Onyedinci Yazı
Bölüm 5
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm
Stres ve Esenlik
Onaltıncı yazıyı yazmamın üstünden oldukça uzun süre geçti. Önce sınav haftası olduğu için yazılara biraz ara verdim. Sonra kafamda birikenleri aktarmak üzere bir kaç yazı yazdım, en sonunda da İzmit'te üyesi olduğum çok sesli koro ile yıl sonu konseri hazırlığına kaptırdım kendimi ve sonuçta yazılara ara vermek zorunda kaldım. Uzun süre sonra tekrar fırsat buldum ve yazımı gecikmeli de olsa yayınlayabiliyorum. Umarım istikrarlı şekilde yazı yazmaya dönebilirim.
Düzenimin bozulmasını sevmiyorum. Düzenim bozulunca verimli de olamıyorum. Odağımı kaybetmiş gibi oluyorum ve hayat flulaşıyor. Netlik kayboluyor. Netlik kaybolunca da yolumu kaybediyorum. Her neyse bir an önce sıradanlığın güvenli kollarında yolumu tekrar bulurum. Eskiden olsa sıradanlık benim için şikayet konusu olurdu şimdi ise her bir günümün bir öncekine benzemesi için çaba harcıyorum. Sanırım buna yaşlanmak diyorlar.
Evet. Dertleşme faslını bitirip kitaba döneyim.
Edgerton 5. Bölümün 3. alt başlığı olan Stres ve Esenlik / İyi oluş / Mutluluk / Refah (Well-being) adı altında stresin sosyal yaşam üzerindeki etkilerini ve bu etkilerin farklı toplumlar arasında nasıl değiştiğini inceliyor. Freud'un "uygarlığın baskıları" sonucunda bazı toplumların "nevrotik" hale geldiği fikrinden yola çıkarak, farklı sosyal ortamlardaki stres düzeylerini ele alıyor.
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm - Stres ve Esenlik başlığında geçen önemli İfadeler:Stres: Stres, insanların iç veya dış çevrelerindeki taleplere, tehditlere veya değişikliklere verdikleri fiziksel ve psikolojik tepkidir. Stres, modern yaşamın getirdiği baskılarla ilişkilendirilir ve New York gibi büyük şehirlerin daha stresli olduğu düşünülür. Stres, ülser, egzama ve astım gibi psikosomatik hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Hızlı sosyal ve kültürel değişim de stres seviyelerini artırabilir. Refah (Well-being): Refah, bireylerin genel yaşam memnuniyeti ve mutluluğu ile ilgilidir. Fiziksel sağlık, zihinsel sağlık, sosyal ilişkiler ve ekonomik güvenlik gibi faktörleri içerir. Bazı toplumsal ve kültürel uygulamalar, refahı artırabilirken, bazıları da strese ve olumsuz sağlık sonuçlarına yol açabilir. Sağlıklı Toplum (The Sane Society): Erich Fromm, Sağlıklı (Aklı Başında) Toplum adlı kitabında, bir toplumun insan ihtiyaçlarını ne kadar iyi karşıladığına bağlı olarak "sağlıklı" veya "hasta" olabileceği fikrini savunmuştur. Bu görüş, Freud'un "uygarlığın baskıları" nedeniyle toplumların "nevrotik" olabileceği fikrine dayanmaktadır. Fromm, bazı toplumların insan ihtiyaçlarını karşılamada diğerlerinden daha başarılı olduğunu ve bu nedenle daha "sağlıklı" olduklarını ileri sürmüştür. Bu, "refah" kavramıyla örtüşmektedir. Erich Fromm’un Aklı Başında Toplum adlı eseri, modern toplumların insan doğasına aykırı düzenlendiğini, bu durumun bireylerde yabancılaşma, yalnızlık ve nevroz yarattığını savunur. Kapitalist sistemde birey, emeklerinden ve diğer insanlarla ilişkilerinden koparak yalnızlaşır. Fromm’a göre, ruhsal sağlığı bozulan bireylerin yaşadığı bir toplum, "hasta" bir toplumdur. Gerçek özgürlük, ekonomik eşitlik, demokratik katılım, sevgi, yaratıcılık ve anlamlı bir yaşamla mümkündür. Fromm, insancıl, yaratıcı ve bireyin doğayla uyum içinde yaşayabileceği bir toplumsal düzen önerir. Kitap, daha etik ve insan ihtiyaçlarına duyarlı bir toplum yaratmanın önemini vurgular. Bir toplumun "nevrotik" olması: Sosyal yapının bireyler üzerinde sürekli kaygı, stres ve huzursuzluk yaratması anlamına gelir. Sigmund Freud'a göre, medeniyetin bireylerin doğal içgüdülerini bastırarak psikolojik gerilime yol açması bu durumu oluşturur. Nevrotik toplumlarda bireyler, toplumun yüksek beklentileri, katı normları ve hızlı değişimlerinden dolayı duygusal dengelerini kaybedebilir. Örneğin, modern şehir yaşamının yoğun baskıları ya da geleneksel toplumlarda tabuların bireylerde sürekli korku yaratması, bu nevrotik yapının belirtilerindendir. Bu durum, toplumsal ilişkilerde güvensizlik, kronik stres ve psikolojik rahatsızlıkların artmasıyla sonuçlanabilir, bireysel ve toplumsal refahı olumsuz etkiler. Sigmund Freud, toplumun nevrotik olması ve medeniyetin bireyler üzerindeki baskılarını "Civilization and Its Discontents" (Das Unbehagen in der Kultur) adlı eserinde işlemiştir. 