Kitabın tamamını bitirmemiş oluyorum ama bu son yazı olacak. Kitabın 100 civarındaki başlığından 66'sını aktarmış oluyorum. 8. yazıya geçmeden önce bir önceki yazıda neler anlattığımıza bir bakalım.
Bir önceki yazı insan üremesi, cinsellik, cinsiyet rolleri ve bilişsel farklılıkları evrimsel, biyolojik ve kültürel açılardan ele alıyor. Geleneksel toplumlarda çocuklar, ailenin ekonomik geçim kaynağı ve yaşlı ebeveynler için bir güvence iken, tarım toplumlarında erken yaşta çalışarak aileye katkı sağlar; yüksek çocuk ölümleri nedeniyle daha büyük aileler tercih edilirdi. Modernleşme ile çocukların doğrudan ekonomik getirisi azalmış, ebeveynler az ama eğitimli çocuk yetiştirme stratejisine yönelmiştir. Sanayileşme, çocuk yetiştirmenin maliyetlerini artırarak ekonomik geri dönüşlerin gecikmesine ve doğurganlık oranlarının düşmesine yol açmıştır. Aynı zamanda, bireylerin eğitim, kariyer ve lüks tüketim peşinde koşması, devletin sunduğu sosyal güvence sistemlerinin önem kazanmasını sağlamıştır.
Yazıda, çocuk sahibi olmanın maddi getiriden ziyade ebeveynlerin sevgi, aidiyet ve duygusal bağ kurma ihtiyacını karşıladığını; dolayısıyla ebeveynliğin biyolojik bir zorunluluk yerine kültürel ve psikolojik bir tercih haline geldiğini vurgulanıyor. Cinsel davranış ise üremenin ötesinde zevk, sosyal ve kültürel etkenlerle şekillenmektedir. Homoseksüellik, hem biyolojik hem de toplumsal faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan evrensel bir olgu olarak ele alınırken, erkekler arası ve kadınlar arası ilişkiler tarihsel ve kültürel farklılıklar göstermektedir. Geleneksel biyolojik determinizm yaklaşımları –örneğin kadınların seçici, erkeklerin çok eşli olduğu iddiaları–, kültürel kısıtlamalar ve sosyal etkileşimler göz önüne alındığında yetersiz kalmaktadır.
Ayrıca, zihin, matematik ve duyular konusundaki tartışmalar, cinsiyetler arası bilişsel farkların genetik belirleyicilerden ziyade kültürel baskılarla abartıldığını ortaya koyar. Erkeklerin fiziksel üstünlüğü, evrimsel süreçte avcılık, silah kullanımı ve savaş rollerinde belirleyici olmuş; bu durum, savaş ve kaynak rekabeti bağlamında toplumsal rolleri şekillendirmiştir. Genel olarak, metin insan davranışının ve toplumsal yapının, biyolojik, kültürel ve ekonomik etmenlerin etkileşimiyle karmaşık bir sistem olarak ortaya çıktığını savunur.

Devam edelim
Önceki yazıda savaşla ilgili başlıkları görmüştük. Savaşla ilgili 2 başlığımız daha var: “SAVAŞ VE CİNSİYETÇİLİK” ve “NEDEN SAVAŞ?”. İlki oldukça uzun ve ikincisinden bir miktar alıntım var. 61. Başlık olan Savaş ve Cinsiyetçilik başlığında, farklı avcı-toplayıcı ve köy toplumlarında savaş ve cinsiyet eşitsizliği arasındaki ilişkiyi ele alınıyor. Savaşın yoğunluğu arttıkça toplumlarda erkek egemenliği ve cinsiyet eşitsizliği de artıyor. !Kung toplumu genellikle savaşçı gruplara sahip değildir ve eşitlikçi cinsiyet rollerine sahiptir. Yine de, bireysel cinayetler mevcuttur ve bu oran, modern devletlerin savaş kaynaklı öldürme oranları göz önüne alındığında oldukça düşüktür. Queensland'deki Aborjinler, 40-50 kişilik gruplar halinde yaşar ve sık sık intikam baskınları düzenlerdi. Erkekler savaş esiri olarak ele geçirilen kadınları ve çocukları öldürür ve yerdi. Erkek üstünlüğü vardı; yaşlı erkekler birden fazla eşe sahipti, kadınlar ağır işlerde çalıştırılıyordu ve evlilik içi şiddet yaygındı. Yanomami erkekleri çocukluktan itibaren savaş için eğitilir. Kadınlar, erkeklerin mülkiyeti olarak görülür ve şiddet sıkça uygulanır. Baskınlar, suikastlar ve pusu saldırıları yaygındır; yetişkin erkek ölümlerinin %33'ü savaş kaynaklıdır. Papua Yeni Gine'deki köy toplumlarında savaş neredeyse kesintisizdir. Erkekler, kadınları tamamen dışlayan ve aşağılayan erkek tarikatlarında yetiştirilir. Kadınlar sistematik olarak dövülür, öldürülür veya yakılır. Ölümler oldukça yaygındır ve bazı köyler tamamen yok edilir. Harris, savaşın yoğunlaştığı toplumlarda erkek egemenliğinin arttığını ve kadınların daha fazla baskı altına alındığını gösteriyor. Ancak, savaşın neden ortaya çıktığı sorusu açık kalıyor.
