top of page
Okunduğu Gibi

Toplumların Yok Oluşu: Kültürel Bağlılık, Savaş ve Hayatta Kalma Dinamikleri

Yirmiikinci Yazı

Bölüm 7

Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü

Edgerton bu başlık altında, toplumların, kültürlerin ve nüfusların yok oluş nedenlerini ele alıyor. Küçük toplulukların askeri, sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerle nasıl yok olduğunu örneklerle açıklıyor. Yahi Kızılderilileri, Xhosa halkı ve Marind-Anim gibi toplulukların, dış tehditler, hastalıklar, savaşlar veya kültürel uygulamalar nedeniyle tükendiğini göreceğiz. Şaka Zulu ve Asante Krallığı gibi bazı toplumların askeri güçle ayakta kaldığını, ancak bu yöntemin uzun vadede sürdürülebilir olmadığını okuyacağız. Edgerton, kan davaları, irrasyonel inançlar ve sosyal yapıların bozulmasının da toplumsal çöküşü hızlandırdığını aktarıyor. Bu bölümde hayatta kalmanın uyum yeteneği ve dış tehditlere karşı dirençle bağlantılı olduğunu öğreniyoruz.

Bölümü elimden geldiği kadar az yazıyla bitirmek istiyorum ama sanırım yine en az 3 yazıdan oluşan bir seri olacak. Bir sözlükle bu seriye başlayalım.

Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü bölümünde geçen önemli İfadeler:

Sosyokültürel Sistemler (Sociocultural Systems): Bir toplumun inançları, değerleri, normları, gelenekleri ve sosyal kurumları bir araya gelerek sosyokültürel sistemi oluşturur. Bu sistemler, bireylerin davranışlarını şekillendirir ve toplumun işleyişini düzenler. Sosyokültürel sistemler, toplumların çevrelerine uyum sağlamalarına yardımcı olurken, bazı durumlarda maladaptif inanç ve uygulamaları da sürdürebilir. Bu sistemler, kültürel değişime ve dış etkilere karşı dirençli olabileceği gibi, zaman içinde de dönüşebilirler. İnsanlar, bu sistemler içinde doğar, büyür ve hayatlarını sürdürürler, bu nedenle bu sistemlerin karmaşıklığı, toplumların anlaşılması için önemlidir.

Sosyal Organizasyon (Social Organization): Bir toplumdaki bireylerin ve grupların birbirleriyle olan ilişkilerini, rollerini, statülerini ve etkileşim biçimlerini ifade eder. Sosyal organizasyon, toplumun kaynaklarının dağıtımını, karar alma süreçlerini ve iş birliğini düzenler. Toplumların büyüklüğü, karmaşıklığı ve ekonomik yapıları, sosyal organizasyon biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Sosyal organizasyon, toplumların işleyişi için bir temel oluştururken, aynı zamanda eşitsizliklere ve çatışmalara da yol açabilir. Toplumlar, sosyal organizasyonlarını değiştirerek farklı sorunlara uyum sağlayabilirler.

Sosyal ve Kültürel Uyum (Social and Cultural Viability): Bir toplumun uzun süre varlığını sürdürebilme ve temel ihtiyaçlarını karşılayabilme becerisini ifade eder. Sosyal ve kültürel uyum, toplumun kendi içindeki iş birliğini, uyumunu ve çevre ile olan ilişkilerini kapsar. Uyumlu toplumlar, üyelerinin refahını artırırken, uyumsuz toplumlar ise çatışma, hoşnutsuzluk ve hatta çöküşle karşı karşıya kalabilir. Sosyal ve kültürel uyum, dinamik bir süreçtir ve toplumların sürekli değişen koşullara uyum sağlamasını gerektirir. Bir toplumun hayatta kalma yeteneği, sosyal ve kültürel uyumunun bir göstergesidir.

Toplumlar Arası Çatışma (Inter-societal Conflict): Farklı toplumlar arasında kaynaklar, toprak, ideolojiler veya güç gibi nedenlerle ortaya çıkan çatışmaları ifade eder. Bu çatışmalar, savaşlar, istilalar, baskılar veya kültürel anlaşmazlıklar şeklinde görülebilir. Toplumlar arası çatışmalar, bireyler ve gruplar üzerinde büyük etkilere sahip olabilir, bu nedenle toplumsal uyumu ve varoluşu tehdit eder. Bazı çatışmalar, toplumların askeri teknolojilerini geliştirmesine veya daha iyi örgütlenmesine neden olabilirken, bazıları toplumların yok olmasına yol açabilir. Toplumlar arası çatışmalar, insanlık tarihinin önemli bir parçasıdır ve bu çatışmaların nedenlerini ve sonuçlarını anlamak, toplumların geleceği için önemlidir.

