top of page

Marvin Harris - Türümüz: kim olduğumuz, nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz - kitap incelemesi 7

Okunduğu Gibi

Bir önceki yazıda neler anlatmıştık? Cinsel Zevk ve Sosyal Bağlar hakkında Harris'in görüşlerini aktarmıştım. Harris, İnsan seksüelliği, sadece üreme amacı gütmeyip, aynı zamanda zevk, sosyal bağlar ve alışveriş (verme-alma) ilişkileriyle de şekillenmiştir diyordu. Seks, biyolojik bir zorunluluk olmaktan çıkıp, tatmin ve sosyal etkileşim amacıyla da gerçekleşir. Sonra Kadın göğüslerinin evriminden bahsetmiştik. İnsan kadınlarının ergenlikten itibaren kalıcı ve büyük göğüslere sahip olması, süt üretiminden ziyade erkekleri cezbetme, yağ depolama ve gebelik-emzirme süreçlerinde avantaj sağlama gibi evrimsel işlevlere dayanabilir. Bu özellik, kültürel normlarla da farklı anlamlar kazanmıştır. Değişim ve alışveriş İlişkileri ile devam ettik. İlk insan topluluklarında, cinsel ilişki ile başlayan hizmet ve mal değiş tokuşu, yiyecek paylaşımı ve iş bölümü gibi etmenlerle, aile ve sosyal yapılarının temelini oluşturmuş. Bu değişim ilişkileri, dil ve zekânın gelişmesiyle giderek daha karmaşık ekonomik sistemlere dönüşmüş. Eşleşme Sistemleri hakkında yazdık. İnsanlar tek bir eşleşme modeline bağlı değil. Çevresel, ekonomik ve toplumsal koşullar, monogami, poligami, poliandri gibi çeşitli aile yapılarının ortaya çıkmasına neden olmuş. Kadınların bebek bakımı ve erkeklerin seks ihtiyacı gibi farklı ihtiyaçlar, bu çeşitliliği belirlemiş. Ensest Tabusu hakkında kafa yorduk. Ensestin evrensel görünmesine rağmen, Harris’e göre bu tabuların kaynağı doğrudan genetik kontrol yerine, küçük toplulukların ittifak kurma ve hayatta kalma stratejilerinde yatan kültürel seçilimdir. Yani, ensestten kaçınma, ekonomik ve sosyal faydalar sağlamak amacıyla gelişen kültürel normlardır tespiti okuduk. Üreme Zorunluluğu Miti ile geçen yazıyı bitirdik. Diğer primatlarda cinsel ilişki neredeyse her zaman üremeye yol açarken, insanlarda doğum kontrolü, kürtaj ve kültürel pratiklerle seks, üreme zorunluluğundan ayrılmıştır. Böylece, ebeveynlik ve çocuk bakımı biyolojik zorunluluklardan ziyade kültürel normlar ve kişisel tercihlerle belirlenir. Genel olarak, geçen yazıda insan cinselliğinin evrimsel ve kültürel dinamiklerini ele aldık, seksin yalnızca üreme amacı taşımadığını, aksine tatmin, sosyal bağlar ve kültürel alışveriş mekanizmalarıyla şekillendiğini belirttik.


48. başlık olan “KAÇ ÇOCUK?” başlığı kitaptaki uzun yazılardan birisi. Peki bu uzun yazı ne anlatıyor? Bu başlık, çocukların tarih boyunca ekonomik ve sosyal rollerini ele alıyor. Geleneksel toplumlarda çocukların, ailelerinin ekonomik refahına önemli katkılar sağladığı ve yaşlı ebeveynler için bir güvence olduğu vurgulanıyor. Tarım toplumlarında çocuklar erken yaşlardan itibaren çalışmaya başlar, hane içindeki işlerin büyük bir kısmını üstlenir ve yaşlı ebeveynlerine destek olurdu. Ebeveynler, çocuk ölümlerini göz önünde bulundurarak genellikle hedeflediklerinden daha fazla çocuk yapardı. Örneğin, Hindistan’da aileler iki erkek çocuk büyütmeyi hedeflese de bu hedefe ulaşmak için beş-altı çocuk doğurabilirdi. Tarımsal üretimde erkek emeğinin daha önemli olduğu yerlerde erkek çocuklar tercih edilirken, kadın emeğinin eşit derecede değerli olduğu bölgelerde cinsiyet dengesi korunurdu. Modernleşme ile birlikte çocukların ekonomik değeri azaldı ve ebeveynler az ama eğitimli çocuklar yetiştirme stratejisini benimsedi. ABD'deki yoksul kesimlerde çocuk sahibi olmak, annelere sosyal yardımlar sağladığı için ekonomik bir strateji haline gelebiliyor. İnsanlar çocuk yapma kararlarını içinde bulundukları sosyal ve ekonomik koşullara göre ayarlıyorlar. Modernleşme ve eğitimle birlikte doğum oranlarının düşmesi beklenebilir.

Çocuk sahibi olmakla ilgili Harris’in tespitlerini listeleyerek daha net hale getirelim.

  1. Çocuk Sahibi Olma Kararı Ekonomik ve Sosyal Faktörlere Bağlıdır: 

  2. Çocuk Sayısı, Hayatta Kalma Oranı ve Ekonomik Getiri ile Bağlantılıdır: 

  3. Sanayileşme ve Teknolojik Gelişmeler Doğum Oranlarını Azaltır: 

  4. Cinsiyet Tercihi Üretim Şekline Bağlıdır: 

  5. Yoksul Kesimlerde Çocuk Sahibi Olmak Sosyal Güvence Sağlayabilir:

Sonuç olarak, Çocuk yapma kararları biyolojik güdülerden ziyade, içinde bulunulan ekonomik, kültürel ve sosyal koşullara göre şekillenir. Eğitim, ekonomik refah ve toplumsal dönüşüm, doğum oranlarını ve çocuk yetiştirme stratejilerini doğrudan etkiler.

Ben bu yazıdan anladığım, Harris’in cinsel ilişkiye girmemizde amaç üremiş olmak için üremek değil ama zevk için yapılan bir şeyin yan ürünü olarak çocuk sahibi  olma konusuna bakışını görüyoruz. Bir şekilde hayatımıza çocukla devam ediyoruz ve bunu sadece sevdiğimiz için, sevilmek için değil belli bir amaç uğruna yapıyoruz. Gerçekci olmak gerekirse eğer bir fayda sağlamayacaksa bir çocuğa yapılan yatırım gerçekten çok büyük. Bir anne yada baba gerçekten çocuğu için çok fazla bedel ödüyor. Belki geçmişte çocuk sahibi olmak insanın zaten zor olan hayatına destek olmak için faydacı bir bakışla işe yarıyor olabilir ama günümüzde ebeveynlerin çocuklardan herhangi bir fayda beklentisi yok. Bu durumda çocuk sahibi olmanın anlamı da değişmiş durumda. 