62. başlık olan Neden Savaş başlığı önceki başlığın kaldığı yerden devam ediyor. Bu başlık şu paragraflarla başlıyor:
“SAVAŞI AÇIKLAMAK İÇİN, doğuştan gelen saldırganlık teorileri bana cinsiyetçiliği açıklamak için olduğu kadar az değere sahip gibi görünüyor. Herhangi bir derecede cinsiyetçilik ya da savaş olabilmesi için doğuştan gelen saldırganlık potansiyellerinin insan doğasının bir parçası olması gerekir, ancak bu ham potansiyelleri harekete geçiren ya da etkisiz hale getiren ve onları belirli kültürel ifadelere kanalize eden güç kültürel seçilimdir. (Yoksa Kung Sanların barış ve eşitlik genlerine sahipken, Sambia'nın savaş ve eşitsizlik genlerine sahip olduğuna mı inanalım?)
Kısaca, grupların ve köylerin savaştığını, çünkü gıda tedariklerinin bağlı olduğu toprak, orman ve av hayvanları gibi kaynaklar için rekabet halinde olduklarını öne sürüyorum. Bu kaynaklar, tükenme ya da artan nüfus yoğunluğu ya da ikisinin bir kombinasyonu sonucunda kıt hale gelir. Bu durumda yerel gruplar tekrar tekrar nüfus artış hızlarını ya da kaynak tüketim düzeylerini düşürmek zorunda kalma ihtimaliyle karşı karşıya kalırlar. Sanayi çağının doğum kontrol ve kürtaj araçlarının eksikliği göz önüne alındığında, nüfuslarını azaltmak başlı başına maliyetlidir. Kaynak tüketiminin nitelik ve niceliğindeki azalmalar ise kaçınılmaz olarak bir halkın sağlığını ve dinçliğini bozarak yetersiz beslenme, açlık ve hastalıklar nedeniyle fazladan ölümlere neden olur.
Bu alternatiflerle karşı karşıya kalan grup ve köy toplumları için savaş cazip bir çözüm sunmaktadır. Bir grup komşularını uzaklaştırmayı ya da saflarını seyreltmeyi başarabilirse, galipler için daha fazla toprak, ağaç, toprak , balık, et ve diğer kaynaklar olacaktır. Gruplar ve köyler tarafından uygulanan savaş karşılıklı yıkımı garanti etmediğinden, gruplar komşularının nüfus yoğunluğunu zorla azaltarak yaşam koşullarını iyileştirme şansı karşılığında savaş alanında ölüm riskini rasyonel bir şekilde kabul edebilirler.”
Özellikle Papua Yeni Gine’de yapılan araştırmalara göre, saldırgan grupların savaşlardan önemli miktarda toprak kazandığı gözlemlenmiş. Antropologlar, savaşın genellikle ani gıda kıtlıklarına tepki olarak çıktığını ve kazanan tarafın çoğunlukla kaybedenlerin kaynaklarını ele geçirdiğini belirtiyor. Ancak savaş tek başına nüfus sorununu çözmüyor; çünkü insan nüfusu hızla eski seviyesine ulaşıyor. Bu nedenle, savaş aynı zamanda kadın nüfusunu azaltarak dolaylı bir doğum kontrol yöntemi olarak işlev görüyor.
