensestten kaçınmanın ekonomik ve sosyal değeri, tarımın başlangıcından sonra daha karmaşık toplumların evrimi boyunca yüksek kalmıştır. Tarımsal gruplar arasında, geniş aile haneleri arasındaki evlilik alışverişi ekonomik ve sosyal refah için hala gereklidir. Birbiriyle evlenen haneler arazi temizleme, hasat ve geçici iş gücü yoğunluğu gerektiren hendek açma ve tepeleme işlemlerinde avantajlıdır. Öte yandan, savaşın grubun hayatta kalmasına tehdit oluşturduğu durumlarda, çok sayıda savaşçıyı harekete geçirme becerisi belirleyici olmaktadır. Militarist, erkek egemen köy toplumları ittifakların kurulmasında kadınları sıklıkla piyon olarak kullanır. Bu ittifaklar evlenen gruplar arasındaki savaşı ortadan kaldırmaz, ancak düşman saflarında kız kardeşlerin ve kızların bulunmasından beklenebileceği gibi daha az yaygın hale getirir.”
Yukarıda alıntıladığım bu uzun kısım çok tartışmaya açık bir bakış açısı. İki komşu grup arasında kız alıp vermeyi makul bulmamak mümkün değil ama bu durumu enseste ilişkilendirmek bana çok zorlama geldi. Ensest gibi zorlayıcı bir konunun tartışılması da çok zor. Gerçekten bundan 30-40 bin yıl önce ensest gibi bir sorunları var mıydı insanların bilemiyorum. Bu konunun da yine benim kafamı taktığım konu ile ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani seks ile bebek doğumu arasında ne zaman ilişki kurduk? Eğer seks yapmanın doğum yapmayla ilgisi olduğunu bilmiyorsak bu akrabalık ilişkilerinden bahsedemeyeceğimiz anlamına gelmez mi? Bilebildiğimiz akrabalık ilişkileri aynı anneden doğan çocuklarla sınırlı olmaz mı? Babalığın keşfedilmediği durumda eğer bir ensestten bahsedeceksek bu erkek-kız kardeş arasında ve anne- oğul arasında yaşanabilir. İki kardeşin seks yapmasını engelleyen şey ne olabilir? Bugün bunu engelleyen şey ahlak kuralları değil mi? O zaman ahlak dediğimiz şey belki de çok önceden beri hayatımıza girmişti. iki kardeş arasında seks yapılmasının ahlaksızlık olarak adlandırılması için seks ile onun sonucu olan bebek doğumu arasında ilişki kurmuş olmak zorundayız.
Benim hipotezime göre babalık keşfedildiği anda yani seks ile hamile kalmak arasındaki ilişki kurulduğu anda seksin doğurduğu sonuç anlaşıldı. Yani bir kadın eğer kardeşinden yada babasından hamile kalırsa bunun anlamı doğuracağı çocuğun aynı zamanda hem annesi, hem kardeşi yada hem annesi hem halası olacağı gibi bir durum yaratmış olmasıydı. Bu yeni durum, yeni bilgi, yeni bilinç, kadınları yada adamları veya anneleri ve babaları ne derece etkiledi bilemiyorum. Ama bir konunun bu denli zorlayıcı olmasının arkasında bir çeşit şok edici bilgi olmalı. Bu şok edici bilgi bazı gruplarda o kadar da şoke edici olarak görülmemiş olabilir ve bu gruplarda ensest bir sorun olmamış olabilir ama bazı yerlerde bu bilinç sıçraması belli ki konuyu tabu haline getirecek denli zorlayıcı olmuş.