Sonraki başlık “ÜREME BAŞARISIZLIĞIİ” adını taşıyor. Modernleşen bölgelerde doğum oranlarının düşmesi, sanayileşme ile paralellik göstermektedir. Sanayileşme, çocuk yetiştirmenin maliyetini artırmış ve çocuklardan ekonomik geri dönüşlerin gecikmesine neden olmuştur. Aileler artık çocuklarını tarım veya aile işletmelerinde çalıştırmak yerine, bireysel iş gücüne yönlendirmektedir. Bunun sonucunda, yaşlılık döneminde çocuklardan destek beklemek yerine emeklilik sigortaları ve bakım evleri gibi sistemler devreye girmiştir. Doğurganlık oranlarının 2.1’in altına düşmesi, sanayileşmenin ileri aşamalarında daha da belirginleşmiştir. Orta sınıf çiftlerin her iki bireyinin de çalışmak zorunda kalması evlilikleri geciktirmekte, doğum oranlarını azaltmaktadır. Genç bireyler çocuk yetiştirmek yerine eğitim, kariyer ve lüks tüketimi tercih etmektedir. Demografik çalışmalar, en eğitimli ve başarılı erkeklerin genel nüfusa kıyasla daha az çocuk sahibi olduğunu göstermektedir. Bu durum sadece modern toplumlarla sınırlı değildir; geçmişte de bazı elit gruplar, mirasın bölünmesini engellemek için kadınları veya kız çocuklarını sistematik olarak dışlamışlardır. Örneğin, Hindistan’daki Rajput aristokratları, topraklarını erkek varisler arasında korumak adına kız çocuklarını öldürmüştür. Bu uygulamalar, biyolojik değil, kültürel seçilimin bir sonucu olarak görülmektedir. Sonuç olarak, insanlar biyolojik üreme başarısından çok, yaşam kalitesini maksimize edecek şekilde hareket etmektedir. Sanayileşme ile birlikte, fazla çocuk sahibi olmanın dezavantajları arttığı için doğum oranları azalmıştır. Kültürel değişimler ve ekonomik faktörler, doğurganlık üzerindeki en belirleyici etmenlerdir.

Neredeyse kitabın ortasına geldik. 50. başlık “SEVILME IHTIYACI” adını taşıyor. Harris çocukla ilgili konunun her boyutunu ele alıyor. Şimdi sıra çocuk sahibi olmanın maddi olmayan boyutunda. Geleneksel ekonomik mantıkla bakıldığında, modern toplumlarda çocuk sahibi olmanın bireylere maddi bir getirisi yoktur. Aksine, çocuk yetiştirmenin maliyeti oldukça yüksektir ve ebeveynler bu masrafları geri kazanma umuduna sahip değildir. Buna rağmen, doğum oranları sıfıra düşmemiştir ve insanlar hala çocuk sahibi olmak istemektedir. Bunun nedeni, ebeveynlerin biyolojik üreme içgüdüsünden ziyade sevgiye ve duygusal bağlara duydukları ihtiyaçtır. Çocuklar, ebeveynlerinin sevme ve sevilme ihtiyacını karşılayan güçlü duygusal bağlar oluşturur. Deneyler, sevgi ve fiziksel temas eksikliğinin hem insanlarda hem de primatlarda psikolojik sorunlara yol açtığını göstermektedir. Anne ve babalar, çocuklarından aldıkları küçük karşılıklarla bile (göz teması, bir dokunuş, bir gülümseme) bu duygusal bağı güçlendirmekte ve ebeveynlik rollerine bağlanmaktadır. Modern toplumlarda bireyselcilik, rekabet, yalnızlık ve tüketim kültürü yaygınlaştıkça, ebeveynler çocukları bir sevgi kaynağı olarak görmeye daha fazla yönelmektedir. Çocuk sahibi olmanın getirdiği sevgi ve aidiyet hissi, soğuk ve mesafeli sosyal ortamlarda insanları ebeveynliğe iten güçlü bir motivasyon haline gelmiştir. Ancak, bu beklentiler her zaman karşılanmayabilir. Artan boşanma oranları, ebeveynler ve çocuklar arasındaki karşılıklı beklenti dengesizlikleri, ebeveynliğin toplumda giderek sorgulanmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, çocuk sahibi olmak biyolojik bir zorunluluk değil, kültürel ve psikolojik bir tercihtir. Eğer ebeveynlik hayal edilen sevgi ve bağlılığı getirmezse, gelecekte doğum oranlarının daha da düşmesi ve hatta devletin doğum politikalarına müdahale etmesi gündeme gelebilir.

51. başlıkla birlikte farklı bir konuya geçiyoruz: “NEDEN EŞCİNSELLİK?”. Oldukça kısa bir yazı. Çocuk sahibi olmak için değilse neden seks yaparız sorusunun bir başka boyuttan ele alınışını göreceğiz. İnsanlar cinselliği üremeden ayırmanın birçok yolunu bulmuş. Mastürbasyon, doğum kontrol yöntemleri ve çeşitli cinsel uygulamalar yaygın olmasına rağmen, homoseksüelliğe yönelik toplumsal önyargılar devam ediyor. Oysa homoseksüel davranış, insan doğasının bir parçasıdır ve tarih boyunca pek çok toplumda var olmuştur. Araştırmalar, her toplumda küçük bir kesimin genetik veya hormonal olarak aynı cinsiyete ilgi duyduğunu gösterse de, homoseksüel davranışların büyük ölçüde kültürel ve sosyal faktörlere bağlı olduğu vurgulanmaktadır. Harris, insanlar doğuştan belli bir cinsel yönelimle gelmez; cinsellik, kültürel normlarla şekillenir diyor. İnsan doğası cinsel açıdan oldukça esnektir ve yalnızca üreme amacıyla sınırlı değildir. Bazı toplumlar homoseksüelliği tolere eder veya teşvik ederken, diğerleri bunu bastırmak için toplumsal kurallar, dini yasaklar ve yasal düzenlemeler kullanmıştır. Ancak tarihsel ve antropolojik veriler, homoseksüelliğin dünya genelinde farklı biçimlerde var olduğunu ve insan kültürünün cinsel zevkle üremeyi birbirinden ayırma konusunda büyük bir yeteneğe sahip olduğunu göstermektedir.