Araştırmalar, savaş dönemlerinde kız çocuklarının daha fazla öldürüldüğünü veya ihmal edildiğini, bu durumun da uzun vadede nüfus artışını yavaşlattığını gösteriyor. Kolonizasyon sonrası savaşların durmasıyla birlikte, erkek-kadın oranının dengelendiği tespit edilmiş. Yazar, savaşın ahlaki olarak iyi bir şey olmadığını ancak belirli dönemlerde nüfus ve kaynak dengesi açısından kaçınılmaz hale geldiğini vurguluyor. Son olarak, nüfus baskısının yalnızca toplam nüfus yoğunluğuyla değil, insanların kaynaklara ulaşma zorluğuyla ölçülmesi gerektiğini belirtiyor.
Önceki yazılarda Ankara kadar bir alanda kaç farklı grubun yaşayabilme ihtimali olduğundan bahsetmiştim. 25.000 km2’lik bir alanda yaklaşık 50 farklı grubun yaşayabileceğini görmüştük. Ve Harris’in üstünde durmadığı ama benim önemli bulduğum başı boş erkeklerin komşu köylerden seks amaçlı kadın kaçırdıklarını düşündüğümü yazmıştım. Harris’in savaşı bir nüfus kontrol aracı olarak gördüğünü yazıyor. Oldukça makul. Neticede aynı yiyecekleri paylaşmak üzere rakip grupla mücadele içindeysen onların malubiyeti direkt olarak senin hayatta kalmanın yolunu açmış oluyor.
Benim bu konu ile ilgili bir başka görüşüm de şu. İster erektus olsun, ister neandertal, ister sapiens, dünyanın çok uzak ve ücra yerlerine bile gitmişiz. 150 bin yıl önce Afrikada başlayan serüven bir şekilde 100 bin yıl bile sürmüş olsa Avustralyaya kadar 130 bin yıl sürmüş olsa da Amerika kıtalarına kadar sürüyor. İnsanları bu kadar uzak mesafelere gitmek zorunda bırakan güçler var. İklim, yiyecek tedariki, nüfus kalabalıklaşması vs. Bir sebeple bir grup insan yaşadığı yeri bırakmak zorunda kalıyor. Kimse yaşadığı yerden mutlu olmasına rağmen rahatını bozup yerini terk etmez. Bir şeyler insanları aşırı zorlamış olmalı. Bu göçler de öyle kısa sürede olmuyor. Belki bir grup insanın bir yerden bir yere gitmesi onlarca nesil sürüyor.
O kadar farklı yerlerde yaşayan insanlar var ki. Nasıl oluyor da Eskimoların yaşadığı şartlarda yaşayabiliyoruz. Bir insan mecbur kalmasa bu kadar zorlu şartlara uyum sağlamak zorunda kalmaz. Ölmemek için, hayata kalmak için göze aldığımız şeylerin sınırı yok. Çöllerde de yaşıyoruz, yağmur ormanlarında da. Bu ne anlama geliyor? Üstelik birileri bir yeri terk ediyor ama geride kalanlar da var. Yani terk edilen yer yaşanmaz bir yer değil. Bir şekilde terkedenler mecbur kaldıkları için terk ediyorlar.
Harris’in yukarıda bahsettiği savaş ortamı çok büyük bir itici güç. Rakip gruplardan kaçmak zorunda kalan kişiler çok da bilinçli bir tercihle bir yönü seçmiyorlar. belkide kaçmasalar öldürülecekler. Yada bir grup genç bir yerleşim yerine baskın yapıp oradan bir kaç kız kaçırıyorlar ve ne kendi köylerine dönebiliyorlar ne de oldukları yerde kalabiliyorlar. Bu durumda tek çareleri kimsenin kendilerini bulamayacakları yere kaçmak oluyor.

Bu başlıkla birlikte artık benim ilgi alanımın da sınırına gelmiş olduk. “ET, FINDIK VE YAMYAMLAR” adını taşıyan 63. başlık itibari ile çok fazla notum yok. Hatta notlarım daha çok yazılanlara itiraz şeklinde. Özellikle insanın eşitlikçi mi hiyerarşik mi olduğu konusu ile Haris ile tam olarak zıt görüşlere sahibim.
