Yirmidördüncü Yazı
Bölüm 7
Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü 3
7. bölümün son kısmına geldik. Bu yazıda çeşitli toplumlarda kültürel ve toplumsal dinamiklerin, sosyal yapılar üzerindeki etkilerini göreceğiz. Ruth Benedict’in “kültürel intihar” kavramı üzerinden bazı toplumların geleneksel uygulamaları nedeniyle yok oluşu incelenecek. Örnek olarak, feodal toplumlarda kan davaları, Grassy Narrows’da toplumsal çözülme, alkol kullanımı, liderlerin ekonomik yükselişi ve Kaiadilt gibi topluluklarda nüfus kaybı gösteriliyor. Edgerton, modernleşmenin geleneksel roller üzerindeki yıkıcı etkisi, avcı-toplayıcı grupların adaptif davranışları ve koloniyal müdahalelerin kültürel pratiklere zarar verdiğini belirtiliyor. Toplumların sosyal dayanışma, sınıf ayrımı, çatışma ve ritüel uygulamalarla şekillenen yapılarını göreceğiz.
Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü bölümünde geçen önemli İfadeler 3:Toplumsal Uyum: Bir toplumun üyelerinin ortak değerler, inançlar ve normlar etrafında birleşerek ahenk içinde yaşaması durumunu ifade eder. Uyum, toplumun istikrarını, işbirliğini ve verimliliğini artırır. Ancak bu uyum, her zaman mükemmel veya ideal olmayabilir; bazı uygulamalar toplumun bazı üyelerine zarar verirken diğerlerine fayda sağlayabilir. Toplumsal uyum, toplumun hayatta kalması ve gelişmesi için önemlidir ancak bazı geleneksel uygulamaların sorgulanması gerektiği anlamına da gelebilir. Toplumsal Bölünme: Bir toplum içinde farklı grupların veya bireylerin farklı çıkarlara, değerlere veya inançlara sahip olması ve bu farklılıkların çatışmalara yol açması durumunu ifade eder. Bölünme, sınıfsal farklılıklar, etnik köken, dini inançlar veya cinsiyet eşitsizliği gibi nedenlerle ortaya çıkabilir. Toplumsal bölünme, toplumsal uyumu zedeleyebilir, çatışmalara ve hatta toplumun dağılmasına neden olabilir. Bazı toplumlarda, toplumsal bölünmeler daha belirginken, bazılarında daha az belirgindir, ancak çoğu toplumda rekabet halindeki çıkarlar vardır. Kültürel İntihar: Bir toplumun kendi kültürel inançları, uygulamaları veya sosyal yapıları nedeniyle nüfusunun azalması veya yok olması durumunu ifade eder. Bu, savaşlar, şiddet, intihar, bebek öldürme veya verimsiz ekonomik uygulamalar gibi çeşitli nedenlerle olabilir. Kültürel intihar, toplumun kendi sorunlarına etkili çözümler üretememesi veya kendi kendini yok eden uygulamalara devam etmesi sonucunda ortaya çıkabilir. Kaingang halkı örneğinde olduğu gibi, iç çatışmalar toplumun büyük bir kısmının yok olmasına neden olabilir. Toplumlar, bazen kendi kültürel yapılarının kurbanı olabilirler. Toplumsal Dayanışma: Bir toplumun üyelerinin ortak amaçlar, değerler ve kimlikler etrafında birleşerek birbirlerine destek olması ve işbirliği yapması durumunu ifade eder. Dayanışma, toplumsal bağların güçlenmesine, sosyal uyumun artmasına ve toplumun zorluklar karşısında bir arada kalmasına yardımcı olur. Ancak, toplumsal dayanışma her zaman var olmayabilir ve bazı durumlarda zayıflayabilir. Büyücülük inançları, bazen sosyal dayanışmayı artırırken, bazen korku ve şiddete yol açabilir. Sosyal Yapı: Bir toplumun örgütlenme biçimi, sosyal ilişkileri, kurumları ve normları kapsayan sistemini ifade eder. Sosyal yapı, aile, akrabalık ilişkileri, siyasi sistemler, ekonomik düzenlemeler ve dini kurumlar gibi unsurlardan oluşur. Sosyal yapı, toplumun işleyişini, üyelerinin rollerini ve davranışlarını belirler. Sosyal yapıdaki değişiklikler, toplumda uyum veya çatışmalara yol açabilir. Toplumsal Kontrol Mekanizmaları: Bir toplumun, üyelerinin davranışlarını düzenlemek, normlara uygun davranmalarını sağlamak ve sapkın davranışları engellemek için kullandığı araç ve yöntemlerdir. Bu mekanizmalar, yasalar, gelenekler, ahlaki değerler, dini kurallar, sosyal baskı, eğitim ve hatta şiddet gibi çeşitli şekillerde olabilir. Toplumsal kontrol mekanizmaları, toplumsal düzeni