1930 yılında yayımlanan bu kitap, Freud'un uygarlığın insan mutluluğu üzerindeki etkilerini sorguladığı önemli bir çalışmadır. Freud, medeniyetin bireylerin doğal içgüdülerini (örneğin saldırganlık ve cinsellik) bastırarak uyumlu bir toplum yaratmayı amaçladığını, ancak bu baskıların bireylerde sürekli bir huzursuzluk, kaygı ve nevroz yarattığını savunur. Ona göre, medeniyet ilerledikçe bireysel özgürlükler azalır, içsel çatışmalar artar ve bu durum toplumsal düzeyde nevrotik bir yapının oluşmasına yol açar. Bu eser, psikanalitik teoriyi kültür ve toplum eleştirisiyle birleştiren önemli bir başyapıttır. Sosyal ortam (Social setting): Bireylerin sosyal etkileşimlerinin gerçekleştiği fiziksel, kültürel ve toplumsal bağlamı ifade eder. Bu kavram, insanların birbirleriyle ilişkiler kurduğu, değerler, normlar ve davranışların şekillendiği yer ve durumları kapsar. Bir sosyal ortam, aile, iş yeri, okul, arkadaş grubu gibi daha küçük ölçekli topluluklardan, şehirler veya toplumun geneli gibi daha büyük ölçekli yapılara kadar geniş bir yelpazeyi içerebilir. Sosyal ortamlar, bireylerin kimlik gelişimi, davranış biçimleri ve psikolojik durumları üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Örneğin, bir kişinin davranışları, bir aile yemeğinde farklı, bir iş toplantısında farklı olabilir; çünkü her ortamın kendi kuralları ve beklentileri vardır. Psikosomatik Hastalıklar: Stres, kaygı, depresyon gibi psikolojik faktörlerin tetiklediği veya kötüleştirdiği fiziksel hastalıklardır. Ülser, astım, egzama ve bazı kalp hastalıkları psikosomatik hastalıklara örnek olarak verilebilir. Bu hastalıkların görülme sıklığı toplumdan topluma büyük farklılıklar gösterir ve genetik yatkınlık, beslenme ve yaşam tarzı gibi faktörlerden de etkilenirler. Sosyokültürel Sistemler: Toplumların örgütlenmesini, işleyişini ve değerlerini kapsayan karmaşık sistemlerdir. İnançlar, gelenekler, sosyal normlar, kurumlar ve teknolojiler gibi unsurlardan oluşurlar. Sosyokültürel sistemler, insanların çevrelerine uyum sağlama biçimlerini ve stresle başa çıkma mekanizmalarını etkiler. Sosyal Değişim: Toplumlarda zaman içinde meydana gelen değişimlerdir. Bu değişimler, nüfus artışı, teknolojik ilerlemeler, ekonomik gelişmeler, savaşlar, göçler veya kültürel etkileşimler gibi faktörlerden kaynaklanabilir. Sosyal değişim, insanların yaşam biçimlerini, inançlarını ve davranışlarını etkiler ve hem fırsatlar hem de zorluklar yaratır. Kültürel Değişim: Toplumların inançları, değerleri, normları, uygulamaları ve teknolojileri dahil olmak üzere kültürlerinde zaman içinde meydana gelen değişimlerdir. Bu değişimler, iç faktörlerden (icatlar, yenilikler, iç çatışmalar) veya dış faktörlerden (göç, savaş, ticaret, kültürel yayılma) kaynaklanabilir. Kültürel değişim genellikle bir toplumun sosyal yapısını, yaşam tarzını ve çevreye uyum sağlama biçimini etkiler. Tabu: Bir toplumda yasaklanmış, kutsal veya tehlikeli kabul edilen eylemler, nesneler veya konulardır. Tabular, genellikle dini inançlara, ahlaki değerlere veya toplumsal düzene dayanır ve ihlal edilmeleri cezalandırılır veya olumsuz sonuçlar doğurur. Tabular toplumdan topluma farklılık gösterir ve zamanla değişebilir. Uyum (Adaptation): Bir organizmanın veya toplumun çevre koşullarına, taleplerine ve değişikliklerine uyum sağlama yeteneğidir. Uyum, biyolojik (genetik adaptasyonlar), davranışsal (öğrenme) veya kültürel (teknoloji, sosyal organizasyon) düzeyde gerçekleşebilir. Uyum, bir toplumun hayatta kalma, üreme ve refahını etkileyen önemli bir faktördür.... Maladaptasyon: Bir organizmanın veya toplumun hayatta kalma, üreme veya refahını olumsuz etkileyen, çevreye sağlıksız uyumluluk durumudur. Maladaptasyon, biyolojik (zararlı mutasyonlar), davranışsal (bağımlılık) veya kültürel (zararlı gelenekler, yanlış inançlar, yetersiz teknolojiler) düzeyde olabilir. Maladaptasyon, bir toplumun yok olmasına, çözülmesine veya ciddi sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Robert Edgerton, kültürel uygulamaların her zaman adaptif olmadığı, hatta bazen zararlı olabileceği vurgular. Edgerton, "maladaptasyon" kavramını, bir nüfusun veya kültürünün yetersiz veya zararlı inançlar veya kurumlar nedeniyle