Harris homoseksüelliği sadece hormonlara ve genetiğe bağlamanın yanlış olduğunu düşünüyor. Ben bu konuda onun kadar net değilim. Bunun bir tercih olduğunu düşünmüyorum. Kadın ve erkeğin homoseksüelliğinin benzer özellikte olmadığını düşünüyorum. Yani erkek için hormonal ve genetik olma olasılığı çok yüksek. Kadın için ise hem biyolojik hem de toplumsal ve psikolojik etkilerin olduğunu düşünüyorum. Bu konu hakkında çok şey okumadım ama sezgisel olarak kadın ve erkek homoseksüelliğinin aynı motivasyona ve/veya sebebe bağlı olmadığını düşünüyorum. Bir çok şeyimiz farklı olduğu gibi cinselliğimizin de farklı olduğunu düşünüyorum.

Harris sonraki bir kaç başlıkta homoseksüelliği incelemeye devam ediyor. Bir sonraki başlık “ERKEK İLE ERKEK” adını taşıyor. Harris, erkekler arasındaki homoseksüel ilişkilerin farklı kültürlerde nasıl şekillendiğini ve nasıl çeşitli toplumsal rollerle ilişkilendirildiğini aktarıyor. Batı heteroseksüel toplumlarında, erkek homoseksüeller genellikle kadınsı olarak stereotiplendiriliyor.. Ancak tarihsel ve etnografik açıdan, erkekler arasındaki en yaygın homoseksüel ilişkiler, savaşçılar arasında gerçekleşmiş. Eski Yunan'da, savaşçılar, savaşlara giderken yanında genç erkekleri partner olarak alırdı. Thebes'teki "Sacred Band" adlı elit birlik, erkek çiftlerinin sadakati ve birlikteliğiyle ün kazanmış. Sudan'daki Azande halkında, savaşçılar, bir kadına evlenebilmek için erkek çocuklarla cinsel ilişki yaşar ve onların yetişmesine yardımcı olurmuş. Papua Yeni Gine’deki Sambia gibi bazı topluluklarda ise erkek çocukların yetişkinliğe geçişi ve “erkeksi” özellik kazanmaları, yaşça büyük erkeklerle cinsel temas ve semen aktarımı yoluyla sağlanır. Bu tür ilişkiler, erkekleri daha sert ve maskülen hale getirmeyi amaçlayan birer girişim olarak görülüyordu. Birçok yerde erkekler hem homoseksüel hem heteroseksüel ilişkilere yönelebilir, ancak “insertee” (penetrasyona maruz kalan) ile “insertor” (penetrasyonu yapan) arasında toplumsal statü ayrımı vardır. Bazı kültürlerde insertee, “üçüncü cins” veya “kadın-olmayan-erkek” olarak özel bir konuma yerleştirilir. Örneğin, Sibirya şamanları, Afro-Brezilya dini liderleri (macumba, candomble) veya Kızılderili berdache figürleri, “ne kadın ne erkek” sayılıp ruhani ya da şamanik güçlerle ilişkilendirilir. Hijra (Hindistan) topluluğu da benzer şekilde kendilerini kadın gibi sunar, erkeklerle ilişki yaşar ve ritüel işlevler üstlenir. Batı toplumlarında, homoseksüel davranışlar uzun süre suç sayılmış ve toplum tarafından kınanmıştır. Ancak modern zamanlarda, geyler genellikle ayrılmış bir topluluk oluşturarak diğer toplumsal sınıflardan izole bir şekilde yaşamaya başlamışlardır. Homoseksüellik, sanayi toplumunun büyümesiyle birlikte doğurganlık ve üreme üzerine odaklanmış yasalarla baskı altında tutulmuş ve toplumsal olarak dışlanmıştır. Bu yasalar, cinsel ilişkilerin yalnızca üreme amacı taşıması gerektiği anlayışına dayanıyordu. Harris, erkekler arasındaki homoseksüel ilişkilerin çeşitli kültürlerde ve zaman dilimlerinde farklı biçimlerde algılandığını ve bu ilişkilerin bazen toplumsal statüler ve kültürel ritüellerle iç içe geçtiğini anlatıyor.

Bir önceki başlıkta erkekler arası eşcinselliği görmüştük şimdi sıra geldi kadınlar arasındakine. Bu başlığın adı da “KADIN İLE KADIN”. Harris, kadın homoseksüelliğinin erkek homoseksüelliği kadar kurumsallaşmadığını belirtiyor ve bunun nedenlerini inceliyor. Kadınların savaşçı gruplar veya felsefi çıraklık sistemleri gibi dayanışma içeren erkek kurumlarından dışlanmış olmaları, kurumsallaşmış kadın eşcinselliğinin daha az gelişmesine neden olmuş. Ancak, bazı kültürlerde kadın eşcinselliğine dair örnekler mevcuttur: Dahomey (Batı Afrika), kadınlar evlilik öncesi eğitimde cinsel deneyimler yaşarmış; Kuzey Amerika Yerlileri, erkek gibi giyinen ve "erkek olmayan-kadın olmayan" statüsü kazanan kadınlar, kadın eşleriyle evlenirmiş; Karayipler ve Güney Afrika, erkek göçü nedeniyle, yaşlı kadınlar genç kadınlarla ekonomik ve duygusal ilişkiler kurarmış; Çin (19.-20. yy),  ipek işçisi kadınlar, evliliğin kısıtlamalarına karşı çıkarak lezbiyen birliktelikler kurmuş. Kadın homoseksüelliği genellikle göz ardı edilmiş veya bastırılmış olsa da, birçok toplumda kadınlar arasında cinsel deneyimlerin var olduğu belirtiliyor. Modern lezbiyen hareketi ise, erkek eşcinsel hareketinden ve kadın hakları mücadelesinden farklı bir yol izlemiş, ekonomik eşitsizlikler ve erkek egemen cinsiyet normları nedeniyle daha az görünür olmuş.

Evrimsel ve tarihsel olarak cinsel ilişkiye girme konusunda daha rahat olan hangi cinsiyetti? Yani bundan yüzbinlerce yıl önce kadınlar mı yoksa erkekler mi kolayca cinsel ilişkiye girebiliyordu? Ben insanların avcı toplayıcı dönemde en azından başlarda hiyerarşik bir düzenimiz olduğunu düşünüyorum. Bu hiyerarşi sebebi ile homoseksüelliğe zorlanan erkekler olduğunu düşünüyorum. Alfa erkekler gruptaki kadınların çoğuna sahip olduğundan alfa olmayan erkeklerin cinsel ilişki açlığı çektiğini ve bir şekilde bunu gidermek zorunda kaldıklarını düşünüyorum. Diğer primatlarda kzıgınlık dönemi boyunca cinsel aktiflik yaşanırken insan öyle değil. İnsan erkeği de kadını da her an cinsel olarak aktif. Eğer alfa isen bunda sorun yok. İstediğin kadınla cinsel ilişkiye girebiliyorsun ama pasif erkeklerden sen o zaman durumun zor. 