korumaya, istikrarı sağlamaya ve toplumun devamlılığını güvence altına almaya yardımcı olur. Ancak, aşırı katı veya baskıcı kontrol mekanizmaları, hoşnutsuzluğa ve isyana da yol açabilir. Toplumda Sınıf Ayrımı: Toplumların, üyelerini sosyoekonomik statü, güç, prestij veya ayrıcalık gibi faktörlere göre hiyerarşik olarak farklı katmanlara ayırması durumudur. Sınıf ayrımı, kaynaklara erişimde eşitsizliklere, farklı yaşam standartlarına ve sosyal hareketliliğin kısıtlanmasına yol açabilir. Bazı toplumlarda sınıf ayrımı çok belirginken, bazılarında daha az belirgindir; ancak çoğu toplumda eşitsizlik ve bazı grupların diğerleri üzerinde üstünlüğü bulunmaktadır. Sınıf ayrımı, toplumsal gerilimlere ve çatışmalara neden olabilir. Örneğin, bazı şefler kendi çıkarlarını daha düşük statüdeki insanların zararına olacak şekilde geliştirirler. Bireysellik ve Çatışma: Bireylerin kendi çıkarlarını, isteklerini ve ihtiyaçlarını ön planda tutma eğilimi, toplumsal uyumu ve işbirliğini zedeleyerek çatışmalara yol açabilir. Bireysellik, toplumsal normlara meydan okuyabilir, grup dayanışmasını zayıflatabilir ve rekabeti artırabilir. Bireysel çıkarlar ile toplumsal çıkarlar arasındaki gerilim, uyumsuzluk ve toplumsal huzursuzluğa neden olabilir. Kitapta, küçük topluluklarda bile bireylerin farklı çıkarlara sahip olduğunu ve bu durumun çatışmalara yol açabildiğini belirtmektedir. Sosyal Çözülme: Bir toplumun sosyal bağlarının, kurumlarının ve değerlerinin zayıflaması veya ortadan kalkması durumunu ifade eder. Sosyal çözülme, toplumsal düzenin bozulmasına, suç oranlarının artmasına, ahlaki çöküntüye ve toplumsal kimliğin kaybolmasına neden olabilir. Bu durum, kültürel değişimler, ekonomik zorluklar, siyasi istikrarsızlık veya doğal felaketler gibi faktörlerle tetiklenebilir. Örneğin, bazı küçük toplumlar, dış etkenler ve hastalıklar nedeniyle sosyal ve kültürel yapılarını kaybetmişlerdir. Demografik Düşüş: Bir toplumun nüfusunun azalması veya nüfus yoğunluğunun düşmesi durumudur. Demografik düşüş, doğum oranlarının azalması, ölüm oranlarının artması, göç veya hastalıklar gibi çeşitli nedenlerle ortaya çıkabilir. Nüfus azalması, ekonomik üretimi düşürebilir, toplumsal hizmetleri zorlaştırabilir ve toplumun devamlılığını tehdit edebilir. Örneğin, bazı toplumlar verimsiz uygulamaları nedeniyle nüfuslarını kaybetmişlerdir. Toplumsal Rollerin Kaybı: Bireylerin toplum içindeki görevlerini, sorumluluklarını ve statülerini kaybetmesi durumunu ifade eder. Toplumsal rollerin kaybı, kültürel değişimler, ekonomik zorluklar, siyasi baskılar veya toplumsal çözülme nedeniyle ortaya çıkabilir. Rol kaybı, bireylerin aidiyet duygularını zedeleyebilir, sosyal yabancılaşmaya yol açabilir ve toplum içinde anlamsızlık hissine neden olabilir. Bazı toplumlarda, liderlerin veya önemli figürlerin rollerinin ortadan kalkması, toplumun çöküşüne yol açmıştır. Sosyal İzolasyon: Bireylerin toplumsal bağlardan kopması, sosyal etkileşimlerden uzaklaşması ve yalnız kalması durumunu ifade eder. Sosyal izolasyon, bireylerin psikolojik ve fiziksel sağlığını olumsuz etkileyebilir, depresyon, anksiyete ve yabancılaşma gibi sorunlara yol açabilir. Bu durum, göç, teknolojik değişim, sosyal ayrımcılık veya bireysellik gibi faktörlerle tetiklenebilir. Yaşam memnuniyetinin azalmasıyla, bireylerde ilgisizlik ve yabancılaşma görülebilir Adaptif Davranış: Bir organizmanın veya toplumun, çevresel koşullara uyum sağlamasına, hayatta kalmasına ve üremesine yardımcı olan davranış biçimleri veya uygulamalarıdır. Adaptif davranışlar, bireylerin veya toplumların değişen koşullara uyum sağlamalarını ve zorlukların üstesinden gelmelerini sağlar. Ancak adaptif olarak görülen bir davranış, her zaman bireyin veya toplumun tüm üyelerine eşit derecede fayda sağlamayabilir. Bazı durumlarda, adaptif davranışlar zamanla maladaptif hale gelebilir ve toplumun hayatta kalmasını tehdit edebilir. Avcı-Toplayıcı Yaşam