Kitaba dönersek başlığın geri kalan kısmında Harris, tarım toplumlarında geniş aile evlilikleri, hem ekonomik hem de askeri işbirliğini güçlendirirken, para ve modern ekonomik sistemlerle birlikte ensest tabusunun ittifak kurmadaki rolü azalmıştır diyor. Ensest tabusu, kültürel olarak değişebilir; bazı ensest türleri (örneğin kardeş evlilikleri) bazı toplumlarda kabul görürken, özellikle anne-oğul veya baba-kız ilişkileri hem aile bağlarını zedeler hem de evlilik kurumunu tehdit ettiği için daha şiddetli bir şekilde kınanır. Sonuç olarak, insan cinsel tercihleri ve aile yapıları, sabit genetik talimatlardan ziyade, kültürel ve sosyal koşullar tarafından şekillendirilmiştir. Harris, bu tartışmayı insanın üreme başarısını maksimize etme eğilimine dair daha temel sorulara yönlendirerek sonlandırıyor.
Altını en çok çizdiğim başlıklardan birisine daha geldik: 47. başlık “ÜREME ZORUNLULUĞU MİTİ”. Harris bu başlık altında, insanlarda cinselliğin üreme zorunluluğundan nasıl ayrıldığını ve ebeveynlerin çocuk yetiştirme konusundaki kararlarının genetik içgüdülerden ziyade kültürel normlar tarafından nasıl şekillendiğini ele alıyor.
Başlık şu paragraflarla başlıyor:
“İNSAN OLMAYAN PRİMATLAR ARASINDA, cinsel uyarım genellikle gebe kalmayı neredeyse garanti eden cinsel birleşmeye yol açar. Sperm ve yumurta bir kez birleştiğinde, hamilelik genellikle doğum sancısı ve doğum aşamasına kadar durmaksızın ilerler. Bundan sonra, güçlü hormonlar anneyi bebeğini emzirmeye, onu taşımaya ve tehlikelerden korumaya zorlar.
İnsanlarda, cinsel ilişkiyi doğum ve yavrunun büyütülmesiyle bağlayan genetik olarak kontrol edilen bu garanti sistemi artık mevcut değildir. Cinsel ilişki gebeliği garanti etmez; gebelik kaçınılmaz olarak doğumla sonuçlanmaz; doğum da anneyi yenidoğanı emzirmeye ve korumaya zorlamaz. Kültürler, bu süreçteki her bir adımın gerçekleşmesini engelleyebilecek öğrenilmiş teknikler ve uygulamalar geliştirmiştir. İyi ya da kötü, hayvanlar aleminin geri kalanında hüküm süren üreme zorunluluğundan kesin olarak kurtulduk. Dolayısıyla, yeryüzündeki diğer tüm canlılardan farklı olarak, davranışlarımız artık yalnızca üreme başarısını artırma kabiliyetine göre seçilmiyor; bunun yerine, kendimiz ve en yakın akrabalarımız için üreme başarısı oranını artırmasa veya hatta düşürse bile, dürtü ve ihtiyaçlarımızın tatminini artırma kabiliyetine göre seçiliyor.
Bu önemli değişimi mümkün kılan şey, doğal seçilimin modern sapienslere hiçbir zaman üreme dürtüsü ya da iştahı bahşetmemiş olmasıdır. Sadece bize güçlü bir cinsel dürtü ve iştah ile fetüsün büyüyebileceği bir iç saklanma yeri bahşetmiştir. Güçlü bir üreme dürtüsü ya da iştahın yokluğunda, kültürel seçilim daha önce cinsel ilişkiyi (seksi) üremeye bağlayan tüm psikolojik ve fizyolojik mekanizmaları bir araya getirebildi..”
Bu girişi olduğu gibi almak zorundaydım. Bu kadar sağlam tespitleri özetleyerek geçemezdim. İnsanlar cinsel ilişki faaliyetini üremek için yapmıyorlar. Cinsel ilişkiye giriyoruz çünkü zevkli. En azından belli bir bilinç seviyesine gelene kadar durum bu. Üremek sadece sonuç. Bu durum tüm canlılar için geçerli. Cinsel ilişkiye zevk için, sosyalleşmek için, alışveriş için, sıkıldığımız için giriyoruz ama üremek için değil.