Bu başlık, !Kung San ve Queensland Aborjinleri toplumlarını karşılaştırarak, beslenme koşulları, nüfus baskısı ve yamyamlık gibi konuları ele alıyor. !Kung San Toplumunda, beslenmelerinin büyük kısmını mongongo fındıkları oluşturur. Bu fındıklar protein ve yağ açısından zengindir, ancak hasatlar hava koşullarına bağlı olarak değişken olabilir. Avcılık yaparak diyetlerini etle desteklerler (örneğin domuz, antilop, antilop türleri). Nüfus kontrolü için uzun emzirme süresi kullanılır (4 yıla kadar sürebilir). Bu yöntem düşük doğum oranına katkı sağlar. Savaşın olmaması, kadın-erkek eşitliğinin görece dengeli olması ve besin kıtlığının sınırlı olması nüfus baskısının düşük olduğunu gösterir. Ancak çocuk ölümleri yüksektir (yaklaşık %50). Uzun emzirme süresinin demir eksikliği ve kalori yetersizliğine yol açması bunda etkili olabilir. Queensland Aborjinlerinde, temel besin kaynakları ceviz ve badem gibi yabani yemişlerdir, ancak bu besinler de güvenilir değildir. Et kaynakları kısıtlıdır (yılanlar, böcek larvaları, sıçanlar, keseli sıçanlar, ağaç kanguruları ve sezonluk balık). Kadınlar ve çocuklar, erkekler tarafından av etinin paylaşımından dışlanırdı, bu da beslenme sorunlarını artırırdı. Poligami ve kadın nüfusunun azalması nedeniyle, bazı genç erkekler evlenme şansı bulamazdı. Cinsel kısıtlama yaygındı; kadınlar emzirme süresince cinsel ilişkiden kaçınırdı. Yamyamlık bir çözüm yolu olarak benimsenmiştir: Düşman kadınları ve çocukları kaçırıp yemeleri, et ve yağ eksikliğiyle ilişkilendirilmiştir; İnsan vücudu yüksek yağ oranına sahip olduğu için, özellikle böbrek çevresindeki yağları tüketmeye önem verirlerdi; Alternatif büyük av hayvanları olmadığında, yamyamlık kaçınılmaz hale gelmiştir. Queensland Aborjinleri, !Kung San toplumuna kıyasla daha fazla nüfus baskısı altındaydı. Gıda kaynaklarının yetersizliği ve sosyal yapıdaki dengesizlikler, onları düşmanlarını avlamaya ve tüketmeye itmişti. Harris, hayvansal gıda eksikliğinin toplumlarda saldırganlığı ve yamyamlığı teşvik edebileceğini öne sürüyor.
Bir kaç başlık daha yazıp bitirmek istiyorum. Asıl ilgimi çeken konular bitti. Bundan sonrası ile ilgili de zaten çok fazla itirazım olan yerler var. Bu kitabı okuma amacımın çok ötesinde konuları yazıp zaman kaybetmek istemiyorum.
Sonraki başlık “YAĞLI ET ÜZERINE BIR TEZ” adını taşıyor. Harris, insanların et tüketimine olan ilgisini ve yağlı etin besin değeri açısından önemini ele alıyor.İnsanlar hepçildir, yani hem bitkileri hem de hayvanları tüketirler. Ancak, birçok insan topluluğu özellikle et ve hayvansal gıdaları beslenmede ayrıcalıklı bir konuma koyar. Et, yüksek kaliteli protein kaynağıdır; B12 vitamini gibi bitkisel besinlerde bulunmayan vitaminleri içerir; Yağ bakımından zengindir, bu da A, D, E, K gibi yağda çözünen vitaminlerin emilimini kolaylaştırır. İnsan bedeni öncelikle tükettiği besinleri enerjiye çevirir. Yağsız et tüketildiğinde, protein enerjiye dönüştüğü için vücut onu yapı taşı olarak kullanamaz. Nişastalı besinlerle (pirinç, ekmek, patates) birlikte et yemek, proteinin korunmasına yardımcı olur. En iyi protein tasarrufu yağlı et tüketimiyle sağlanır, çünkü yağ, nişastaya göre iki kat daha fazla kalori içerir. Vücut, kıtlık zamanlarında hayatta kalmak için yağ depolamak zorundadır. Bitkisel karbonhidratlardan yağa dönüşümde %25 kalori kaybı olurken, doğrudan yağ tüketildiğinde sadece %3 kayıp yaşanır. Modern toplumlarda yağ ve kolesterolden kaçınılsa da, pre-endüstriyel toplumlar için et değerli bir besin kaynağıdır. Avcı-toplayıcı toplumlarda av hayvanları modern çiftlik hayvanlarına kıyasla çok daha yağsızdır, bu yüzden et bulmak çok daha kritiktir. Etin az bulunur olması, onu savaş nedeni haline getirebilir. Günümüzde devletler petrol için savaşırken, ilkel toplumların et için savaşması şaşırtıcı değildir. Yağlı et, hem hayatta kalmak için gerekli besinleri sağladığı hem de enerji depolamak için en verimli kaynak olduğu için, pre-endüstriyel toplumlarda yüksek değer görmüştür. Kıtlık yaşayan toplumlar için et savaşların ve sosyal çatışmaların ana nedenlerinden biri haline gelebilir.