Tarzı: İnsanların, doğal kaynakları avlayarak, toplayarak ve işleyerek geçimlerini sağladıkları bir yaşam biçimidir. Bu yaşam tarzında, yerleşik hayata geçilmez ve genellikle küçük gruplar halinde göçebe olarak yaşanır. Avcı-toplayıcı toplumlarda, sosyal hiyerarşi genellikle azdır ve işbirliği önemlidir. Bu yaşam tarzı, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde yaygın olmuştur ve günümüzde de bazı topluluklar tarafından sürdürülmektedir. Ancak kitapta, bu yaşam tarzının romantikleştirilmemesi gerektiğini, bu toplulukların da kısa ömürlü ve zor şartlar altında yaşadığını belirtmektedir. Nomadik Yaşam Tarzı: Belirli bir yerde sabit kalmayıp, düzenli olarak yer değiştiren bir yaşam biçimidir. Nomadik topluluklar genellikle mevsimsel kaynakları takip ederler ve hayvan sürüleriyle birlikte göç edebilirler. Bu yaşam tarzı, çevresel koşullara uyum sağlamak, kaynakları etkin kullanmak ve riskleri azaltmak amacıyla gelişmiştir. Ancak nomadizm, her zaman en iyi adaptasyon stratejisi olmayabilir ve bazı zorlukları beraberinde getirebilir. Kitapta, bu tür toplulukların sosyal ve kültürel yapılarını korurken bazı durumlarda uyum sağlamakta zorlanabileceklerini belirtmektedir. Koloniyal Müdahale: Bir ülkenin veya toplumun başka bir ülke veya toplumun topraklarına, kaynaklarına veya siyasi sistemine müdahale etmesi durumunu ifade eder. Koloniyal müdahale, yerli toplumların sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını derinden etkileyebilir ve genellikle sömürü, eşitsizlik ve şiddete yol açabilir. Kaynaklar, kolonyal müdahalelerin yerel toplumların kültürel yok oluşuna, toplumsal çözülmeye ve demografik düşüşe neden olabileceğine işaret etmektedir. Örneğin, Ojibwa halkı gibi bazı toplumlar bu müdahalelerden büyük zarar görmüştür. Kültürel Yok Oluş: Bir toplumun kültürel kimliğinin, dilinin, geleneklerinin, inançlarının ve uygulamalarının kaybolması veya ortadan kalkması durumunu ifade eder. Kültürel yok oluş, kolonileşme, asimilasyon, soykırım, çevresel değişimler, doğal felaketler veya iç çatışmalar gibi çeşitli nedenlerle meydana gelebilir. Toplumsal rollerin ve sosyal yapıların kaybı da kültürel yok oluşa katkıda bulunabilir. Kültürel yok oluş, toplumsal birliğin zayıflamasına ve toplumun hayatta kalma yeteneğinin azalmasına yol açabilir. Feodal Çatışmalar: Toplumda toprak sahipleri ve toprakta çalışan köylüler arasındaki eşitsizliğe dayalı bir sistemden kaynaklanan çatışmaları ifade eder. Feodal sistemde, toprak sahipleri siyasi güce, sosyal ayrıcalıklara ve ekonomik güce sahiptir, köylüler ise genellikle toprağa bağlıdır ve onların çıkarlarına hizmet etmek zorundadır. Bu eşitsizlik, çatışmalara, isyanlara ve sosyal huzursuzluğa neden olabilir. Kitapta, bu tür çatışmaların toplumun sosyal yapısını, ekonomik kaynaklarını ve siyasi düzenini derinden etkileyebileceği belirtilmiştir. Törensel Toplu Evlilik: Bir toplumda birden fazla bireyin aynı anda evlenmesi ve genellikle ritüeller eşliğinde gerçekleştirilmesi durumudur. Törensel toplu evlilik uygulamaları, toplumsal bağları güçlendirmek, sosyal dayanışmayı artırmak veya belirli ritüel amaçlara hizmet etmek amacıyla yapılabilir. Ancak kitapta, bazı toplumlarda bu tür uygulamaların, örneğin Marind-anim halkında olduğu gibi kadın sağlığına zarar verebildiği ve hatta toplumun nüfusunun azalmasına neden olabileceği belirtilmiştir. |
Edgerton, kan davalarının ve intikam duygusunun toplumlar üzerindeki yıkıcı etkilerini ele alıyor. Kan davalarının, merkezi otoritenin zayıf olduğu yerlerde saldırılara karşı caydırıcı olabileceği ve saldırganlığı dengeleyebileceği öne sürüldüğünü okuyoruz. Örneğin, Yanomamo gibi gruplar, hızlı ve sert intikam almanın saldırıları önleyebileceğine inanırmış. Ancak, bu tür intikam döngüleri genellikle şiddetin tırmanmasına yol açar diyor. Atina ve Sparta arasındaki uzun savaş, bu tür şiddet döngülerine örnek olarak gösteriliyor.