hayatta kalmaması, toplum üyelerinin sosyal kurumları veya kültürel inançlarından o kadar memnun olmaması ki toplumun istikrarı tehdit altında olması veya toplumun üyelerinin fiziksel veya zihinsel sağlığını o kadar kötü etkileyen inançlar veya uygulamalar sürdürmesi ki üyeler kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor veya toplumsal sistemlerini sürdüremiyor olması olarak tanımlar. Fonksiyonalizm: Fonksiyonalizm, her kültürel pratiğin bir işlevi olduğunu ve toplumun genel işleyişine katkıda bulunduğunu savunan bir antropolojik yaklaşımdır. Bu bakış açısına göre, bir uygulama ne kadar rahatsız edici, şiddet dolu veya zararlı görünürse görünsün, toplumun hayatta kalmasına ve adaptasyonuna yardımcı olduğu için bir amaca hizmet etmektedir. Uyumculuk (Adaptivism): Kültürel pratiklerin ve inançların işlevsel olduğu, yani bir toplumun çevresine uyum sağlaması için gerekli olduğu varsayımına dayanır. Kitapta, antropologların bu fonksiyonalist ve adaptivist görüşlere zamanla eleştirel yaklaştığı belirtilmektedir. Psikososyal Stres: Bireylerin sosyal ve kültürel çevrelerindeki taleplere, tehditlere veya değişikliklere verdikleri tepkidir. Kitapta hızlı sosyal ve kültürel değişimin stres seviyelerini artırabileceğini ve psikosomatik hastalıklara yol açabileceğini belirtmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta, sadece hızlı değişim geçiren toplumlarda değil, aynı zamanda istikrarlı ve geleneksel toplumlarda da stresin var olabileceğidir. Örneğin, cadılık inancı, birçok toplumda korku ve acıya neden olan önemli bir stres faktörüdür. Benzer şekilde, sürekli kan davaları ve savaşlar da, insanları korku ve endişe içinde bırakarak psikososyal strese neden olabilir. Hastalıklı Toplum (Sick Society): Robert Edgerton'ın "Sick Societies" (Hastalıklı Toplumlar) kitabında öne sürdüğü bir kavramdır. Bu kavram, bir toplumun insan refahını ve hatta hayatta kalmasını tehlikeye atan geleneksel inanç ve uygulamaları sürdürdüğü durumları tanımlar. Örneğin, çocuk istismarı, kadın sünneti veya kan davaları gibi uygulamalar, bir toplumu "hasta" hale getirebilir. Edgerton'a göre, tüm toplumlar bir dereceye kadar "hasta"dır, ancak bazıları diğerlerinden daha "hasta"dır. Sosyokültürel Baskılar: Bir toplumun üyelerinin belirli şekillerde düşünmesini, hissetmesini ve davranmasını yönlendiren kültürel normlar, değerler, inançlar ve beklentilerdir. Bu baskılar, insanların sosyal rollerini, ilişkilerini ve yaşam tarzlarını şekillendirir. Örneğin, bir toplumda kadınların ev işlerine odaklanması ve erkeklerin çalışması bekleniyorsa, bu bir sosyokültürel baskıdır. Ritüel ve Törenler: Toplumların belirli anlamlar ve değerler taşıyan, sembolik eylemler ve davranışlar dizisidir. Ritüeller, genellikle dini inançlarla, geçiş dönemleriyle (doğum, ölüm, evlilik) veya toplumsal dayanışmanın güçlendirilmesiyle ilişkilidir. Örneğin, düğün törenleri, cenaze törenleri veya dini bayramlar, ritüel ve törenlere örnek olarak verilebilir. Sosyal Rol: Bir toplumda bireylerin belirli konumlara ve statülere sahip olmaları ve bu konumlara uygun davranışlar sergilemeleri beklenmesidir. Örneğin, bir doktorun, öğretmenin, ebeveynin veya öğrencinin sosyal rolleri vardır. Bu roller, toplumsal normlar ve beklentiler tarafından şekillendirilir ve bireylerin toplum içindeki etkileşimlerini düzenler. Toplumsal Normlar: Bir toplumda kabul gören ve beklenen davranış kalıplarıdır. Bu normlar, insanların giyim tarzından, yemek yeme alışkanlıklarına, konuşma biçimine ve sosyal etkileşimlerine kadar birçok alanda davranışlarını yönlendirir. Toplumsal normlara uymayan bireyler genellikle toplum tarafından dışlanır veya cezalandırılır. Matrilineal Yapı: Soyun anne tarafından belirlendiği bir akrabalık sistemidir. Bu yapıda, çocuklar annenin soyuna ait kabul edilir ve miras genellikle anne tarafından çocuklara geçer. Matrilineal yapılar, ataerkil toplumlardan farklı olarak, kadınlara daha fazla sosyal güç ve statü verebilir. |
Yine kapsamlı bir sözlük çıktı ortaya. Daha önce de yazmıştım, aslında sadece bu sözlüğe bakıp ne okuyacağımız anlamamız mümkün. Yine de Edgerton neler söylemiş bakalım. Benim çok sevdiğim iki bilim insanı var bu başlıkta o yüzden onlara duyduğum saygıdan dolayı onların isminin geçtiği satırları alıntılımaktan çok zevk alacağım.