65. başlığa geldik: “OYUN SAVAŞLARI MI?”. Harris, Amazon ormanlarında yaşayan Yanomami halkının savaşçılığı, erkek üstünlüğü (male supremacy) ve nüfus politikalarının, çevresel ve ekonomik faktörlerle nasıl şekillendiğini ele alıyor. İYanomami, tarımla uğraşmakta ve muz gibi bitkiler yetiştirmektedir, ancak bu tarım uygulamaları protein açısından yeterli değildir. Büyük av hayvanlarının azlığı ve avlanmanın zorluğu nedeniyle, Yanomami halkı düzenli olarak et tüketememekte ve haftada yalnızca bir ya da iki kez et yiyebilmektedir. Böcekler ve küçük canlılar gibi alternatif protein kaynakları, yeterli ve sürekli bir beslenme sağlayamamaktadır. Köyler büyüdükçe, çevredeki av hayvanları tükenmekte ve avlanma için daha uzak mesafelere gidilmesi gerekmektedir. Bu durum, nüfus baskısını artırmakta ve köyler arası rekabeti körüklemektedir. Savaşlar, köylerin nüfusunu azaltarak ya da dağıtarak bu baskıyı geçici olarak hafifletebilmektedir. Yüksek oranlarda kadın bebek öldürülmesi (infanticide), cinsiyet oranlarını erkekler lehine çevirmektedir (100 kıza 130 erkek). Bu uygulama, nüfus büyümesini sınırlamak ve mevcut kaynakların daha az kişi arasında paylaşılmasını sağlamak için bir strateji olarak yorumlanmaktadır. Bazı antropologlar, Yanomami savaşlarının kaynak kıtlığı (özellikle et) nedeniyle çıktığını savunmaktadır. Ancak bazı araştırmacılar, savaşların nedeninin "üreme başarısını" artırma olduğunu öne sürmektedir (örneğin, savaşçılar kadınları kaçırır ve daha fazla eşe sahip olabilir). Bununla birlikte, yüksek kadın bebek öldürme oranı bu argümanı zayıflatır; çünkü bu durum, üreme başarısını artırmaktan ziyade azaltıcı bir etkiye sahiptir. Yanomami'nin savaşçılığı, çevresel kaynak kıtlığı, nüfus baskısı ve ekonomik zorunluluklardan kaynaklanmaktadır. Erkek üstünlüğü ve savaş, kaynakların azaldığı bir ortamda nüfusu kontrol etme ve hayatta kalma stratejileriyle ilişkilidir. Başlığın sonunda, bu mantığın daha savaşçı ve cinsiyetçi bir topluluk olan Papuanlar için de geçerli olup olmadığı incelenmektedir.