Bazı toplumlar, Bedeviler gibi, kan davalarını kontrol altına almak için adil tazminat mekanizmaları geliştirmiş olsa da, bu bile korku ve şiddetin tamamen önlenmesini sağlayamamış. Ruth Benedict, Kaingang yerlilerinin sürekli çatışmalar nedeniyle nüfuslarının %75’ini kaybettiğini ve kültürel intihara sürüklendiğini belirtmiş. Kaingang örneğinde, iç gruplarda barış sağlanırken, diğer gruplarla olan çatışmalar ölümcül sonuçlara yol açmış. Sürekli baskınlar ve karşı saldırılar, nüfusun tükenmesine ve sosyal yapının çökmesine neden olmuş. Bu durum, çevredeki Mundurucu gibi saldırgan toplumlara karşı savunmasız kalmalarına yol açmış.
İntikam ve kan davası döngüleri, küçük ölçekli toplumların sosyal ve demografik çöküşüne katkıda bulunmuş, bazı durumlarda ise bu toplumların tamamen yok olmasına neden olmuş.
Edgerton, bir kaç paragraf boyunca Kaiadilt toplumu ile ilgili bilgiler veriyor. Kaiadilt toplumu, Avustralya’nın Bentinck Adası’nda yaşayan ve dış dünyayla neredeyse hiç temas etmemiş küçük bir kabile. 1942’de nüfusları 123’e ulaşmışken, beş yıl içinde bu sayı 47’ye düşmüş. Azalma, ciddi kuraklık dönemleriyle örtüşüyormuş. Kuraklık, beslenme ve hastalığı etkileyerek ölümleri artırmış. Besin kaynaklarının büyük kısmı denizden gelse de, Kaiadiltler aynı zamanda kertenkele, kuş ve yabani sebzelerle besleniyormuş. Yetersiz beslenme, soğuk ve rüzgâra maruz kalmaları, dizanteri ve akciğer rahatsızlıklarını tetiklemiş.
Ancak, toplumun kendisi başka bir önemli yıkım sebebiyle karşı karşıyaymış: kadınlar için yapılan kanlı çatışmalar. Gully Peters’a göre, erkekler balık avlayanları öldürüp, eşlerini alıyor ve bazen çocukları öldürüyorlarmış. Kadınlar, yemek toplama ya da çocuk doğurma özelliklerinden ziyade cinsel partner olarak isteniyormuş. Bu çatışmalar, toplumun kendi bireylerini öldürmesine ve nüfus kaybına neden olmuş.
Kaiadiltler, nüfus azalmasını hastalık veya açlığa bağlamayı reddederek bunun sebebini kadınlar için yapılan çatışmalar olarak tanımlamış. Edgerton, bu durumun stres altındaki kuraklık dönemlerinde tetiklendiği düşünülse de, kadınlar için çatışmaların 1929 gibi daha erken dönemlerde başladığı biliniyor diyor. Kaiadilt toplumu, Bentinck Adası’nda sıkışmış bir halde, kadınlar için sürekli çatışmalar nedeniyle toplumsal parçalanma yaşanmış. Bu çatışmalar yalnızca nüfusu azaltmakla kalmamış, geçim faaliyetlerini de engellemiş. Kadınları ele geçirmek amacıyla yapılan şiddet, uyum sağlayıcı olmaktan çok toplumu sosyal olarak yok oluşa sürüklemiş.
Yukarıdaki örnek ilginçti ama şimdi okuduklarıma inanmakta zorlandım. Elimden geldiğince detaylı olarak aktarayım. Edgerton, Kaingang ve Kaiadilt gibi, Marind-anim toplumu da sömürge yönetimlerinin müdahalesiyle olası bir kendi kendini yok etme sürecinden kurtulmuş olabilir diyor. Marind-anim, Yeni Gine'nin güneybatı kıyısında yaşayan ve başkalarına yönelik saldırganlıklarıyla tanınan bir bahçecilik toplumuymuş. Nüfusları hızla azalırken, düşmanlarını öldürerek kafalarını almak ve çocukları kaçırıp kendi toplumlarına katmak gibi yöntemlerle nüfuslarını artırmaya çalışmışlar. Ancak kadınlarının büyük ölçüde kısır olması bu çabaları etkisiz hale getirmiş. Kısırlığın başlangıçta cinsel yolla bulaşan hastalıklardan kaynaklandığı düşünülse de araştırmalar, bu durumun hastalıklardan önce başladığını göstermiş.
Toplumdaki kadınların kısırlığının başlıca nedeni, Marind-anim erkeklerinin ritüel erkek eşcinselliği ve toplumsal üreme amacıyla uyguladıkları geleneksel cinsel pratikler. Bu ritüellerde, erkekler semeninin büyüme ve gelişim için gerekli olduğuna inanıyor ve genç yaşta evleniyorlarmış. Evlilik gecelerinde gelin, kocasının soyundan birçok erkekle cinsel ilişkiye zorlanıyor ve bu süreç hayatı boyunca farklı aralıklarla tekrarlanıyormuş. Ancak bu pratik, amaçlanan doğurganlığı artırmak yerine kadınlarda pelvik inflamatuar hastalıklara yol açarak kısırlık yaratıyormuş. Nüfus azalması nedeniyle, çocuk kaçırma ve satın alma yöntemleri de toplumun sayısını dengelemekte yetersiz kalmış. Edgerton, Sömürge yönetiminin bu pratiği sona erdirmesi, Marind-anim’in yok oluşunu önlemiş olabilir diyor.