Daha öce yemek bulma, bebeklere destek verme konusunda da bu konuya değinmiştik. alfa olmayan erkekler cinsel ihtiyaçlarını gidermek için çözüm üretmek zorunda idi. Hatta günümüzde bile devam eden hayvanlarla cinsel ilişkiye girmenin arkasında da bu ihtiyaç yatıyor olmalı. Erkeklerin tamamının her istediğinde cinsel ihtiyacını karşılayamadığını tahmin etmek güç değil. Bu sorunu çözmek için bir yol kendi cinsi ile ilişkiye girmek olabilir. Bu sayede evrimsel olarak eşcinsel erkeklerin neden devam ettiğini de anlamış oluruz. Diğer türlü evrimsel olarak hormonal ve genetik sebeplerle eşcinselliğin bir şekilde sona ermesi gerekirdi ama her nasılsa devam etmiş. Çünkü tüm erkekler her zaman kadınlarla birlikte olamıyordu. alfa erkekler de ortamda kadın varken erkeklerle cinsel ilişkiye girmeyi tercih etmiyorlardı. Bu durumda her grupta belki bir iki eşcinsel erkeğin varlığı cinsel isteklerini tatmin edemeyen erkekler için bir imkan yaratmış oluyordu.

Kadın eşcinselliğinin erkek eşcinselliği kadar yaygın olmamasının arkasında bu çeşit bir baskı eksikliği olabilir. Kadınların cinsel açlığını gidermesi erkekler kadar zor olmamalı. 

54. başlık “SPERM YUMURTAYA KARŞI?” adını taşıyor. Harris, biyolojik determinizme dayalı "sperm stratejisi" ve "yumurta stratejisi" teorisini eleştiriyor. Bu teoriye göre, kadınlar az sayıda yumurtaya sahip oldukları ve hamilelik süreci uzun olduğu için tek eşli ve seçici olmalı; erkekler ise milyonlarca sperm ürettikleri için çok eşli ve cinsel açıdan saldırgan olmalıdır. Ancak Hariis, bu görüşün hem primat davranışlarıyla hem de insan toplumlarındaki kadınların gerçek tercihlerine dair gözlemlerle çeliştiğini savunuyor. Özellikle bonobo dişileri erkekler kadar aktif bir şekilde cinsel partner arar ve hem erkeklerle hem de diğer dişilerle sık sık cinsel ilişkiye girer. Eğer kadınlar biyolojik olarak "utangaç" ve tek eşli olsaydı, kadın anatomisi (örneğin çoklu orgazm yeteneği) buna uygun olmazdı. Kadınlar tarihsel olarak erkekler kadar özgür olmadıkları için, çok eşli ilişkileri seçme şansları da kısıtlanmıştır. Erkekler için çok eşlilik kabul edilebilirken, kadınların böyle bir tercihi "düşmüş kadın" olarak damgalanmasına yol açmıştır. Kadınlar genellikle ekonomik bağımlılık nedeniyle tek eşli kalmaya zorlanmıştır. Ancak ekonomik özgürlüğe sahip olduklarında, erkekler kadar çok eşli olabilecekleri gözlemlenmiştir. Kadın merkezli hanelerde kadınlar birden fazla eş veya partner seçebilmektedir. Kadınların cinsel muhafazakârlığı genellikle erkekler tarafından dayatılmış toplumsal baskılardan kaynaklanmaktadır. Kadınlar için cinsel özgürlük genellikle ağır cezalarla veya sosyal damgalamalarla engellenmiştir. Kadınların daha "temkinli" olmasının asıl nedeni biyolojik içgüdüler değil, hamileliğin getirdiği fiziksel ve toplumsal risklerdir. Modern doğum kontrol yöntemleri sayesinde bu engeller ortadan kalktığında, kadınların da cinsel tercihlerini daha özgürce yapabileceği öne sürülmektedir. Sonuç olarak, Harris, kadınların biyolojik olarak tek eşli veya daha az cinsel arzulu olduğu fikrine karşı çıkıyor. Kadınlar, eğer toplumsal kısıtlamalar ortadan kalkarsa, erkekler kadar özgür ve çok eşli olmayı seçebilirler.

Bu özeti geçtikten sonra uzun süredir kafamda biriktirdiğim şeyleri ayrı bir yazıyla aktardım. Yazının linki şu: "Neandertaller, Babalığın Keşfi ve Cinsel İlişkinin Evrimi".

Bir sonraki başlık, “ÇALINTI ZEVKLER” adını taşıyor. Bu başlık, çeşitli geleneksel toplumlarda kadınların cinsel yaşamına dair antropolojik gözlemleri ele alıyor. Bronisław Malinowski, Margaret Mead, Thomas Gregor ve Marjorie Shostak gibi antropologların çalışmalarından yararlanarak, kadınların cinsel özgürlüğünü ve toplumsal normları karşılaştırıyor. Trobriand Adaları'nda (Malinowski), kadınlar evlilik öncesi erkekler kadar aktif bir cinsel yaşam sürdürse de, fazla ileri gitmeleri hoş karşılanmazdı. Açıkça erkekleri baştan çıkaran kadınlar, cinsel başarısızlık olarak görülürdü. Samoa'da (Mead), genç kadınlar ve erkekler, kısa süreli ve çoklu ilişkiler yaşardı. Hristiyan misyonerlerin etkisi öncesinde, bu özgürlük daha fazlaydı. Mangaia'da, kadınlar ve erkekler erken yaşlardan itibaren yoğun bir cinsel deneyime sahipti. Cinsel tatmin, kişisel sevginin ön koşulu olarak görülüyordu. Mehinacu Köyü'nde (Gregor), hem kadınlar hem erkekler evlilik dışı ilişkiler yaşıyordu. Kadınların erkeklerden daha fazla ilişki yaşadığı gözlemlendi, ancak antropolog Gregor, kadınların daha çok sosyal bağlantılar ve hediyeler için ilişki kurduğunu öne sürdü. !Kung San Kabilesi'nde (Shostak), kadınlar, sevgililerinden gelen hediyeler kadar cinsel tatmine de önem veriyordu. Bir kadının hem kocasından hem de sevgilisinden keyif alması ideal görülüyordu. Başlık, erkek antropologların kadınların cinselliğini yorumlamada taraflı olabileceğini ve kadınların cinsel arzularının tarih boyunca erkekler tarafından bastırıldığını savunarak sona eriyor.