Uyum (Adaptation): İnsanların ve toplumların çevrelerindeki koşullara ve değişimlere karşı gösterdikleri uyum sağlama sürecidir. Uyum, bireylerin ve toplumların fiziksel, sosyal ve kültürel çevrelerine uyum sağlamasını içerir. Uyum, hem bilinçli kararlar hem de bilinçsiz süreçler sonucunda gerçekleşebilir. Bazı adaptasyonlar başarılı olurken, bazıları maladaptif (sağlıksız uyumlu) olabilir ve toplumların refahını tehlikeye atabilir. Uyum, sürekli bir süreçtir ve toplumların sürekli değişen koşullara uyum sağlaması gereklidir. İnsanlar ve toplumlar, uyum becerileri sayesinde hayatta kalır ve gelişirler.

Maladaptasyon/Sağlıksız Uyumluluk (Maladaptation): Bir toplumun veya kültürün, inançları, uygulamaları veya kurumları nedeniyle hayatta kalmasını zorlaştıran veya zarar veren sağlıksız uyum durumudur. Maladaptasyon, bireylerin fiziksel veya zihinsel sağlığını olumsuz etkileyebilir, sosyal düzeni bozabilir veya toplumun çöküşüne yol açabilir. Örneğin, zararlı sağlık uygulamaları, verimsiz ekonomik pratikler veya şiddete dayalı gelenekler maladaptif olabilir. Maladaptasyon, toplumların değişen koşullara uyum sağlamakta başarısız olması sonucu ortaya çıkar ve kültürel, sosyal veya çevresel faktörlerden kaynaklanabilir.

Kültürel Çöküş (Cultural Collapse): Bir toplumun kültürel inançlarının, sosyal kurumlarının ve yaşam biçiminin ciddi şekilde zayıflaması, bozulması veya yok olmasıdır. Kültürel çöküş, dış baskılar, iç çatışmalar, ekonomik krizler, doğal felaketler veya maladaptif uygulamalar nedeniyle ortaya çıkabilir. Örneğin, küçük toplumların Avrupa temasıyla birlikte yaşadığı sosyal ve kültürel dönüşümler, birçok toplumun kültürel çöküş yaşamasına neden olmuştur. Kültürel çöküş, bir toplumun kimliğinin kaybolmasına, sosyal yapısının dağılmasına ve hatta yok olmasına yol açabilir.

Toplumların Karşılıklı Etkileşimi (Inter-societal Interaction): Farklı toplumların birbirleriyle kurdukları ilişkileri, temasları ve etkileşimleri ifade eder. Bu etkileşimler, ticaret, savaş, göç, kültürel alışveriş, siyasi ittifaklar veya dini yayılmalar şeklinde olabilir. Toplumlar arası etkileşimler, toplumların kültürel, sosyal, ekonomik ve teknolojik gelişimini etkileyebilir. Ancak bu etkileşimler, çatışmalara, eşitsizliklere veya kültürel asimilasyona da neden olabilir. Toplumların birbirleriyle etkileşim biçimleri, insanlık tarihini şekillendiren önemli bir faktördür.

Çokkültürlülük ve Asimilasyon (Multiculturalism and Assimilation): Çokkültürlülük, farklı kültürel grupların bir arada ve eşit şartlarda yaşamasını ifade ederken, asimilasyon, bir kültürel grubun diğerinin kültürü içinde erimesi sürecidir. Çokkültürlü toplumlarda, farklı kültürler birbirlerini etkileyebilir, zenginleştirebilir veya çatışmalar ortaya çıkabilir. Asimilasyon ise, baskın kültürün etkisiyle azınlık kültürlerinin zamanla kaybolmasına yol açabilir. Toplumlar, çokkültürlülüğü benimseyebilir veya asimilasyon politikaları uygulayabilirler, bu seçimler o toplumdaki kültürel çeşitliliği etkiler.

Toplumların Ekonomik ve Politik Bağımlılığı (Economic and Political Dependency of Societies): Toplumların, başka toplumlar veya dış güçler tarafından ekonomik veya siyasi olarak kontrol edilmesi durumunu ifade eder. Bu bağımlılık, sömürgecilik, küreselleşme veya eşitsiz ticaret ilişkileri yoluyla ortaya çıkabilir. Ekonomik bağımlılık, bir toplumun kaynaklarının başkaları tarafından sömürülmesine ve kendi ekonomik gelişimini sağlayamamasına yol açabilir. Politik bağımlılık ise, bir toplumun kendi kararlarını özgürce alamaması ve başka güçlerin kontrolü altında olması anlamına gelir. Bu bağımlılık, toplumsal eşitsizlikleri artırabilir ve toplumsal huzursuzluğa neden olabilir.