Sayfa 121-122:
“Freud was hardly the first to decide that the demands of social living could be highly stressful, but his belief that the pressures of "civilization" had made many societies "neurotic" is the best-known exposition of this point of view. The belief that certain societies-our own, for example-are more stressful than others is certainly commonplace today, as is the idea that some parts of our country are more stressful than others. Most Americans would probably not hesitate to say that New York City is a more stressful place to live than, say, Provo, Utah, or a small town in Oregon. Many New Yorkers apparently agree. In a survey conducted in 1990, 73 percent of the people polled said that the city was dangerous, 78 percent said that it was dirty, and 60 percent said that they worried about crime "all the time or often. " Another 73 percent said that it was "getting tougher" for them to live in New York City, and when asked if they could choose where they lived, only 37 percent said that they would remain in the city. 70 The survey may have been flawed, but the point remains that the belief that some countries, cities, or social practices can be more stressful than others, or even too stressful to endure, is very much a part of our common sense view of the world. It has also appealed to a number of scholars and scientists from Erich Fromm, with his 1955 formulation of the "sane society," to the utopian experiments of the 1960s and 1970s, to many investigators in psychiatry, medicine, and public health who continue to explore ways of reducing the stress burden imposed by modern living.
Unfortunately for those who believe that some social setting or entire societies are more stressful than others (and here I include myself), the idea of a stressful or "sick" society has proven to be so complex that it threatens to overflow its conceptual dikes. Stress has shown itself to be not only an omnibus idea but one whose results in human populations have been difficult to measure with precision. Unlike animal research, where specific stressors can be related to specific physiological responses, the stressors in human sociocultural systems are often linked to one another in such a way that any one presumed stressor may be difficult to separate from others. Moreover, the people themselves may not be able to identify those aspects of their environments that impose the greatest strains on them. A fear of witchcraft, which anyone can identify as a major stressor, may indeed bring about a lessened resistance to infection via hormonal pathways, but chronic protein deprivation and protozoan infection may be even more damaging yet go unrecognized. What is more, it is difficult to work back from the appearance of a symptom to the stressor that induced it.”
“Freud, sosyal yaşamın taleplerinin son derece stresli olabileceğine karar veren ilk kişi değildi, ancak “medeniyetin” baskılarının birçok toplumu “nevrotik” hale getirdiğine dair inancı, bu bakış açısının en iyi bilinen ifadesidir. Bazı toplumların -örneğin bizimkinin- diğerlerinden daha stresli olduğu inancı, ülkemizin bazı bölgelerinin diğerlerinden daha stresli olduğu fikri gibi, bugün kesinlikle yaygındır. Çoğu Amerikalı, New York'un yaşamak için Provo, Utah ya da Oregon'daki küçük bir kasabadan daha stresli bir yer olduğunu söylemekte muhtemelen tereddüt etmeyecektir. Görünüşe göre pek çok New Yorklu da aynı fikirde. 1990'da yapılan bir ankette, ankete katılanların yüzde 73'ü şehrin tehlikeli olduğunu, yüzde 78'i kirli olduğunu ve yüzde 60'ı “her zaman ya da sık sık” suç işlenmesinden endişe ettiğini söylemiştir. “Yüzde 73'lük bir kesim ise New York'ta yaşamanın kendileri için “giderek zorlaştığını” söylemiş ve yaşadıkları yeri seçme şansları olup olmadığı sorulduğunda sadece yüzde 37'lik bir kesim şehirde kalacaklarını belirtmiştir.70 Anket hatalı olabilir, ancak bazı ülkelerin, şehirlerin veya sosyal uygulamaların diğerlerinden daha stresli olabileceği, hatta katlanılamayacak kadar stresli olabileceği inancı, sağduyulu dünya görüşümüzün bir parçasıdır. Ayrıca, 1955'te “aklı başında toplum” formülasyonunu ortaya koyan Erich Fromm'dan 1960'ların ve 1970'lerin ütopik deneylerine, psikiyatri, tıp ve halk sağlığı alanlarında modern yaşamın getirdiği stres yükünü azaltmanın yollarını araştırmaya devam eden pek çok araştırmacıya kadar pek çok akademisyen ve bilim insanının ilgisini çekmiştir.