Sonraki başlık, “ERKEKLER KADINLARDAN DAHA MI SALDIRGAN?”.  Harris, erkeklerin kadınlardan daha agresif olduğu iddiasını sorguluyor ve bu görüşün biyolojik temellerinin zayıf olduğunu öne sürüyor. Erkeklerin daha fazla testosterona sahip olması genellikle daha agresif oldukları iddiasıyla ilişkilendirilir. Ancak araştırmalar, testosteronun saldırganlığı doğrudan tetiklediğine dair kesin bir kanıt sunmamaktadır. Örneğin, kastrasyon (hadım edilme) insanlarda veya primatlarda saldırganlığı belirgin şekilde azaltmaz. Tarihte yüksek mevkilere gelen bazı hadımlar (eunuchlar) agresif ve güçlü liderler olmuştur. Örneğin, Persli Bagoas ve Çinli Cheng Ho, savaşçı ve askeri liderler olarak tanınmıştır. Bu, testosteron eksikliğinin agresyonu ortadan kaldırmadığını gösterir. Testosteron seviyeleri genellikle agresif bir eylemden önce değil, sonra yükselir. Örneğin, maymunlar başarı kazandıkça testosteron seviyeleri artar. İnsanlarda da benzer bir durum görülür; kazanan sporcuların veya mezun olan doktorların testosteron seviyeleri yükselirken, ameliyat öncesi veya savaş öncesi durumlarda düşüş yaşanır. Harris erkeklerin daha agresif olmasının sebebinin biyoloji yerine sosyal öğrenme ve roller olduğu öne sürüyor. Kadınlar giderek profesyonel hayatta ve yöneticilik pozisyonlarında daha fazla yer almakta ve bu kadınlarda ortalama testosteron seviyelerinin ev kadınlarından yüksek olduğu gözlemlenmektedir. Ancak bu farkın doğuştan mı geldiği yoksa rekabetçi iş ortamının mı bunu tetiklediği kesin değildir. Biyolojik farklılıklar belirli eğilimler yaratabilir, ancak insan toplumu bu eğilimleri değiştirme kapasitesine sahiptir. Kadınlar, toplumsal koşullar değiştikçe erkekler kadar agresif rolleri benimseyebilir. Hormonal farklılıklar mutlak bir engel oluşturmaz.

Benim bu konudaki en doğru bulduğum tespit şudur: Üstler astlara kızma hakkını kendisinde görür. Evde karısına çok kolay şiddet gösteren bir adamın kendisini ne yapayım öfkeme engel olamadım olabilir ama aynı adam işyerinde kendisine kötü davranan bir müdüre öfkelense de şiddet uygulayamaz. Bu bize çok bildiğimiz bir gerçeği gösteriyor. Bizler karşımızdakine şiddet göstermeyi hak olarak gördüğümüzde yada bir kişiye öfkelenmemizin normal olduğunu düşünüyorsak bunu engellemiyoruz. Yani Harris’in yazdıkları ile birleştirirsek erkeklerin daha öfkeli olmasından ziyade bunu kadınlara karşı şiddet olarak kullanmayı kendilerinde hak olarak görmeleri asıl mesele.  

57. başlık “ERKEKSİ (ERKEK FATMA) KIZLAR VE ON İKİ YAŞINDA ERKEKLİĞE GEÇEN OĞLANLAR”. Harris ilginç bir başlık atmış. “Tomboy” şeklinde bir ifade kullanıyor. Bunu bizim kültürümüzden biliyoruz. Erkek gibi özelliklere sahip kızları anlayabiliyoruz ama başlığın ikinci kısmı biraz karışık. Cümlenin gelişinden önceki ifadenin zıddı olduğunu seziyoruz ama ifadenin ingilizcesi kafa karıştırıcı: “PENIS -AT- TWELVE BOYS”. Bu ifadeden tam olarak ne anlamamız gerektiği açık değil. 12’sindeki oğlanları penisleri şeklinde çevirmek mümkün ama ne anlama geliyor net değil. Yazıdan görelim ne olduğunu. Harris, testosteronun erkeklerin kadınlardan daha agresif olmasına neden olup olmadığı konusunu ele alıyor ve bu görüşü sorguluyor. Bazı bilim insanları, fetüs döneminde yüksek testosterona maruz kalan erkeklerin beyinlerinin kalıcı olarak değiştiğini ve bu yüzden daha agresif olduklarını öne sürmüş. John Money ve Anke Ehrhardt’ın araştırmasına göre, doğum öncesinde yüksek testosterona maruz kalan 25 kız çocuğu, diğer kızlardan daha erkeksi davranışlar sergilemiş. Ancak Harris, bu durumu yalnızca biyolojiyle açıklamanın eksik olacağını savunuyor; çünkü annelerinin onları erkek gibi yetiştirmesi ve geçirdikleri cerrahi operasyonlar da davranışlarını etkileyebilir. Başka bir teori, testosteronun asıl etkisinin fetüs döneminde değil, ergenlikte ortaya çıktığını savunur. Julianne Imperato-McGinley'nin araştırması, Dominik Cumhuriyeti'ndeki 19 genetik erkeği incelemiştir. Bu bireyler doğuştan testosteron eksikliği nedeniyle kız gibi görünüyor ve öyle yetiştiriliyordu. Ancak ergenlikte testosteron seviyesi yükseldiğinde erkeklik özellikleri kazandılar ve çoğu "tipik Latin erkekleri" gibi agresif davranışlar sergiledi. Bu, testosteronun etkisinin baskın olduğunu düşündürse de yazar, çevresel faktörlerin göz ardı edilmemesi gerektiğini savunuyor. Toplumları erkeklerin dominant olduğu Latin kültüründe, ailelerin bu bireyleri bilinçli veya bilinçsiz şekilde erkek gibi davranmaya yönlendirmiş olabileceğini öne sürüyor. Harris, testosteronun agresyon üzerindeki etkisini tamamen reddetmese de kültürel ve sosyal koşulların çok daha belirleyici olduğunu savunuyor. Harris’e göre testosteronun agresyon üzerindeki etkisi karmaşıktır ve sosyal faktörler göz ardı edilmemelidir. Erkeklerin kadınlardan daha agresif olmasının biyolojik olduğu kadar kültürel ve toplumsal nedenleri de vardır. Harris, bunun nedenlerini daha ayrıntılı olarak açıklayacağını belirterek, erkekler ve kadınlar arasındaki düşünme ve zeka farklarını sorgulamaya geçiyor.