Sosyokültürel Değişim (Sociocultural Change): Bir toplumun kültürel inançlarında, sosyal yapısında, normlarında ve uygulamalarında meydana gelen dönüşümü ifade eder. Bu değişim, içsel faktörler (örneğin, teknolojik yenilikler veya yeni fikirler) veya dışsal faktörler (örneğin, savaşlar, göçler veya kültürel temaslar) nedeniyle ortaya çıkabilir. Sosyokültürel değişim, toplumların uyum sağlamasına ve gelişmesine katkıda bulunabileceği gibi, bazı durumlarda toplumsal sorunlara, çatışmalara veya kültürel çöküşe de yol açabilir. Bu değişimler, toplumların geleneksel yaşam biçimlerini etkileyebilir ve yeni kimliklerin oluşmasına neden olabilir.

Kültürel Direnç (Cultural Resistance): Bir toplumun veya grubun, dış baskılara veya değişime karşı kendi kültürel değerlerini, inançlarını ve uygulamalarını koruma çabasıdır. Bu direnç, pasif bir şekilde kültürel uygulamaları sürdürmekle olabileceği gibi, aktif olarak protesto etmek, isyan etmek veya ayrılıkçı hareketler oluşturmak şeklinde de olabilir. Kültürel direnç, toplumların kimliklerini korumalarına ve asimilasyona karşı durmalarına yardımcı olabilir. Ancak, bazı durumlarda, kültürel direnç, toplumsal çatışmaları artırabilir veya daha büyük değişimleri engelleyebilir.

Antropolojik Alan Çalışması (Anthropological Fieldwork): Antropologların, inceledikleri toplumların içinde uzun süre kalarak, doğrudan gözlem yaparak, mülakatlar yaparak ve katılımlı gözlem yöntemlerini kullanarak veri topladıkları araştırma yöntemidir. Antropolojik alan çalışması, toplumları kendi bağlamında anlamaya ve derinlemesine bilgi edinmeye olanak tanır. Antropologlar, bu süreçte farklı kültürleri ve yaşam biçimlerini deneyimleyerek, hem kendi bakış açılarını genişletir hem de incelenen toplumlara dair zengin bilgiler elde ederler. Alan çalışması, antropolojinin temel araştırma aracıdır.

Dil Antropolojisi (Linguistic Anthropology): Antropolojinin, dilin insan toplulukları içindeki sosyal ve kültürel rolünü inceleyen alt dalıdır. Dil antropologları, dilin nasıl kullanıldığını, sosyal ilişkileri nasıl etkilediğini, kültürel kimlikleri nasıl yansıttığını ve dünya görüşlerini nasıl şekillendirdiğini araştırırlar. Dil, kültürel bilginin aktarılmasında, sosyal etkileşimlerde ve toplumsal kimliklerin oluşmasında önemli bir araçtır. Dil antropolojisi, farklı kültürleri ve düşünce biçimlerini anlamak için dilin rolünü analiz eder.

Kültürel Bağlılık (Cultural Commitment): Bireylerin, kendi kültürlerine olan derin duygusal ve zihinsel bağlılığını ifade eder. Bu bağlılık, kültürel değerlere, inançlara, geleneklere ve yaşam biçimlerine duyulan bağlılığı kapsar. Kültürel bağlılık, bireylere kimlik, anlam ve aidiyet duygusu verir. Kültürel bağlılığı güçlü olan bireyler, kendi kültürlerini koruma ve gelecek nesillere aktarma konusunda daha istekli olabilirler. Ancak, aşırı kültürel bağlılık, diğer kültürlere karşı hoşgörüsüzlüğe veya kültürel çatışmalara da yol açabilir.

Dekültürasyon (Kültür Kaybı): Bir toplumun veya bireyin, kendi kültürel değerlerini, inançlarını, geleneklerini ve dilini yitirmesi sürecidir. Dekültürasyon, genellikle dış baskılar, sömürgecilik, asimilasyon politikaları, göç veya hızlı toplumsal değişimler nedeniyle ortaya çıkar. Bu süreç, toplumların kendi kimliklerini kaybetmelerine, sosyal yapılarının bozulmasına ve psikolojik sorunlara yol açabilir. Kültür kaybı, bir toplumun geçmişiyle bağını zayıflatabilir ve geleceğe yönelik umutlarını olumsuz etkileyebilir. Bazı durumlarda, kültür kaybı toplumların yok olmasına kadar gidebilir.