Ne yazık ki, bazı sosyal ortamların ya da tüm toplumların diğerlerinden daha stresli olduğuna inananlar için (ve burada kendimi de dahil ediyorum), stresli ya da “hasta” bir toplum fikrinin kavramsal setlerini taşırmakla tehdit edecek kadar karmaşık olduğu kanıtlanmıştır. Stres sadece çok yönlü bir fikir değil, aynı zamanda insan popülasyonlarındaki sonuçlarını kesin olarak ölçmenin zor olduğu bir fikir olduğunu göstermiştir. Belirli stres faktörlerinin belirli fizyolojik tepkilerle ilişkilendirilebildiği hayvan araştırmalarının aksine, insan sosyokültürel sistemlerindeki stres faktörleri genellikle birbirleriyle öyle bağlantılıdır ki, herhangi bir stres faktörünü diğerlerinden ayırmak zor olabilir. Dahası, insanlar çevrelerinin kendilerini en çok zorlayan yönlerini tanımlayamayabilirler. Herkesin büyük bir stres faktörü olarak tanımlayabileceği büyücülük korkusu, gerçekten de hormonal yollarla enfeksiyona karşı direncin azalmasına neden olabilir, ancak kronik protein yoksunluğu ve protozoan enfeksiyonu daha da zarar verici olabilir ancak fark edilmeyebilir. Dahası, bir semptomun ortaya çıkışından onu tetikleyen stres etkenine kadar geriye gitmek zordur.”
Uzun bir alıntı yaptım. 2 paragraflık bir alıntı oldu. Burada önemli gördüğüm yerleri sözlükte tanımladım ama bir de üstünde durmak istediğim konuları burada az daha ayrıntılı konuşmak istiyorum. Freud ve Erich Fromm’un adı geçen kitaplarını okumuş ve çok şey öğrenmiştim. Benim toplum, medeniyet, insana bakışımı şekillendiren kitaplardı. Açıkcası Freud ve Erich Fromm’un tüm kitaplarını okumuş bir kişi olarak bu düşünürlerin analizlerinin çok doğru olduğunu düşünüyorum.
Aslında burda yazılanlar şaşırtıcı değil. Daha önce de yazdım. 2 milyon yıllık primat evrimi 300 bin yıllık sapiens evrimi sırasında şekillenmiş bir canlıyız. Bugün sahip olduğumuz özelliklerin kökenleri o zamanlardan kalma. Günümüzde yaşamak zorunda olduğumuz kalabalık şehirlere göre evrimleşmedik. Bu kadar fazla insanla baş etmek üzere çözümler üretecek donanımımız yok. Yaşadığımız sorunları çözecek kabiliyetlere sahip değiliz. Çünkü karşılaştığımız sorunlar bizi biz yapan ortam ve çevrede yoktular.
New York'ta yapılan ankette insanların suç, tehlikelilik, kirlilik, zorluktan şikayet etmeleri normal. Bizlerin de en büyük hayali emekli olunca bir akdeniz kasabasına taşınma değil mi? Hepimiz bu kadar fazla insan ilişkisinden dolayı zehirlenmiş hissetmiyor muyuz?
Edgerton daha sonra stresin ölçülmesinin zorluğundan bahsediyor. Stresin birbirini etkileyen birçok farklı şeyin karışımından oluşacağını aktarıyor. Bir kaç farklı örnekle konuyu açmaya çalışıyor. Psikosomatik hastalıklar toplumdan topluma değişiklik gösterebilir diyor; örneğin, astım Libya’da yaygınken Finlandiya’da nadirdir. Diş minesi hipoplazisi gibi ölçümler, çocukluk dönemindeki stresin uzun vadeli etkilerini incelemek için kullanılabilir. Araştırmalar, çocuklukta yaşanan ciddi stresin yaşam süresini kısaltabileceğini gösteriyor diyor. Ancak, stresin sağlık üzerindeki etkilerini değerlendirirken genetik, diyet ve diğer çevresel faktörler gibi değişkenler de dikkate alınmalıdır diyor.
Peptik ülserler örneğinde, stresin rolü kesin olmasa da genetik yatkınlık, sigara, alkol kullanımı ve Helicobacter pylori enfeksiyonu gibi faktörler de etkili olabilir. Ayrıca, kişilerin stresli olaylara tepkileri hastalığın gelişimini etkileyebilir. Kadınların geleneksel matrilineal toplum yapılarının değişmesiyle karşılaştığı stresin, belirli bir yerli kabilede duodenal ülser oranlarını artırdığı öne sürülmektedir. Ancak, diğer faktörler de sonuçları etkileyebilir ve bu bağlamda daha fazla veri gereklidir.
Edgerton bir başka örnekle devam ediyor. Araştırmalar, hızlı sosyal ve kültürel değişimin fiziksel ve zihinsel sağlığı strese bağlı olarak olumsuz etkilediğini gösteriyor. Örnekler arasında, anne stresinin düşük doğum ağırlığına ve erken doğuma etkisi, stresin depresyonla bağlantısı ve stres yaşayan bireylerin soğuk algınlığına daha yatkın olması yer alıyor.