Sonraki başlık “ZİHİN, MATEMATİK VE DUYULAR”. Ben bu başlığın ele alınış biçimini beğenmedim. Çok daha kapsamlı şekilde ele alınması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu başlık, kadın ve erkeklerin bilişsel yetenekleri arasındaki farklar konusunu ele alıyor ve özellikle zeka, matematik yeteneği ve duyusal farklılıklar üzerinde duruyor. Harris, geleneksel bilimsel ve toplumsal varsayımları eleştirerek, biyolojik determinizmin etkisinin abartıldığını ve kültürel faktörlerin belirleyici olduğunu savunuyor. 19. yüzyılda erkeklerin daha zeki olduğu iddia edilse de, modern araştırmalar beyin büyüklüğünün vücut ağırlığıyla orantılı olduğunu gösteriyor. IQ testleri, erkekler ve kadınlar arasında eşit sonuçlar vermek üzere tasarlandığından, bu testlerin genel zeka farklarını ölçmede güvenilir olmadığı belirtiliyor. Erkeklerin matematikte kadınlardan daha başarılı olduğu iddiası, Camilla Benbow ve Julian Stanley'nin çalışmalarına dayanıyor. Ancak bu çalışmalar, kızların sosyal ve eğitimsel olarak matematikten uzaklaştırıldığı gerçeğini göz ardı ediyor. Aile, öğretmenler ve rehberlik danışmanlarının matematiği erkeklere özgü bir yetenek olarak tanımlaması, kızların bu alanda daha az ilerlemesine neden oluyor. Kadınların sol beyin (dil yetenekleri), erkeklerin sağ beyin (mekânsal yetenekler) ağırlıklı olduğu iddiasına dair somut bilimsel kanıt bulunmuyor. Üstelik, beyin işlevleri cinsiyetle doğrudan örtüşmeyen çok yönlü özellikler içeriyor. Cinsiyetler arasındaki farklar genetik olsa bile, kültürel seçilim bu farkları büyük ölçüde artırıyor. Örneğin, eğer matematik yeteneğinde genetik bir fark varsa bile, bu fark en fazla 2:1 oranında erkeklerin lehine olmalıydı, ancak bilim ve mühendislik alanlarında erkeklerin kadınlara oranı 9:1 civarında. Bu, toplumsal etkilerin genetik faktörlerden daha belirleyici olduğunu gösteriyor. Kadınlar genellikle daha iyi işitme ve tat alma duyusuna sahipken, erkekler daha keskin görme yetisine sahip olabiliyor. Ancak bu duyusal farklar meslek dağılımına doğrudan yansımıyor. Örneğin, daha iyi işitmeye sahip kadınların müzisyen, daha iyi tat alma yetisine sahip kadınların şef olması beklenirdi, fakat gerçek hayatta bu mesleklerde erkekler baskın durumda. Bu da, biyolojik avantajların kültürel engeller nedeniyle belirleyici olamadığını gösteriyor. Sonuç olarak, biyolojik cinsiyet farkları mevcut olabilir, ancak bunların toplumsal cinsiyet rollerini belirleyici olduğu iddiası bilimsel olarak kanıtlanmış değil. Kültürel seçilim, biyolojik farklılıkları olduğundan çok daha büyük hale getirerek, toplumsal rollerin şekillenmesinde baskın bir faktör oluyor.

Kadın mı, erkek mi daha akıllı sorusu, hangisinin IQ’su daha yüksek sorusu gerçek anlamda anlamsız bir soru. Kadın ve erkeğin doğaları gereği farklı alanlarda daha yetenekli oldukları konusu hakkında bir şeyler söylemek mümkün. Fiziksel olarak erkeğin kadından daha güçlü olması akıl açısında da daha güçlü yada yetenekli olmasını gerektirmez. Yüzbinlerce yıl süren evrimimiz sonucunda erkekler ve kadınlar farklı yeteneklerle donatılmış olarak evrimleşmiş olabilir ama bu durum birisini diğerinden daha yetenekli olduğunu kanıtlamaz. En basit ve temel haliyle kadınlar bebek doğururken erkekler kendi grubumuzu rakip gruplardan ve yırtıcı hayvanlardan koruyor. Bu durum bile farklı yeteneklere odaklanmak için yeterli sebep. İş bölümü yapmak mı daha enerji koruyucu herkesin her işi yapması mı? Hayat en az enerji tüketerek en çok verim alacağımız şekilde bizi evrimleştirdi. Bu yüzden uzmanlaşmayı keşfettik. Bu yüzden  herkes her işi mükemmel yapamıyor. Her birimiz kendimize has mizaç özellikleri ile, kendimize has IQ, EQ vb zeka kapasiteleri ile doğuyoruz. Birimiz çok iyi müzik yaparken bir diğerimiz çok iyi matematik yapıyor. Erkekler yüzbinlerce yıl boyunca bazı özelliklere sahip oldukları için hayatta kaldılar aynen kadınlar gibi. Her bir cinsiyetin de daha fazla çocuğu olan ve karnını doyurabilen ve yırtıcılardan sakınanları hayatta kaldı. Bir erkeğin üremesi ile kadının üremesinin arkasında yatan yetenek ve özellikler aynı değil.

59. başlık da kadın ve erkekle ilgili. “SEKS, AVCILIK VE ÖLÜMCÜL GÜÇ” adını taşıyor. Bu başlık, cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıkların tarih boyunca avcılık, silah kullanımı ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerindeki etkilerini inceliyor. Erkekler, ortalama olarak kadınlardan daha uzun, daha ağır ve kas açısından daha güçlüdür. Bu farklar, özellikle atletizm gibi fiziksel güç gerektiren alanlarda erkeklerin kadınlardan daha iyi performans göstermesine yol açar. Bu fiziksel avantajlar, avcılıkla geçinen ilkel toplumlarda büyük avları avlama işinin erkeklere düşmesine neden olmuştur. Kadınlar ise daha çok küçük avları yakalama ve bitki toplama gibi işlerle ilgilenmiştir. Erkekler, tarih boyunca avcılık ve silah yapımı konusunda uzmanlaşmıştır. Bu durum, erkeklerin toplumsal çatışmalarda daha tehlikeli ve baskın hale gelmesine yol açmıştır. Bazı avcı-toplayıcı toplumlarda kadın ve erkekler arasında görece eşitlik bulunmakla birlikte, erkekler genellikle toplumsal karar alma ve çatışma çözme süreçlerinde bir miktar üstünlük sağlar. Bu, fiziksel güçleri ve silah kullanma becerileriyle ilgilidir. Kadınlar bazı avcı-toplayıcı topluluklarda söz sahibi olsalar da, erkeklerin fiziksel üstünlükleri ve silah kullanma becerileri nedeniyle tamamen eşit bir konumda olamamışlardır. Kadınların erkeklere karşı koyma gücü sınırlıdır, özellikle de erkekler ölümcül silahlar kullanma konusunda eğitimliyse. Harris, erkeklerin fiziksel üstünlüklerinin tarih boyunca avcılık ve silahlanma yoluyla toplumsal rollerini nasıl şekillendirdiğini ve bu durumun kadınların toplumsal statüsünü nasıl etkilediğini analiz ediyor.