Kültürel Entegrasyon (Cultural Integration): Farklı kültürlerden gelen bireylerin veya grupların, bir toplum içinde bir araya gelerek karşılıklı etkileşimde bulunmaları ve yeni bir kültürel kimlik oluşturmaları sürecidir. Bu süreçte, farklı kültürler birbirlerini etkileyebilir, yeni değerler, normlar ve uygulamalar ortaya çıkabilir. Kültürel entegrasyon, toplumsal uyumu ve çeşitliliği artırabilirken, aynı zamanda bazı kültürel çatışmalara veya gerilimlere de yol açabilir. Başarılı bir kültürel entegrasyon, farklılıkların korunması ve karşılıklı saygıya dayanır.

Tarihsel Antropoloji (Historical Anthropology): Antropolojinin, geçmiş toplumları ve kültürleri incelemek için tarihsel belgeleri, arkeolojik buluntuları ve sözlü tarih gibi kaynakları kullanan alt dalıdır. Tarihsel antropologlar, geçmişteki toplumsal yapıları, kültürel değişimleri ve insan davranışlarını analiz ederek, günümüz toplumlarını ve kültürlerini anlamaya çalışırlar. Bu alan, geçmişin toplumsal ve kültürel bağlamlarını ortaya çıkararak, insanlık tarihine dair daha kapsamlı bir bakış açısı sunar. Tarihsel antropoloji, antropoloji ve tarih disiplinlerini bir araya getirerek, geçmişin kültürel süreçlerini daha iyi anlamamızı sağlar.

Etnografik Kayıtlar (Ethnographic Records): Antropolojik alan çalışmaları sırasında toplanan gözlem notları, mülakat kayıtları, fotoğraflar, videolar ve diğer verilerden oluşan, belirli bir toplumun kültürel yaşamına dair detaylı ve zengin bilgiler sunan yazılı veya görsel materyallerdir. Etnografik kayıtlar, antropologların toplumları anlamak ve analiz etmek için kullandıkları temel kaynaklardır. Bu kayıtlar, farklı kültürlerin ve yaşam biçimlerinin korunmasına, karşılaştırılmasına ve analiz edilmesine olanak tanır. Etnografik kayıtlar, antropolojik bilginin temelini oluşturur ve geçmiş kültürler hakkında önemli bilgiler sunar.

Kültürel Süreklilik (Cultural Continuity): Bir toplumun kültürel inançlarının, değerlerinin, geleneklerinin ve uygulamalarının zaman içinde devamlılık göstermesi ve nesilden nesile aktarılmasıdır. Kültürel süreklilik, toplumların kimliklerini korumalarına, sosyal bağlarını güçlendirmelerine ve geçmişleriyle bağlantılarını sürdürmelerine yardımcı olur. Ancak kültürel süreklilik, değişime karşı direnci de beraberinde getirebilir ve bazı durumlarda toplumların adaptasyonunu zorlaştırabilir. Kültürel süreklilik, toplumların kendilerini tanımlama ve gelecek nesillere miras bırakma süreçlerinde önemli bir rol oynar.

Din Antropolojisi (Religious Anthropology): Antropolojinin, dinlerin ve dini inançların insan toplulukları içindeki sosyal ve kültürel rolünü inceleyen alt dalıdır. Din antropologları, farklı dinlerin nasıl ortaya çıktığını, nasıl değiştiğini, insanların yaşamlarını nasıl etkilediğini ve toplum içindeki işlevlerini araştırır. Din antropolojisi, dini ritüelleri, sembolleri, mitleri ve inanç sistemlerini analiz ederek, dinin farklı toplumlarda nasıl yorumlandığını ve yaşandığını anlamaya çalışır. Din, toplumsal düzenin sağlanmasında, ahlaki değerlerin aktarılmasında, kimliklerin oluşmasında ve anlam arayışında önemli bir rol oynar.