Sayfa 125:
“No one seriously disputes the reports that recent immigrants, such as the Vietnamese boat people who came to the United States, were (and often still are) under great emotional stress and that they suffer both physical and mental disorders as a result. So it has always been whenever a population has had its traditional world torn apart or when it has been wrenched away from that world by events beyond its control. But the question we need to address is a different one. All societies change, that is axiomatic; but many traditional societies change very slowly. Do societies such as these, societies largely unaffected by the major disruptions of famine, epidemic disease, warfare, or political conquest, differ markedly in the amount or kind of stress they impose on their members? Do some stable societies, like rapidly changing ones, make their members sick?
It may as well be said at the outset that there is no sure answer to this question. The evidence is too controversial, and the issues are too complex for that. But the evidence that will be summarized in the pages to come suggests that the answer should be yes. Some small traditional societies appear to have been more stressful than others, and they still are.”
“Amerika Birleşik Devletleri'ne gelen Vietnamlı tekne insanları gibi yeni göçmenlerin büyük bir duygusal stres altında oldukları (ve çoğu zaman hala oldukları) ve bunun sonucunda hem fiziksel hem de zihinsel rahatsızlıklar yaşadıkları yönündeki raporlara kimse ciddi bir şekilde itiraz etmemektedir. Bir nüfusun geleneksel dünyası parçalandığında ya da kendi kontrolü dışındaki olaylar nedeniyle bu dünyadan koparıldığında hep böyle olmuştur. Ancak ele almamız gereken soru farklı bir sorudur. Tüm toplumlar değişir, bu aksiyomatiktir; ancak birçok geleneksel toplum çok yavaş değişir. Kıtlık, salgın hastalık, savaş ya da siyasi fetih gibi büyük yıkımlardan büyük ölçüde etkilenmeyen bu gibi toplumlar, üyelerine yükledikleri stres miktarı ya da türü bakımından belirgin farklılıklar gösterir mi? Hızla değişen toplumlar gibi bazı istikrarlı toplumlar da üyelerini hasta eder mi?
Bu sorunun kesin bir cevabı olmadığı en baştan söylenebilir. Kanıtlar çok tartışmalı ve konular bunun için çok karmaşık. Ancak ilerleyen sayfalarda özetlenecek olan kanıtlar, cevabın evet olması gerektiğini göstermektedir. Bazı küçük geleneksel toplumlar diğerlerine göre daha stresli olmuştur ve hala da öyledir.”
Bu enteresan değil mi? Hızlı değişimin stress kaynağı olduğu malum ama değişim olmayan toplumlarda stressin varlığı bunun arkasında başka şeylerin de olduğunu bize gösteriyor.
Edgerton daha sonra büyücülük ve cadılık inançlarının toplumlarda korku ve paranoya yaratarak maladaptasyon doğurabileceğini vurguluyor. John Kennedy ve Theodore Schwartz’ın gözlemlerine atıfta bulunarak, büyücülük korkusunun Afrika, Melanezya ve Latin Amerika gibi bölgelerde yaşamı son derece zorlaştırdığı belirtiyor. Ayrıca, sürekli çatışma ve savaşların da topluluklarda yüksek stres seviyelerine neden olduğunu, bunun toplumların sağlığı ve işleyişi üzerinde olumsuz etkiler yarattığını ifade ediyor. Geleneksel küçük toplumlarda bile, bu tür sürekli korku ve stresin, savaş sona erdiğinde büyük bir rahatlama hissi yaratacak kadar yıkıcı olduğu vurgulanıyor.
Sayfa 125-126:
“There are many kinds of taboos, and some of them no doubt enhanced the well-being of people who practiced them, as Marvin Harris has never tired of trying to demonstrate with regard to the Israelite's taboo on eating pork and the Hindu prohibition on the slaughter of cattle. 82 Beginning with Radcliffe-Brown's famous F razer Lecture, functionalists have interpreted taboos positively, pointing to their role in making people aware of the values that give their society cohesion. But some kinds of taboos have also been a significant source of stress, one that has been as common as feuding or warfare and perhaps even more anxiety producing.”
“Marvin Harris'in İsraillilerin domuz eti yeme tabusu ve Hinduların sığır kesimi yasağı ile ilgili olarak göstermeye çalışmaktan asla yorulmadığı gibi, pek çok tabu türü vardır ve bazıları şüphesiz bunları uygulayan insanların refahını artırmıştır.82 Radcliffe-Brown'ın ünlü Frazer Dersi'nden başlayarak, işlevselciler tabuları olumlu bir şekilde yorumlamış ve tabuların insanların toplumlarına bütünlük kazandıran değerlerin farkında olmalarını sağlamadaki rollerine işaret etmişlerdir. Ancak bazı tabu türleri, kan davası ya da savaş kadar yaygın olan ve belki de daha fazla kaygı yaratan önemli bir stres kaynağı da olmuştur.”
Yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Bazı uygulamalar madem zararlıysa nasıl hayatını devam ettirebiliyor.
Bunun üzerine bazı tabuları örnek olarak veriyor Edgerton. Avustralya'daki Walbiri topluluğunda kutsal nesneler ve ritüellerin sosyal düzeni nasıl etkilediğini anlatıyor. Kutsal nesnelerin sadece yaşlı erkeklere ait olduğu ve kadınların bunları görmesinin yasak olduğu belirtiliyor. Bir kadının yanlışlıkla kutsal objeleri görmesi durumunda ölüm veya ciddi ruhsal bozukluk yaşayacağına inanılıyor. Örnek olarak, yaşlı bir kadın olan Maisie'nin bu tabuyu ihlal ettikten sonra ciddi psikolojik çöküş yaşadığı, hatta ölü ilan edildiği bir olay aktarılıyor. Her ne kadar hayatta kalsa da Maisie'nin psikozdan kurtulamadığı anlatılıyor. Bu olay, kutsal nesnelere duyulan saygıyı pekiştirirken kadınlar arasında büyük bir korku yaratmıştır.
Sayfa 126-127:
“Adaptivists continue to interpret many kinds of taboos in terms of their positive social uses. Marvin Harris believes that when individuals have difficulty calculating the costs and benefits of their actions, taboos prevent them from taking unwise recourse to short-term satisfactions that might have long-range costs. 84 This formula, it should be obvious, allows anyone great latitude in interpreting the positive function of a taboo. Unlike adaptivists, the people in small-scale societies themselves can typically offer no explanation for the existence of their taboos beyond saying that they have always been that way. 85 Perhaps that is because some taboos are innocuous-such as the Mbuti belief that they must splash themselves with some water whenever they cross a stream86-and the reasons for taboos like these could understandably be forgotten. But others would appear to be anything but harmless. The Netsilik Inuit believed that when a pregnant woman first felt labor pains, she had to be confined to a small snow house if it was winter or a tent during the summer. The woman herself was considered to be unclean, and a newborn child was thought to give off a particularly dangerous vapor at birth. Because the entire community was thought to be in great danger, no one was permitted to assist the woman in giving birth. If the birth proved to be difficult, a shaman might be summoned to drive away evil spirits, but no one was allowed to touch the woman. 87 This taboo might have served as a population control measure because it probably increased infant mortality, but it also endangered the mother, and there is no evidence that the Netsilik had any desire to reduce the number of fertile and sexually attractive women in their society.”
“Adaptivistler birçok tabu türünü olumlu sosyal kullanımları açısından yorumlamaya devam etmektedir. Marvin Harris, bireylerin eylemlerinin maliyet ve faydalarını hesaplamakta güçlük çektikleri durumlarda, tabuların onları uzun vadeli maliyetleri olabilecek kısa vadeli tatminlere akılsızca başvurmaktan alıkoyduğuna inanmaktadır.84 Bu formülün, bir tabunun olumlu işlevini yorumlama konusunda herkese büyük bir serbestlik tanıdığı açıktır. Uyarlamacıların aksine, küçük ölçekli toplumlardaki insanlar tabularının varlığına ilişkin olarak her zaman böyle olduklarını söylemenin ötesinde bir açıklama getiremezler.85 Belki de bunun nedeni, bazı tabuların zararsız olması - örneğin Mbuti'lerin bir dereden geçerken üzerlerine su sıçratmaları gerektiğine inanmaları 86 - ve bu gibi tabuların nedenlerinin anlaşılabilir bir şekilde unutulabilmesidir. Ancak diğerleri zararsız olmaktan çok uzak görünmektedir. Netsilik İnuitleri, hamile bir kadın doğum sancılarını ilk hissettiğinde, kışın küçük bir kar evine, yazın ise bir çadıra kapatılması gerektiğine inanıyordu. Kadının kendisinin kirli olduğu düşünülürdü ve yeni doğan bir çocuğun doğum sırasında özellikle tehlikeli bir buhar yaydığı düşünülürdü. Tüm topluluğun büyük bir tehlike altında olduğu düşünüldüğünden, kimsenin doğum yapan kadına yardım etmesine izin verilmezdi. Eğer doğum zor olursa, kötü ruhları uzaklaştırması için bir şaman çağrılabilirdi ama kimsenin kadına dokunmasına izin verilmezdi.87 Bu tabu, muhtemelen bebek ölümlerini artırdığı için bir nüfus kontrol önlemi olarak hizmet etmiş olabilir, ancak aynı zamanda anneyi de tehlikeye atıyordu ve Netsilik'in toplumlarındaki doğurgan ve cinsel açıdan çekici kadınların sayısını azaltmak istediğine dair hiçbir kanıt yoktur.”