Durumu bu şekilde ortaya koyduğumuzda bir sorun ortaya çıkıyor. Zevk için, tatmin olmak için yapmak üzere evrimleşen bu şeyi herkes aynı oranda yapamıyor. Hiyerarşik bir ortamda, çan eğrisinin hakim olduğu bir düzende herkes, her zaman cinsel ilişkiye giremiyor. Bazılarımız korkak, bazılarımız aptal, çirkin, utangaç, sakat, kısa, zayıf, kilolu vs… yani bir çoğumuz karşı cins tarafından çekici bulunmuyoruz. Bu durum bugün olduğu gibi bundan 100 bin yıl önce de böyleydi. Kadınların cinsel ilişkiye girmek için tercih ettiği kriterleri tüm erkekler karşılayamıyordu. Bu bir sorun. Kadınlar alfa erkekleri tercih ediyordu ama bu da başka bir sorun. Çünkü alfalar sürekli cinsel ilişki derdinde olduklarından doğan bebeklerin bakımına destek olmuyorlardı. Pasif erkekler hemen burada bir fırsat görmüş olmalılar. Kadınların üstlerindeki yükü alırlarsa onlarla yakınlaşıp, cinsel ilişkiye girme fırsatı bulabilirlerdi. Anlaşılan öyle de olmuş. Ta ki babalık keşfedilene kadar. Onu da az önceki başlık altında yazmıştım.
Alıntı yapmaya ara verip özetleyerek devam edeyim. İnsan olmayan primatlarda cinsel ilişki genellikle doğrudan üremeye yol açarken, insanlarda doğum kontrolü, kürtaj ve farklı cinsel pratikler sayesinde seks üremeyle doğrudan bağlantılı değildir. İnsanlar, kültürel olarak geliştirdikleri yöntemlerle gebeliği önleyebilir, düşük yapabilir veya doğumdan sonra bebeklerini büyütmeme kararı alabilirler. Annelerin çocuklarını besleyip büyütme zorunluluğu biyolojik olarak belirlenmiş değildir; tarih boyunca birçok toplumda istenmeyen bebekler doğrudan veya dolaylı yollarla öldürülmüştür. Özellikle kaynak kıtlığı çeken toplumlarda infanticide (bebek öldürme) yaygın bir uygulama olmuştur. Anneler, hayatta kalma şansı düşük veya "yaşama isteği olmayan" bebeklere daha az bakım göstermiştir.
Bu noktada tekrar alıntı yaparak araya giriyorum. Bu tespit o kadar önemli ki:
“Antropologlar, daha önce kaçınılmaz açlık ve hastalıklara atfedilen bebek ve çocuk ölümlerinin büyük bir kısmının aslında fiili bebek katlinin incelikli biçimlerini temsil edebileceği ihtimaline yeni yeni uyanmaktadır. Bebek ve çocukların bakımının dolaylı, gizli ve bilinçsiz bir şekilde reddedilmesi, özellikle bebek öldürmenin kınanmasını doğum kontrolü ve kürtajın kınanmasıyla birleştiren Üçüncü Dünya ülkelerinde son derece yaygındır. Bu koşullar altında anneler istenmeyen çocukların yükünden kurtulmak için motive olabilirler, ancak bu niyetlerini sadece başkalarına değil kendilerine de saklamak zorunda kalabilirler.”
Ben başka bağlamlarda anneliğin abartılmış bir rol olduğunu yazmıştım. Özellikle bağlanma kuramı çerçevesinde bunu görüyoruz. Çan eğrisi burada da işliyor. Her kadın anneliği severek ve isteyerek yapmıyor. Hatta tahmin edilenden daha fazla kadın aslında sevmediği, istemediği çocukları büyütmek zorunda kalıyor. Bunu hayatın her anında görüyoruz. Çevremiz sevgisiz büyümüş insanlarla dolu. Kafamızda eğer bir kadın çocuk doğurduysa mutlaka onu sever miti var. Halbuki böyle olmak zorunda değil. Kocasını sevmeyen, zorla evlendirilmiş, kendisi çok küçükken aile zoruyla sevmediği bir adamla mecburen evlenmiş, mutsuz o kadar çok kadın var ki. Bir çoğunun 4. 5. çocuğundan sonra bebek büyütme “yükünü” evin diğer çocuklarına attığını biliyoruz. Belki tüm doğan çocukların %30-40’ı sevgi dolu büyüyor ama bir o kadarı da tam tersi bir ortamda hayata atılıyor.