Antropolojik Kıyaslamalar (Anthropological Comparisons): Antropolojide, farklı toplumları, kültürleri veya sosyal yapıları karşılaştırmak suretiyle insanlığa dair genel sonuçlara ulaşma yöntemidir. Bu kıyaslamalar, kültürel çeşitliliği anlamak, insan davranışlarının ortak yönlerini ve farklılıklarını ortaya çıkarmak, toplumsal değişimleri ve evrimi analiz etmek için kullanılır. Antropolojik kıyaslamalar, bir toplumun özelliklerini diğer toplumlarla karşılaştırarak, o toplumun benzersizliğini ve genel insanlık deneyimine katkısını anlamaya yardımcı olur. Bu süreç, farklı bakış açıları kazanmamızı ve insan doğası hakkında daha kapsamlı bir anlayışa ulaşmamızı sağlar. Kültürel görecelilik ilkesini de göz önünde bulundurarak, kendi kültürümüzün dışına çıkmamızı ve farklı yaşam biçimlerini daha iyi anlamamızı sağlar. Ancak karşılaştırmalı değerlendirmeler yaparken dikkatli olmak, evrensel ölçütler belirleyerek insan sağlığına, mutluluğuna ve toplumun hayatta kalmasına zarar veren kültürel pratiklerin anlaşılmasını sağlamak gerekir.

Edgerton bu bölüme üzücü bir tarihi gerçeklikle başlıyor. Ishi'nin hikayesi, küçük bir toplumun yok oluşunu gözler önüne seriyor. 1911'de Kuzey Kaliforniya'nın tepelerinden medeniyete çıkan Ishi, beyaz Amerikalılar arasında kısa bir süre de olsa yaşama uyum sağlamaya çalışmış ancak 1916'da veremden ölmüş. Yahi Kabilesi, Kaliforniya’da 2000 yıldan fazla bir süre avcılık ve toplayıcılıkla varlığını sürdürmüş. Edgerton, Yahi halkının nadir bir okçuluk tekniği kullanmaları ve kadın-erkek için ayrı diller konuşmalarıyla kültürel olarak farklılaşan  barışçıl bir toplum olduğunu aktarıyor.  19. yüzyılda Avrupalı yerleşimcilerin gelişiyle avlanmışlar ve katliama uğramışlar.

Dostane bir başlangıçtan sonra, altın arayıcılarının gelişiyle birlikte Yahi’ler beyazlar tarafından hayvan gibi avlanmaya başlanmış. Küçük gruplar halinde direnmeye çalışsalar da, teknolojik olarak üstün silahlarla mücadele edememişler. 1911'e gelindiğinde, tüm kabile üyeleri ölmüş ya da doğal nedenlerle hayatını kaybetmiş. Beyaz hâkimiyeti altına girmek yerine kendi kültürlerini koruma kararlılığı, sonunda onların yok oluşuna neden olmuş. Bu hikâye, bir toplumun kültürel bağlılık ve cesaretle nasıl direnebileceğini ancak daha büyük güçler karşısında nasıl trajik bir sona ulaşabileceğini ortaya koyuyor.

Sayfa 161:

All but a very few humans have found it necessary to live in groups, and these groups have invariably developed their own cultures and languages. For many humans, perhaps the majority, the institutions, beliefs, and practices that constitute their society, culture, and language give their lives such meaning and coherence that to live without them would be terribly difficult and, for some, perhaps not possible at all. It is not uncommon for a population to think of itself as the best people on earth, even the only people on earth, and what defines its superiority is its customs, customs that bind people together, that give them joy and strength and purpose, customs so right that they need never change. There are such populations, known to us by such names as the Hopi, Maasai, Maori, and Yahi.”

“Çok azı hariç tüm insanlar gruplar halinde yaşamayı gerekli bulmuş ve bu gruplar da her zaman kendi kültürlerini ve dillerini geliştirmişlerdir. Pek çok insan için, belki de çoğunluk için, toplumlarını, kültürlerini ve dillerini oluşturan kurumlar, inançlar ve uygulamalar yaşamlarına öyle bir anlam ve tutarlılık kazandırır ki, bunlar olmadan yaşamak son derece zor olur ve bazıları için belki de hiç mümkün olmaz. Bir halkın kendisini yeryüzündeki en iyi halk, hatta yeryüzündeki tek halk olarak görmesi nadir değildir ve bu halkın üstünlüğünü tanımlayan şey gelenekleri, insanları birbirine bağlayan, onlara neşe, güç ve amaç veren, asla değişmemesi gereken kadar doğru olan gelenekleridir. Bizim Hopi, Maasai, Maori ve Yahi gibi isimlerle tanıdığımız böyle halklar vardır.”