Açıkcası ben de Edgerton gibi düşünüyorum. İnsanlar ne kadar saçma olursa olsun atalarından kalan gelenekleri devam ettirme eğiliminde. Bunun arkasında makul bir şey aramaya ne kadar gerek var bilmiyorum. Atalarından 10 bin adet farklı şey miras alıyorlar ve bunların 9995 tanesi hayatlarını devam ettirmeleri konusunda herhangi bir zarara yol açmıyor ama 5 tanesi düpedüz saçmalık. İyi ama 5 tane saçmalık yüzünden geri kalan işe yarayan 9995 adet doğru ve hayatta tutan geleneğe ne demeli. Yani demek istediğim bizler bir şekilde bizi hayatta tutan bir çok geleneğin içine doğuyoruz ve bunlar iyi kötü iş görüyor ama aralarından bazıları çok saçma olabiliyor. Diğer işe yarayanların yüzü suyu hürmetine o saçmalarda arada kaynayıp gidiyor. İnsan olmak demek her halde bu demek. Bu saçmalıktan kurtulmanın tek yolu başka toplumlarla etkileşime girip kendine çeki düzen vermekte. Başka türlü labirentin içindekilerin labirentte olduklarını anlamaları çok güç.
Edgerton bu alt başlığı farklı tabu örnekleri ile bitirmiş. İlk örnek, Kenya'daki Kamba topluluğundan alınmış ve tabuların hastalık veya ölüm gibi otomatik doğaüstü cezalarla ilişkilendirilmesinin bireyler üzerinde korku ve kaygı yarattığını anlatıyor. Bir kişinin, bir tabuyu yanlışlıkla ihlal etmesi sonucunda yaşadığı fiziksel ve ruhsal sıkıntılar örnekleniyor.
İkinci örnek, Navaho toplumunun hastalık ve büyücülükle ilişkili korkularına odaklanıyor. Navahoların, tedavi edici törenlere büyük zaman ve enerji harcadığı ve bu durumun yaygın bir kaygı hali yarattığı belirtiliyor.
Son örnek ise Inuit toplumunun tabular ve doğaüstü korkular nedeniyle yaşadığı sürekli endişeyi ele alıyor. Inuitlerin, tabuların yanı sıra kötü ruhlar ve mitolojik canavarlardan kaynaklanan yoğun korkularla yaşadığı vurgulanıyor.
Edgerton, bu korkuların toplumsal fayda sağlamaktan çok bireyleri ve toplumları zayıflattığını belirtiyor ve tabuların genellikle adaptif olmadığını öne sürüyor.
İnsanın korkan bir canlı olması ve bu korkularımızın bizi saçma şeyler yapmaya yönlendirmesini görmemiz ve anlamamız gerek diye düşünüyorum. Bizler korkarak hayatta kalmışız. Tüm hayatımız korkularımızdan kurtulmaya çalışmakla geçmiş. Diğer canlılardan fiziksel olarak zayıf olmamız ve onlardan gelen tehlikeleri bertaraf etme arzumuz bizlere beynimizi geliştirme zorunluluğu yaratmış. Aletler üretmişiz, icatlar yapmışız. Doğayı anlamaya çalışmışız. Yaşadığımız şeyleri anlamlandırmaya çalışmışız. Başımıza gelen şeylerin arkasındaki sebepleri bulmaya uğraşmılız. Son bir kaç yüzyıla kadar da bu çabamızda açıkcası başarışız olmuşuz.
Başarısız olmuşuz ama yine de yılmamışız. Bu çok önemli. Bazı yöresel ve küçük topluluklar belki atalarının verdiği cevabı kabul edip üstüne çok kafa yormamış ama bazı toplumlar vazgeçmemiş ve sormaya devam etmiş. İnsanı çok da abartmamamız gerekiyor. kabul edelim doğayı fethettik, doğanın zorluklarını aştık ama çok da akıllıca yapmadık bunu. Aramızdan bir çokları da bu çaba sırasında yenik düştüler. Zaten doğal seçilim de bu değil mi? daha zeki, akıllı, çözümsel, analitik olanlar hayatta kaldı; saçmalıklara, tabulara, akılsızlıklara takılı kalanların ya soyu tükendi yada diğer toplumlara kıyasla geride kaldı.
Aslında belki de bugün kurduğumuz medeniyet dediğimiz şey bu seçilimin sonucu. Daha önce de Hegel’den bahsetmiştim. Yine aynı yere geliyorum. Belki önceden yazılmış bir son yok ama bir değişim kaçınılmaz. Değişmeyen hayatta kalmıyor. Uyum sağlayamayan geriye düşüyor. Burada bahsedilen maladaptif uygulamalar hangi toplumlarda daha yaygın. Bu bir tesadüf mü? Belki İngiltere, Norveç, İsveç, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde de hala maladaptif uygulama, inanç, gelenekler yaşamaya devam ediyordur ama samimi olalım bu ülkelerde mi daha yaygındır yoksa Afganistan, Arabistan, Afrika ülkeleri, Yeni dünya ülkelerinde mi daha yaygındır.
Maladaptasyonun, dünya ülkelerini gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler şeklinde sıraladığımızda hangisinde daha yaygın olduğunu görürüz?
Bu başlıkta bu şekilde bitsin. Yine bir beyin jimnastiği yapmış olduk.
Comments