Bu konu ile ilgili kitaptan Tarihsel ve Kültürel Örnekler: Brezilya, Bazı anneler, hasta ve güçsüz görünen bebeklerini ihmal ederek ölüme terk etmiş, bunu "Tanrı'nın iradesi" olarak görmüştür: Çin ve Hindistan, Kız bebeklerin öldürülmesi yaygın bir uygulamaydı, bazı bölgelerde erkek-kız oranı 4:1’e kadar çıkıyordu; Avrupa, Orta Çağ ve sonrasında bebekler, ihmal, kötü beslenme ve "yanlışlıkla üstüne yatma" gibi dolaylı yöntemlerle öldürülüyordu. Yetimhaneler bebeklerin topluca terk edildiği ve çoğunun öldüğü yerlerdi; Japonya, Yeni doğan bir bebeğin yaşatılıp yaşatılmayacağı önceden belirlenir, bu nedenle doğum sonrası hemen kutlama yapılmazdı.
İnsanlarda üreme başarısı, yalnızca doğrudan biyolojik içgüdülerle değil, kültürel normlar ve stratejilerle şekillenmiştir. İnsanlar üremeye içgüdüsel olarak zorlanmaz; cinsellik, bireysel tatmin için de yaşanır. Toplumlar, hangi çocukların büyütüleceğine veya hangilerinin hayatta kalacağına karar veren kültürel kurallar oluşturmuştur. Bazı sosyologlar, çocuk sayısının sınırlandırılmasının aslında ebeveynlerin mevcut çocuklarının hayatta kalma ve üreme şansını artırmak için yapıldığını öne sürer. Ancak Harris, kültürel seçim mekanizmalarının doğrudan üreme başarısından daha karmaşık faktörlere bağlı olduğunu savunuyor. Genel olarak, Harris insanlarda cinselliğin ve ebeveynlik davranışlarının biyolojik zorunluluklardan çok kültürel seçimler tarafından belirlendiğini vurguluyor.
Başlığın sonuna doğru olan bu paragrafla bu başlığı bitireyim:
“Ebeveynler ve çocuk arasındaki bağ hamilelik ve doğumun doğal bir sonucu olsaydı tüm bunlar mümkün olmazdı. Anne ve baba sevgisinin hormonal temeli ne olursa olsun, insan ilişkilerinde bebekleri, ebeveynlerin onları hayatta tutmak için çaba göstermeleri ya da göstermemeleri gereken koşulları tanımlayan kültürel olarak dayatılmış kural ve hedeflerden koruyacak yeterli bir güç olmadığı açıktır.”
Yani, ebeveynlik biyolojik bir zorunluluk değil, büyük ölçüde kültürel ve sosyal faktörler tarafından belirlenen bir süreçtir. Duygusal bakış açısından sıyrılıp olanı olduğu gibi görmeye odaklanırsak bebek sahibi olma konusundaki önyargılarımızdan kurtulursak neyi neden yaptığımız daha net görebiliriz. Söz konusu bebek olunca, sevgi, aşk gibi romantik ve duygusal konular olunca gerçekliği olduğu gibi görmemiz zorlaşıyor.
Sevgi, aşk, duygular yok demiyorum ama yaptığımız şeylerin arkasında evrimsel olarak bu duygular yok. Bebek doğum olayının nedenselliğini çözmediğimiz dönemlerden kalan evrimsel özelliklerimiz olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Bundan 300-400 bin yıl önce başlayan serüvenimiz sırasında cinsel ilişkiye yüklediğimiz anlam, doğan bebeklere yüklediğimiz anlam bugünkü gibi değildi. Bugün sahip olduğumuz özelliklerin temelindeki gerçekliği akıldan çıkarmamamız gerekiyor.

Comments