Edgerton Yahilerle ilgili trajik öyküyü anlattıktan sonra bu şekilde bir paragrafla anlatmaya devam ediyor. Buradaki tespitleri eğer sosyoloji ve antropoloji, psikoloji, sosyal psikoloji ile ilgili herhangi bir konu hakkında kafa yorarken her zaman aklımızın kenarında tutmak zorundayız. Belki de az önce dikkat çekmek istediğim türden bir liste yapmak gerekiyor. Yani insan olmamızın en temel göstergelerini listelemek çok faydalı olur. Böylece gereksiz laf kalabalığından, zaman kaybettiren boş tartışmalardan kurtulmuş oluruz. Tüm insanlar için geçerli olan şeyleri bir kenara koyup, bunları sağlam çivilerle duvara asıp geri kalan tüm teorilerimizi, varsayımlarımızı bu sağlam temel üstüne kurmalıyız.

Sayfa 162:

This is so obviously a truism that we express no surprise when people retain their cultures and languages over hundreds of years despite rapid environmental changes, conquest, or prolonged oppression. In spite of centuries of military occupation and foreign domination, Koreans have retained their culture and language. So did the Han Chinese, Gypsies, Poles, Armenians, Jews, and many others.” 

“Bu o kadar açık bir gerçektir ki, hızlı çevresel değişimlere, fetihlere veya uzun süreli baskılara rağmen insanların yüzlerce yıl boyunca kültürlerini ve dillerini korumalarına şaşırmıyoruz. Yüzyıllar süren askeri işgal ve yabancı hakimiyetine rağmen Koreliler kültürlerini ve dillerini korumuşlardır. Han Çinlileri, Çingeneler, Polonyalılar, Ermeniler, Yahudiler ve diğerleri de öyle.” 

Yukarıdaki tespitin ardından Edgerton örnekler vermeye devam ediyor. Kenya'daki Kikuyu halkı, İngiliz sömürgeciliğine karşı uzun süre direnmiş, büyük kayıplar vermiş ancak sosyal kurumlarını ve kültürlerini koruyarak ülkedeki en güçlü etnik grup haline gelmiş. Güneydoğu Asya’daki Cham halkı ise İslami din ve kültürlerini koruma mücadelesinde büyük zorluklar yaşamış. 1471'de Champa Krallığı'nın yenilgisinden sonra Kamboçya’ya kaçan Chamlar, Khmer Rouge rejimi altında soykırıma uğramış, ancak hayatta kalanlar kültürlerini sürdürmeye kararlıymış. Edgerton, ABD’ye göç eden Chamlar için, kültürlerini koruma uğruna, genetik hastalıklara rağmen kuzen evliliklerini sürdürmektedir diyor. Kültürel bağlılığın gücünü görüyoruz.

Sayfa 162:

Many other societies of all sizes and levels of social complexity have managed to thrive despite extreme stresses of all kinds. Yet there are populations whose customs have left them discontented, depressed, apathetic, angry, or rebellious, and not all of these societies have thrived. In fact, not all have survived. Sociocultural systems and populations that fail to perpetuate themselves provide the most extreme evidence of maladaptation. In the wake of the European contact that brought disease, economic change, military defeat, and political domination to most of the tribal world, so many small societies have undergone shattering social and cultural transformations that it is uncommon to find one that has successfully retained its tribal integrity.” 

“Her büyüklükteki ve sosyal karmaşıklık düzeyindeki diğer birçok toplum, her türden aşırı strese rağmen gelişmeyi başarmıştır. Yine de gelenekleri onları hoşnutsuz, depresif, kayıtsız, öfkeli ya da isyankar bırakan toplumlar vardır ve bu toplumların hepsi başarılı olamamıştır. Aslında, hepsi hayatta kalamamıştır. Kendilerini devam ettirmekte başarısız olan sosyokültürel sistemler ve nüfuslar, maladaptasyonun en uç kanıtlarını sunmaktadır. Kabile dünyasının çoğuna hastalık, ekonomik değişim, askeri yenilgi ve siyasi hakimiyet getiren Avrupa temasının ardından, o kadar çok küçük toplum sarsıcı sosyal ve kültürel dönüşümler geçirdi ki, kabile bütünlüğünü başarıyla koruyan bir toplum bulmak nadirdir.“

Edgerton, Margaret Mead’den örnek veriyor. Toplumsal ve kültürel bütünlüğünü koruyabilen Manus halkı gibi istisnai durumları görüyoruz. Çoğu küçük toplum, yönetim sistemlerinin değersizleştirilmesi, sanat ve teknolojilerinin gerilemesi, sosyal organizasyonlarının dağılması ve kültürel anlam dünyalarının yitirilmesiyle karşı karşıya kalmış. Diller ya sömürge güçleri tarafından yasaklanmış ya da yerlerini başka dillere bırakmış.  Günümüzde birçok küçük toplum hayatta kalmanın eşiğinde yaşadığını söylüyor. Edgerton ironik bir durumdan bahsediyor. Bazılarının kültürlerini koruyabilmek için antropologların yazılı kayıtlarına bel bağladığını öğreniyoruz.