Sayfa 182:
“Marind-anim men, like men in many other societies in that part of Melanesia, practiced ritual male homosexuality, based on their belief that semen was essential to human growth and development. They also married quite young, and to assure the bride's fertility, she too had to be filled with semen. On her wedding night, therefore, as many as ten members of the husband's lineage had sexual intercourse with the bride, and if there were more men than this in the lineage, they had intercourse with her during the following night. That this intercourse was not merely a symbolic act is indicated by the fact that when the night ended, the bride was so sore that she could not walk. 57 Nevertheless, a similar ritual was repeated at various intervals throughout a woman's life. Instead of enhancing a woman's fertility as intended, this practice apparently led to severe pelvic inflammatory disease that produced infertility. 58 If this interpretation is correct, then the Marind-anim practice of repeated ritual intercourse achieved precisely the opposite of the effect intended and may have led to such a decline in their population that neither their long-range raids to capture children nor their purchases of children from neighboring societies, could replenish their numbers. Government intervention ended the practice of repeated intercourse.”
“Marind-anim erkekleri, Melanezya'nın o bölgesindeki diğer pek çok toplumdaki erkekler gibi, meninin insanın büyümesi ve gelişmesi için gerekli olduğu inancına dayanarak ritüel erkek eşcinselliği uygularlardı. Ayrıca oldukça genç yaşta evleniyorlardı ve gelinin doğurganlığını sağlamak için onun da meni ile doldurulması gerekiyordu. Bu nedenle düğün gecesi kocanın soyundan on kadar kişi gelinle cinsel ilişkiye girer, eğer soyda bu sayıdan daha fazla erkek varsa, onlar da ertesi gece gelinle cinsel ilişkiye girerlerdi. Bu ilişkinin sadece sembolik bir eylem olmadığı, gece sona erdiğinde gelinin yürüyemeyecek kadar acı çekmesinden anlaşılmaktadır. 57 Bununla birlikte, benzer bir ritüel kadının hayatı boyunca çeşitli aralıklarla tekrarlanırdı. Bu uygulama amaçlandığı gibi kadının doğurganlığını arttırmak yerine, görünüşe göre kısırlığa yol açan şiddetli pelvik inflamatuar hastalığa neden olmuştur. 58 Eğer bu yorum doğruysa, o zaman Marind-animlerin tekrarlanan ritüel cinsel ilişki uygulaması amaçlanan etkinin tam tersini gerçekleştirmiş ve nüfuslarında öyle bir azalmaya yol açmış olabilir ki, ne çocuk yakalamak için yaptıkları uzun menzilli akınlar ne de komşu toplumlardan satın aldıkları çocuklar sayılarını yenileyebilmiştir. Devlet müdahalesi tekrarlanan cinsel ilişki uygulamasını sona erdirmiştir.”
Marind Anim ile ilgili kısmı okuduğumda çok şaşırdım. Benim bu kitaptan bağımsız olarak babalığın keşfi konusuna özel bir ilgim var. Babalığın, bir çok insanın zannettiğinin aksine, eski dönemlerde bilinmediğini düşünüyorum. Yani büyük ihtimalle tarih öncesi dönemlerde ilk insanlar, cinsel ilişki ile doğan çocuk arasında bir bağ olduğunu bilmiyordu. Bu bilgiye çok yenilerde ulaştığımızı düşünüyorum. Marind Anim toplumunun cinselliğe bakışına bakarsak benim bu görüşümün oldukça sağlam olduğunu da görürüz. Bu toplum cinselliği yaşayışı açısından yalnız değil. Kadınların nasıl hamile kaldığına dair net bir fikirleri yok. Daha doğrusu gerçeklikten uzak bir fikirleri var. Belki seks yaparak çocuk doğduğunu anlıyorlar ama babalıkla ilgili modern insanın anladığı şekilde bir algıladıklarını söyleyemiyoruz. Bu konu hakkında bilgi toplamaya devam ediyorum. Becerebilirsem derli toplu bir yazı yazmayı planlıyorum.
Edgerton bu kısımda bir kaç paragraf boyunca Ojiba toplumundan bahsediyor. Kanada'nın kuzeyindeki Grassy Narrows Ojibwa topluluğu, 1963'te Kanada Yerli İşleri Departmanı tarafından yeni bir rezervasyona taşındığında büyük bir kültürel çöküş yaşamış. Geleneksel yaşam tarzlarını sürdüren Ojibwalar, avcılık, tuzakçılık ve balıkçılıkla geçinirken yayılmış kabinlerde yaşıyor, ritüel ve törenler için bir araya geliyorlarmış. Ancak modern yaşamın olanaklarını sunmayı amaçlayan bu yeniden yerleşimle birlikte, topluluk modern evler, elektrik, su, okul, klinik ve bazı yöneticilere işler sunulan sıkışık bir alana taşınmış.