Bir önceki başlıkta bu durumdan bahsetmeye çalışmıştım. Erkeklerin doğasını oluşturan yeteneklerle kadınlarınkinin farklı olması bir karşılıklı kısır döngüye girmiş. Daha acımasız olmak zorunda olan erkek bu özelliği ile avlanabildi. Avlanma yeteneği acımasız olmayı gerektiriyordu. Bir geyiği öldürmeye kıyamayan erkeğin grubunda tutunabilmesi mümkün olmuyordu. Böylece daha acımasız erkekler hayatta kalabildi. Kadınlar da doğal olarak kendisini ve bebeğini doyurabilen bu acımasız erkekleri eş olarak tercih etti. 

İnsanın hayatta kalmak için geliştirmek zorunda kaldığı özellikler iyi yada kötü; doğru yada yanlış; acımasız yada şefkatli gibi sıfatlarla değerlendirilmemeli. Bizim atalarımız ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptılar. Maalesef bu yapmak zorunda kaldıkları şeyler arasında cinayet, hırsızlık, yamyamlık, köleleştirme de var. Bize çok ahlaksızca gelse de ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptılar. Hayatta kalmak ve üremek bu kadar zor olmasaydı bize olumsuz gelen şeylere de şahit olmazdık. Edgerton’un maladaptasyonla ilgili “Hasta Toplumlar” kitabında verdiği onlarca örnek var. O örnekler yukarıda yazdığım yapmak zorunda olduğumuz için yaptık tespitine aykırı onlarca örnek veriyor. Belki ilk çıktığında faydalı bir amaca hizmet etmiş olabilecek ama devam ettirildiği takdirde gruba zarar veren örnekleri okuduğumuzda şaşkınlık içinde kalıyoruz. Bu maladaptif şeyleri neden yaptıkları sorulduğunda çoğunlukla mantıklı bir cevap veremiyorlar. Bir çok zaman yanlış bilinç, eksik zeka, batıl inanç gibi şeyler yüzünden yanlış olmasına rağmen bazı uygulamaları devam ettiriyoruz.

60. başlık “KADIN SAVAŞÇILAR?” Böylece kitabın %60’ına gelmiş bulunuyoruz. Yavaş yavaş benim ilgi alanımdan çıkıp daha siyasi, devlet yönetimi, şeflik kurma gibi konulara geliyoruz. Zaten başlarda yaptığım kadar çok alıntı yapmamın sebebi de bu. Tabiki okurken birçok yerin altını çizdim ama not alıp üstüne yazacak kadar çok ilgimi çekmedi. Hatta tam tersi bir çok yere katılmadım. Bir çok yere yazılanlara katılmadığımı bildiren notlar düştüm. 

60. başlıkta, savaşın yoğunlaştığı toplumlarda kadınların statüsünün nasıl düştüğü ve erkek egemenliğinin nasıl pekiştiği ele alınıyor. Brian Hayden’in araştırmasına göre, avcı-toplayıcı toplumlarda savaşın şiddeti arttıkça kadınların toplumsal konumu daha da kötüleşmiştir. Erkeklerin savaş zamanındaki rolleri toplumun hayatta kalması açısından kritik hale geldiği için, onların kararları daha fazla önem kazanmış ve kadınların itirazı hem etkisiz hem de tehlikeli hale gelmiştir. Erkekler, fiziksel avantajları nedeniyle hem avcılık hem de savaş için daha uygun görülmüştür. Kas gücüne dayalı silahlarla yapılan savaşlarda erkeklerin kadınlara göre sahip olduğu %10-15'lik fiziksel üstünlük, hayati önem taşımıştır. Ayrıca, hamilelik ve doğum gibi biyolojik faktörler, kadınların savaşçı olmasını daha da zorlaştırmıştır.Modern toplumlarda ve bazı tarihsel örneklerde kadın savaşçılar bulunmasına rağmen, bunlar genellikle ateşli silahların kullanıldığı savaşlarda ortaya çıkmıştır. Örneğin, Rus Devrimi, II. Dünya Savaşı, Viet Cong ve Dahomey Krallığı'ndaki kadın savaşçılar, kas gücü gerektirmeyen silahlar kullanmıştır. Dahomey Krallığı'nda bile kadın savaşçılar sınırlı sayıdaydı ve kral, askerlerinin hamile kalmasını önlemek için katı kurallar koymuştu. Küçük ölçekli, ilkel topluluklar merkezi bir liderlikten ve savaşçıları destekleyecek ekonomik kaynaklardan yoksundu. Bu nedenle, savaşın artması erkeklerin savaşçı rolünü güçlendirirken, kadınların toplumsal konumunu daha da zayıflatmıştır.

Neden bu kadar çok savaşmak zorunda kaldık? Büyük ihtimalle avcı toplayıcılık bizleri doğanın şartlarına mahkum bıraktı. Bu mahkumiyet belli bir alanda yaşayan bir çok grup için tehdit anlamına geliyordu. Diyelim Ankara büyüklüğünde bir alanda yaklaşık kaç grup vardı? Bunu bilmek için bazı verilere ihtiyacımız var. İlk olarak tarih öncesi dönemlerde 30- 50 kişilik gruplar halinde yaşadığımız düşünüyoruz. Hesaplama kolaylığı olsun diye 40 kişilik grup üzerinden hesaplama yapalım. Bir kişi günde 2000 kaloriye ihtiyaç duyar. Bu kaloriyi yaklaşık 2 kg yiyecekten alacağımızı düşünelim. 40 kişinin her gün 80 kg yiyecek bulması gerekiyor. Bu belki bir geyik olabilir yada meyve olabilir veya balık olabilir. Yaşadığımız yere göre değişir. İçinde bulunduğumuz coğrafyaya, iklime, hava koşullarına göre 40 kişilik grubumuzun ne kadar yaşama alanına ihtiyacı vardır. Bu yaşadığımız yerdeki gıda kaynaklarına göre değişir ama kitaplarda 200-1000 km 2 arasında değişir diyor. Biz yine hesaplama kolaylığı olsun diye 500 km2 diyelim. Bu durumda Ankara yüzölçümüne sahip (25.000 km2) bir alanda yaklaşık 50 farklı grup yaşayabilir. Tabi bu sayılar oldukça spekülatif. Belki 40 belki 60 grup yaşıyordu ama amacımız bir tabloyu görmek. Amacımız biz neden bu kadar savaşıyorduk sorusuna cevap bulmak.