Edgerton, küçük kabile toplumlarının modernleşme sürecinde karşılaştıkları sosyal, kültürel ve demografik kayıpları incelemeye devam ediyor. Birçok küçük toplum, Avrupa liderliğindeki modernleşme ve sömürgecilik süreçlerinde ciddi şekilde zarar görmüş, nüfuslarını ve kültürlerini kaybetmiş. Ancak, bu kayıpların hepsi dışsal etkilerle sınırlı değildir diyor. Bazı topluluklar, Avrupa ile temaslarından önce bile sosyal ve kültürel karmaşıklıklarını yitirmiş.

Tasmanyalılar ve Melanezya örnekleri gibi, bazı toplumlar temel teknolojik unsurlarını, örneğin kanoları ya da çömlekçiliği, kaybetmiş ve daha ilkel teknolojilere yönelmiş. Diğer yandan, Bolivya’daki Sirionó ve Yuqui halkları, yalnızca teknolojilerini değil, daha karmaşık sosyal örgütlenmelerini de kaybetmiş, bu da bir tür “kültür kaybı” (deculturation) olarak tanımlanmış. Örneğin, Yuqui toplumunda köleler ve efendiler gibi sosyal hiyerarşi izleri bulunurken, Sirionó toplumunda bu tür sosyal yapılar tamamen ortadan kalkmış. Bu tür kayıplar Avrupa ile temas öncesinde gerçekleşmiş.

Bazı toplumlar, dış baskılarla karşılaşsalar bile, kendi kültürel hayatta kalma çabalarında başarısız olmuşlar. Ontong Java gibi örneklerde, nüfus azalması, hastalıklar ve akültürasyon gibi dış etkenlerle başlamış ancak topluluğun kendi içindeki apati ve kaderciliğiyle hızlanmış. Edgerton, bu örneklerle kültürel olarak çözülmenin içsel faktörlerini de vurguluyor.

Batak Negritos örneğini görüyoruz. 19. yüzyılda 600 kişilik bir nüfusa sahip olan Bataklar, dış baskılarla yerlerinden edilmemelerine rağmen, kendi kültürel ve demografik sürekliliklerini sağlayamamış. Batak toplumu düşük doğurganlık, yüksek ölüm oranları ve zayıf çocuk yetiştirme pratikleri gibi sorunlarla boğuşmuş, bu da kültürel çözülmeye ve nüfusun Filipin kültürüne karışmasına yol açmış. Batak toplumu, dış etkilerin yanı sıra, kendi iç işlevsizlikleri nedeniyle de hayatta kalma motivasyonunu kaybetmiş.

Edgerton, bazı toplumların modernleşme baskılarına karşı direnç gösterdiğini, örneğin Mbuti Pigmeleri gibi grupların kültürel bütünlüklerini uzun süre koruyabildiğini de belirtiyor. Bu, bazı toplulukların sosyal ve kültürel hayatta kalma iradesine sahipken, diğerlerinin bu motivasyonu yitirdiğini gösteriyor.

Sayfa 165:

“The idea of societies competing with one another for resources or even survival may sometimes seem like a parody of Social Darwinism because some contiguous societies do not compete with each other in any way that involves social or cultural survival. Other societies may have quite permeable boundaries, and people may move to and fro, taking aspects of culture with them. But benign coexistence is not always, or even usually, the rule. The great majority of societies known to the ethnographic record practiced warfare. 15”

“Toplumların kaynaklar veya hatta hayatta kalma için birbirleriyle rekabet ettiği fikri, bazen Sosyal Darwinizm'in bir parodisi gibi görünebilir, çünkü birbirine yakın bazı toplumlar, sosyal ya da kültürel hayatta kalmayı içeren herhangi bir şekilde birbirleriyle rekabet etmez. Diğer toplumlar oldukça geçirgen sınırlara sahip olabilir ve insanlar kültürün bazı yönlerini de beraberlerinde götürerek bir o yana bir bu yana hareket edebilirler. Ancak iyi huylu bir arada yaşama her zaman, hatta genellikle kural değildir. Etnografik kayıtlarda bilinen toplumların büyük çoğunluğu savaşla meşgul olmuştur15

Yani, toplumların bazen bir arada barış içinde yaşayabildiği, birbirlerini tehdit olarak algılamadığı ya da sosyal ve kültürel açıdan birbirlerinin hayatta kalmalarını etkilemediği durumlar olabilir. Bu, sosyal ilişkilerin karmaşıklığını ve her toplumun hayatta kalma stratejisinin aynı olmadığını gösterir. Toplumlar arası dinamiklerin her zaman "rekabet" gibi basit bir çerçevede ele alınamayacağını ifade eder. 