Bu değişim, Ojibwa'nın sosyal yapısında önemli çatlaklar oluşturmuş. Daha önce sınıfsız bir toplum olan Ojibwa, zenginleşen liderler ve fakir kalan diğerleri arasında bölünmüş. Kalabalık yaşam alanları, daha sık ve çözülmesi zor çatışmalara yol açmış. Refah ödemeleri ve ücretli işlerden gelen nakit artışı, toplulukta alkol kullanımını yaygınlaştırmış. Depresyon ve öfkeyle mücadele eden Ojibwa, alkolü yoğun şekilde tüketmeye başlamış. Aşırı içki alemleri çocukların ihmal edilmesine, aile içi şiddete, genç kadınların çete tecavüzüne, enseste, cinayete ve intihara neden olmuş.
Sosyolog Kai Erikson, Grassy Narrows'u "tamamen kırılmış bir topluluk" olarak tanımlıyor. 1977-78 yıllarında, 11-16 yaş arası gençlerin %20’si intihar girişiminde bulunmuş. Bebek ölümleri artmış, bazıları anneleri tarafından kazayla boğulmuş. Alkolün etkisiyle doğum kusurları, özellikle fetal alkol sendromu vakaları artış göstermiş.
Ojibwa kültürü, bireycilik, güvensizlik ve büyücülük inançları üzerine kuruluymuş. Geleneksel dağınık yerleşim yapıları çatışmaları önlerken, toplu yerleşim alanında bu çatışmalar artmış. Ayrıca, sarhoşken yapılan eylemlerin affedilmesi gerektiğine dair inanç, şiddet ve istismarı teşvik etmiş. Toplumdaki bu durum, hızlı bir şekilde kültürel çöküş ve toplumsal yıkıma yol açmış. Ojibwa'nın alkol bağımlılığı, öfke ve acıdan kaçış ihtiyacını yansıtsa da, bu durum toplumun kendini yok etmesine neden olmuş.
Sayfa 185:
“Populations large and small have lost their cultures, social institutions, languages, and lives. In many instances these losses have been the result of forces so ineluctable that no change in people's traditional beliefs or behaviors could have enabled the doomed societies to survive. Sometimes, however, people's beliefs and practices have contributed to their demise. From an historical perspective then, the ethnographic record is plain-some people have had more success than others in maintaining their sociocultural systems and their population size. But as a grace note to this point, we should consider further the role of reproduction and survival-of individuals, populations, social systems, or cultures-in social evolution.”
“Büyük ve küçük toplumlar kültürlerini, sosyal kurumlarını, dillerini ve yaşamlarını kaybetmişlerdir. Birçok durumda bu kayıplar o kadar kaçınılmaz güçlerin sonucu olmuştur ki, insanların geleneksel inanç veya davranışlarındaki hiçbir değişiklik, yok olan toplumların hayatta kalmasını sağlayamamıştır. Ancak bazen, insanların inançları ve uygulamaları onların ölümüne katkıda bulunmuştur. O halde tarihsel bir perspektiften bakıldığında, etnografik kayıtlar açıktır; bazı insanlar sosyokültürel sistemlerini ve nüfus büyüklüklerini korumada diğerlerinden daha başarılı olmuştur. Ancak bu noktaya bir not olarak, sosyal evrimde bireylerin, popülasyonların, sosyal sistemlerin veya kültürlerin üreme ve hayatta kalma rolünü daha fazla düşünmeliyiz.”
Bugünden geçmişe bakıp çıkarım yapmak kolay. Fakat toplumların başına bir şeyler geliyor ve bazıları hayatta kalıyor bazıları ise ya yok oluyor yada asimile oluyor. Hangi toplumun, hangi kriterlere göre daha başarılı olacağının formülü var mı?
Bazı toplumlar daha bol doğal kaynaklara sahip, bazı toplumların iklimi yaşamaya daha elverişli, bazı toplumlar en basit şekliyle karınlarını daha kolay doyurabiliyorlar. Hep düşünmüşümdür insanlar neden kutuplarda ve çöllerde bile yaşamak zorunda kalmışlar. Mantıken yaşaması zor olan yerleri kimsenin tercih etmemesi gerekir değil mi? Ama biliyoruz ki en zor şartlarda bile birileri yaşamak için azami çaba sarf ediyorlar. Ataları bir sebeple oralara gelmişler ve hayata tutunmaya çalışmışlar. Tamamen spekülatif ama insan sormadan edemiyor “ataların aklı neredeydi, neden yaşaması daha kolay yerler varken oralara göçmüşler?”