Sonraki başlık bir öncekinde işaret ettiği üzere Papualılarla ilgili, “ACIKAN PAPUANLAR” adını taşıyor. Bu başlık, Papuaların beslenme ve savaş ilişkisini ele alıyor ve yüksek nüfus baskısının cinsiyet rolleri ve sosyal düzen üzerindeki etkisini açıklıyor. Papuaların beslenme durumu şöyleymiş: Tatlı patates ve domuz yetiştirmelerine rağmen, yüksek nüfus yoğunluğu (30 kişi/m²) nedeniyle protein ve yağ kaynakları yetersiz; Ormanları kesip yakarak tarım yaptıkları için ormanlar tahrip olmuş, geniş alanlar çayırlıklara dönüşmüş; Protein ve kalori eksikliği belirtileri yaygındır, özellikle çocuklar, kadınlar ve yaşlılar ciddi şekilde yetersiz beslenmektedir. Nüfusu sınırlamak için pahalı ve sert yöntemler kullanmışlar. Gahuka-Gama topluluğunda aileler genellikle yalnızca bir çocuk sahibi olur, çünkü kadınlar düşük yapmaya çalışır veya bebekleri öldürür. Bena Bena toplumu doğrudan kız çocuklarını öldürerek nüfus kontrolü sağlar, çünkü kızlar savaşçı olamaz. Bazı doğu topluluklarında uzun süreli heteroseksüel cinsel ilişki yasağı getirilmiş, bunun yerine erkekler arası homoseksüel ilişkiler teşvik edilmiştir. Erkekler domuz etini tekellerine almış, kadınlar ve çocuklar ise böcekler, kurbağalar ve farelerle yetinmek zorundadır. Besin eksikliği o kadar ciddidir ki, Yeni doğan bebeklerin plasentaları yenir. Fore halkı, hayvansal protein eksikliğini gidermek için ölü akrabalarının cesetlerini kazıp etlerini yemeye başlar. Cesetlerin çürümesine izin vermelerinin nedeni, besin değeri yüksek olan larvaları (maggot) tüketme arzusudur. Papuaların savaşı, esas olarak tarım için uygun toprakları ele geçirmek amacına dayanır. "Ne kadar fazla savaş, o kadar fazla cinsiyet ayrımcılığı" formülü yalnızca ilkel toplumlar için geçerlidir. Daha büyük yönetim birimlerine (beylikler, devletler) geçildiğinde, savaşın etkisi kadınların statüsünü iyileştirebilir. Papuaların nüfus yoğunluğu besin kaynaklarını zorlamış, bu da sert üreme kontrolü, kadınlara yönelik baskı ve aşırı savaşçılık ile sonuçlanmış. Et ve protein açlığı, yamyamlığa kadar varan aşırı uygulamaları teşvik etmiş.
Bu şekilde kitabın incelemesini bitiriyorum. Son başlık kitaptaki 66. başlıktı. Geriye yaklaşık 35 başlık kaldı. Esasında kitabı babalığın keşfi ile ilgili bilgi alırım heyecanıyla okumaya başladım ama aradığımı tam olarak bulamadım. Yine de insanın evrimsel yolculuğu hakkında çok şey öğrendim. Diğer insan türleri hakkında, insanın gelişimi hakkında, dil hakkında bilgiler edindim. Özellikle 45 yıl önceki kültürel sıçrama bakış açısını çok faydalı buldum. Doğal seçilimin yerini bir noktadan sonra kültürel seçilimin almış olmasını gördüm. Hayatta kalmak için çözmek zorunda kaldığımız sorunları ve çözüm yollarımız gördüm. Cinsellikle ilgili görüşlerim netleşti ve asıl önemlisi 54. başlığın da verdiği ilhamla kafamda uzun süredir biriktirdiğim bir konuyu yazıya dökme imkanım oldu.
Babalığın keşfi ile ilgili daha önce hiçbir yerde görmediğim bir tespit yaptım. Babalığın keşfinin insanın evrimsel yolculuğunda çok önemli bir aşama olduğunu düşünüyorum. Ne zaman oldu, nasıl oldu, neden oldu gibi soruları cevaplayarak bugün sahip olduğumuz kültürel uygulamalara ışık tutacağımızı düşünüyorum. Yazımın adı: “Neandertaller, Babalığın Keşfi ve Cinsel İlişkinin Evrimi”. Bu da linki: https://www.okundugugibi.com/post/neandertaller-babalığın-keşfi-ve-cinsel-i-lişkinin-evrimi
Marvin Harris’in okuduğum ilk kitabı oldu bu. Başka kitaplarını okumayı düşünüyorum. Bir süre böyle uzun yazılar yazmayı planlamıyorum. 4. sınıfın son dönemi başlıyor. Son 5 dersimi de verip mezun olmak istiyorum.

Comments