Tablo şu: 40 kişilik grubumuz var. Her gün 80 kg yiyecek bulmalıyız. Bunu yaklaşık 500 km2’lik bir alanda yapacağız. Yani 25 km’ye 20 km’lik bir yer düşünün. Aslında oldukça geniş bir alan. Yaşadığımız yer suya yakın olmalı. Her bir kişi günde 2 lt su tüketse günde 80 lt suya ihtiyacımız var. Dört bir tarafımızda bizim gibi hayatta kalmaya çalışan gruplar var. Onların da derdi bizim gibi günde 80 kg yiyecek ve 80 lt su bulmak. Bu gruplarla sürekli temas halinde olmalıyız. Belki de ateşi bulduğumuz andan itibaren en büyük düşmanlarımız yırtıcı hayvanlar olmaktan çıkıp diğer insanlar olmuş olmalı. Asıl tehlikelisi de gruplarından kovulmuş erkekler olabilir. Bir alfanın kontrolü altındaki gruptan dayak yiyip atılmış olan bir erkek ne kadar tehlikelidir kim bilir. Yani sadece iklim, doğa olayları, yırtıcı, zehirli hayvanlar değil bir yandan da diğer gruplar ve başıboş erkekler de başka ve daha büyük tehditler. Yani bizler neden bu kadar savaşçıyız, neden yabancılardan bu kadar korkuyor ve nefret ediyoruz, bir sebebi var. 

Günümüzde de öyle değil mi? Savaş insanları birleştiriyor. Savaş sırasında öncelik hayatta kalmak oluyor. Demokrasi, insan hakları askıya alınabiliyor. Sürekli savaş halinde olan ve belli bir kalesi, konutu, evi olmayan sürekli tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir ortamda şiddet senin doğal halin oluyor. Şiddetin hüküm sürdüğü yerde kaba kuvvet kuralları koyuyor. Kadının ikinci planda kalmış olmasının sebebi olarak hamile kalması, bebek doğurması, çocuk bakması gibi konuları yazmıştık daha önce. şimdi de devreye savaş ve şiddet girdi. 

Ankara gibi bir alanda 50 farklı grup hayatta kalma derdinde. Bir de grubunuzdaki kadınları kaçırmaya çalışan, tecavüz eden yabancı erkek riski var. Hava karardığında her yer tehlikelerle dolu. Bizler topluluk halinde yaşayan bir türüz. tek başına hayatta kalmak çok güç. Kalabalık olmak demek dayanışma demek, grubun birbirine sokulup bir arada kalması aynı anda onlarca göze, kulağa, buruna sahip olmak demek. Yani bir tehlike anında tetikte bekleyen onlarca duyu organı demek. İnsan tek başına kalmamak için elinden geleni yapar.


Evrimsel ve biyolojik farklılıkları, cinsiyet rollerini ve savaşı gösteren sembolik bir resim. Solda, tarih öncesine ait doğal bir ortam, puslu bir orman ve geniş bir ova ile evrimi simgeleyen merkezi bir 'Hayat Ağacı' yer alıyor. Erken hominidlerin siluetleri dallarda beliriyor - avlanma pozlarında kaslı yapılı erkek figürleri ve toplama faaliyetlerinde bulunan daha yumuşak yüz hatlarına sahip kadın figürleri, evrimsel ve biyolojik farklılıkları vurguluyor. Sahne sağa geçtiğinde, gri ve kırmızı tonlarıyla modern bir savaş alanı ortaya çıkıyor. Zırhlı geleneksel erkek savaşçılar stratejik oluşumlar içinde kalkan ve silah kullanırken, askeri üniformalı kadın askerler değişen cinsiyet dinamiklerini yansıtan liderlik rolleri üstleniyor. Arka planda savaşın yıkımını vurgulayan harabeler ve dumanlar yer alıyor. Ortadaki yarı saydam katman, insan rollerinin zaman içindeki dönüşümünü gösteren tarihi bir köprü görevi görüyor. Renk paleti, sıcak doğal tonlardan savaşın soğuk, dramatik tonlarına geçerek resmin sembolizmini ve derinliğini artırıyor. Tablonun sol tarafında, doğal ortamda geçen bir evrim sahnesi yer alıyor. Sol arka planda, sisli bir orman ve geniş bir ova bulunurken, ortada evrimsel süreci simgeleyen bir “yaşam ağacı” yükseliyor. Ağacın dallarında, erken hominidlerin silüetleri; erkek figürler, kaslı vücutları ve avlanma pozisyonlarıyla, kadın figürler ise nazik yüz hatları, besleyici ve toplayıcı rolleriyle betimlenmiş. Bu bölüm, evrimsel süreçte biyolojik farklılıkların ve hayatta kalma stratejilerinin görsel bir yansıması olarak dikkat çekiyor.  Tablonun sağ tarafına doğru geçişte, modern bir savaş sahnesi yer alıyor. Gri ve kırmızı tonların hakim olduğu bu bölümde, geleneksel erkek rolünü simgeleyen zırhlı askerler, kalkan ve silahlarla, savaş alanında stratejik pozisyonlarda gösteriliyor. Arka planda, yıkılmış binalar ve dumanlar, savaşın yıkıcılığını vurgularken; aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerine dair tartışmalara gönderme yapan, cesur kadın savaşçılar da öne çıkıyor. Bu kadın figürler, modern ve eşitlikçi bir gücü simgeleyen, askeri üniformalı ve lider pozisyonlarında betimlenmiş.  Tablonun ortasında, iki bölüm arasında geçişi simgeleyen yarı şeffaf bir katman bulunuyor; burada evrimsel süreçten modern çağa doğru bir geçiş, tarihsel çizgilerle, yüzlerce yıllık değişimin izlerini taşır nitelikte. Renk paleti, doğanın sıcak tonlarından modern savaşın soğuk, dramatik tonlarına doğru kademeli bir geçiş sunarken, fırça darbeleri detaylarda gerçekçiliği ve dinamizmi yansıtıyor.  Bu tablo, izleyiciye evrimsel süreçte biyolojik farklılıkların, toplumsal cinsiyet rollerinin ve savaşın insan doğası üzerindeki derin etkilerini düşündüren, sembolik ve gerçekçi bir anlatı sunuyor.
Evrim, Cinsiyet Rolleri ve Savaş: İnsanlığın Dönüşümü

Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page