Aklıma ilk gelen kaçmış olabilecekleri. Ya suçlu oldukları için yada ölmemek için kaçmak zorunda olduklarını düşünüyorum. Belki komşu kabileden kız kaçırdı ve kızın ailesi öldürmesin diye kaçmak zorunda kaldı. Belki bir cinayet işledi ve kan davasından kurtulmak için kaçtı. Çünkü insan kendi seçimi ile daha zorlu şartları kabul etmez. Zorunda kalmak gerekir. Ya sürgün edilmişsindir yada kaçmışsındır.
Bir başka düşüncede topluluk olarak kaçmak zorunda kalmış olabilirsin. Bir başka güçlü ve kalabalık grup sizi yaşadığınız yerden kaçmak zorunda bırakmış olabilir. Bolluk olan yerlerde rekabet de çok oluyor. Bunu vahşi hayvanlarda da görüyoruz. 10 üyesi olan bir aslan sürüsü bir bölgede avlanırken 20 üyesi olan bir sürü gelip onları yerlerinden edebiliyor. Bu gerçek aslında bize neden grubumuza bu kadar bağlı kaldığımızı da gösteriyor. Yani evrimsel olarak içinde olduğumuz grubun gücü bizi hayatta tutan en büyük etkendi. bu yüzden kalabalık gruplar halinde, tanıdığımız, bildiğimiz insanlarla bir arada yaşadığımız için hayatta kalabiliyorsak, diğerleri bizi yerimizden edecek düşmanlarsa neden bugünlerde de yabancı düşmanlığını bu kadar kolay içselleştirebildiğinizii anlamış oluruz.
Edgerton, hayatta kalmamayı bilinçli olarak seçen farklı topluluklarla ilgili örnekler vermeye devam ediyor. Tarihte, bireyler ve gruplar çeşitli idealler, inançlar veya değerler için üreme veya hayatta kalmayı reddetmişler. Örneğin, dini inançları nedeniyle Shakerlar ürememeyi seçmiş ve yok olmuşlar. Benzer şekilde, Rus Skoptsi tarikatı kendilerini hadım ederek üremeyi reddetmiş, ancak çocuk satın alarak nüfuslarını artırmaya çalışmış. Askeri ve dini bağlamlarda da, Mahdist savaşçılar veya genç İranlılar gibi gruplar, onur veya cennet arayışıyla ölüme gönüllü gitmişler.
Özgürlük için ölmeyi tercih eden gruplar arasında, Spartaküs'ün Roma köle sistemine karşı ayaklanması ve Yeni Dünya'daki Afrikalı köle isyanları dikkat çekici. Kuzey Amerika’daki Güney Cheyenne ve Nez Perce kabileleri, rezervasyonlardan kaçmaya çalışırken hayatlarını kaybetmiş. Yahudi tarihi ise, Masada kuşatmasında 960 kişinin kölelik yerine ölmeyi seçmesini anlatıyormuş. Edgerton, bu olay, Yahudi kültür ve dininin dayanıklılığını artırsa da, tüm Yahudiler ölseydi bu fedakarlık "maladaptif" olarak değerlendirilebilirdi diyor.
Bunun yanı sıra, Jonestown gibi topluluklar irrasyonel liderler tarafından yok edilmiş, ancak Japonya örneği daha karmaşık. Bushido koduyla şekillenen Japon savaşçı kültürü, fedakarlık ve ölüm ideallerini yüceltmiş. II. Dünya Savaşı'nda, Japon askerleri teslim olmayı reddederek ölüme gitmiş, Kamikaze saldırıları düzenlemişler. Savaşın devam etmesi durumunda Japonya'nın tamamen yok olma riski varmış. Ancak Japon liderler, teslim olmayı seçerek nüfuslarını korumuş ve kültürel kimliklerini büyük ölçüde koruyarak hayatta kalmayı başarmışlar.
Sonuç olarak, hayatta kalma veya yok olma arasında yapılan seçimler, bireylerin veya toplumların ideallerine, kültürel değerlerine ve mevcut koşullara bağlı olarak değişmiş; bazı durumlarda maladaptif, bazen ise uyumlu sonuçlar doğurmuş.
Sayfa 187:
“Because humans can transcend their biologically given urge to live in favor of culturally given choices that may include death, the task of evaluating maladaptation must take great care to distinguish between, on the one hand, people who choose not to reproduce, like the Shakers, or choose to die, like the Jews on Masada, and, on the other, those like the Xhosa, Gebusi, or the Kaiadilt, who want desperately to live yet adopt practices that threaten their survival.”
“İnsanlar biyolojik olarak verili yaşama dürtülerini, ölümü de içerebilecek kültürel olarak verili seçimler lehine aşabildikleri için, maladaptasyonu değerlendirme görevi, bir yanda Shakerlar gibi ürememeyi seçen ya da Masada'daki Yahudiler gibi ölmeyi seçen insanlar ile diğer yanda Xhosa, Gebusi ya da Kaiadilt gibi umutsuzca yaşamak isteyen ancak hayatta kalmalarını tehdit eden uygulamaları benimseyen insanlar arasında ayrım yapmaya büyük özen göstermelidir.”
Bu alıntı ile 7. bölümü bitiryoruz. Son paragrafta Edgerton, kültürel seçimlerle biyolojik hayatta kalma arasında bir ayrım yapılması gerektiğini savunuyor. İnsanların kendi iradeleriyle aldıkları kararlarla (örneğin, ideolojik veya dini nedenlerle) hayatta kalmayı reddetmeleri, bilinçsiz bir şekilde hayatta kalmayı tehdit eden pratiklerden (örneğin, yanlış inanışlardan kaynaklanan uygulamalar) farklıdır. Bu ayrımı yapmak, hangi davranışların "uyumsuz" (maladaptive) olduğunu değerlendirirken önemlidir.
Hayat gerçekten çok zor. Bireysel olarak da zor toplumsal olarak da. İçine doğduğumuz bu şey, adına yaşamak dediğimiz bu uğraş, bizim boyumuzu aşıyor. Yada bir çoğumuzun boyunu aşıyor. Mücadele etmek zorunda kaldığımız, çözmemiz gereken o kadar karmaşık işler var ki. Aslında tek derdimiz karnımızı doyurmak değil mi? Yani çok da karmaşık, boyumuzu aşan bir şey değil değil mi? Karnımız doyuralım, bir eş bulalım, çocuk yapalım, onun da karnını doyuralım ve mesele bitsin. Ama bu kadar basit bir konu neden karmaşık hale geliyor? Neden boyumuzu aşan şeylerle uğraşmak zorunda kalıyoruz? Neden bu kadar mücadeleye dönüşüyor? Bu basit iş ne oluyor da zor iş haline geliyor?
İki şeyi göz ardı etmemeliyiz. Bizler bugüne bir anda gelmedik ve aslında tek derdimiz bir noktadan sonra sadece karın doyurmak değil. Milyonlarca yıllık birikimin sonucu olarak bugüne ulaştığımız unutmamalıyız.
Bundan 5 milyon yıl önceki atalarımızdan aldığımız mirasla buraya ulaştık. Bir tarla faresini düşünelim. Onun da derdi bizimle aynı değil mi? Karnını doyuracak, bir eş bulacak, çocukları olacak ve onların da karınlarını doyuracak bir düzen kuracaklar. Bu basitlikte anlatılan şeyin arkasında yatan mücadeleye bakalım mı? Sen 300-400 gram ağırlığında yaklaşık bir yumruk büyüklüğünde bir canlısın. Doğada seni yemek isteyen onlarca farklı hayvan var. Yılanından tut da, baykuşuna, sürüngenler, kuşlar, kedi türleri, köpek türleri ve hatta bir çok çeşit böcek çeşidi bile seni yemek için sıradalar. Bunlar hayatta kalmanı tehdit eden dış düşmanlar bir de karnını doyurman gerek, bunun içinde sevdiğin yiyecekleri bulman gerek. İklim har zaman bol yiyecek sunmuyor. Kendimiz o farenin yerine koyduğumuzda aslında hayatta kalmanın o kadar da kolay olmadığını görebiliyoruz.
Milyonlarca yıl önceki ilk memeli atalarımızdan aldığımız mirası hala taşıyoruz. Belki besin hiyerarşisinde üst basamaklara tırmandık ama bu o kadar da kolay olmadı. Bu göz ardı etmememiz gereken ilk konuydu. Bir de buna ek olarak sadece karın doyurma ve üreme derdi olmayan bir tür olmamız gerçeği var. Tek başına bu ikisini istikrarlı şekilde yapmak bile hiç kolay değil ama sadece karın doyurmakla konu kapansa bu kadar karmaşık ve boyumuzu aşan bir durum içinde olmayacaktık. Bir de bizler bilinç sahibi canlılarız. Ve karın doyurma ve üremeden çok daha fazla ihtiyaçlarımız var. Sevmek, sevilmek, itibarlı olmak, saygı duyulmak istiyoruz. Anlam arayışı içindeyiz çünkü öleceğimizin farkında olan bir türüz.
Çok da fazla uzatmak istemiyorum. Boyumuzu aşan şeylerle mücadele ediyoruz. Çan eğrisi ile açıklarsak %50’lik kısmımız bu işi diğer %50’ye göre daha iyi beceriyor. Çan eğrisinin en solunda yer alanlar hayata tutunamıyor ve ölüyorlar yada kültürel olarak asimile oluyorlar. Çan eğrisinin en sağında olanlar ise yaşama işini layıkıyla yerine getiriyorlar. Çan eğrisinin en sağında olmak ise asıl mesele. Bu beyin jimnastiğini burada keseyim.
7. bölüm bitmiş oldu. Sonraki yazı 8. bölümün ilk yazısı olacak. 8. bölüm kitapta 20 sayfalık bir yer tutuyor. Buradan son iki yazımız kaldı diyebiliriz. Bölümün adı “Adaptasyon Yeniden Düşünüldü”.
Comments