Bu tespitin ardından Edgerton devam ediyor. Bazı bilim insanları, bir toplumun hayatta kalması için yeterli askeri teknoloji ve organizasyona sahip olması gerektiğini belirtmiş. Savaşçı toplumlar genellikle medeniyetler kurarken, barışçıl topluluklar yok edilmiş ya da asimile edilmiştir. Ancak, Han Çin'i ve Anglo-Sakson İngiltere gibi bazı kültürler fetihlerden sonra bile kimliklerini koruyabilmiş.

Bu durumu nasıl ele almak gerek? İnsanın doğasını anlamak için bize bir fikir veriyor mu? Savaşanlar nasıl oluyor da barış içinde olanlara üstün geliyor? Sağduyumuza aykırı bir durum söz konusuymuş gibi algılıyoruz ama konuyu önyargılardan bağımsız ele alırsak ne görürürüz? 

“Savaş” gerçeği, insanın evrimsel geçmişi ve doğası hakkında bize ne diyor? Savaşan toplumları barışçıl toplumlara göre üstün yapan şeyler neler? Savaş demek sosyal organizasyon yeteneğinin gelişmiş olması demektir. Bir orduya sahip olmak, orduyu komuta etmek, birlik halinde bir amaç uğruna savaşmak… Savaşçı olmamız aslında bize bir şey daha gösteriyor. Bizler hiyerarşik düzene sahip bir canlı türüyüz. Herhalde hiyerarşinin en somut şekilde görülebildiği kurum ordu olmalı. Eğer bir toplum savaşabiliyorsa bir savaşçı grubuna sahip demektir değil mi? Savaşçıyı besleyebilmek için ekstra gıda üretmek gerekir. Çünkü savaşan kişiler üretime katkıda bulunamaz. Bu da toplumun bir arada daha çok çalışması için insanları motive eden bir başka şey daha. Ayrıca savaşmanın varlığı bizim bir başka evrimsel özelliği de anlamamıza yardımcı oluyor. Bizler bir düşmanın varlığında yaşamayı içselleştirmiş bir canlı türüyüz. “Biz ve onlar” bakış açısı insan olmanın en doğal hallerinden birisi. Yani savaşın varlığı kendimizi düşmanla var edebilen bir tür olduğumuz görmemizi sağlıyor .

Bir diğer konu da savaşmak demek düşmanından üstün olmak için çaba harcamak demek. Bu da icatlar yapmak için çok büyük bir motivasyon. İhtiyaçlar insanları teknolojik olarak gelişmeye götürüyor. İnsanlar baskı altında çözüm üretmeye daha meyilli oluyorlar. Günümüzde de öyle değil mi? Ülkeler en büyük yatırımlarını ordularını güçlendirmek üzere yapmıyorlar mı?  Yani sürekli savaş halinde olan toplumlar aynı zamanda sürekli gelişmek için de en motive olan toplumlar olduğu anlamına gelmez mi? 

Savaşmak ve hayatta kalmak başabaş giden iki durum. Hep ne diyoruz insan olarak ilk içgüdümüz hayatta kalmak sonra da üremek. Hayatta kalmak için her şeyi göze alabilenler doğal olarak hayatta kalıyor. Bir de aynı kaynağa ulaşmak için rakip grupla mücadele etmek gerekiyorsa edersin. Yani savaşmak gerekiyorsa savaşırsın. Bu insanın kötü olduğu anlamına mı geliyor? Tabi ki insan öldürmek kötüdür ama söz konusu seçim ölmek mi, öldürmek mi olduğunda öldürmeyi seçenlerin hayatta kalacağı ortada. Yani barışçıl olanların ortadan kalkması aslında hiç de şaşırtıcı değil.

Bu tespiti önemli buldum o yüzden bu konu üstünde aklıma gelenleri aktarmak istedim. Burada önemsediğim şey insanın evrimsel olarak nasıl bir süreçten geçtiğini anlamak. Kendimizi ne dev aynasında görelim ne de haksızlık edelim. Tarihsel olarak neyi niye yaptığımız anlayabilirsek yanlış çıkarımlarda bulunmayız. Temennilerle gerçekliği ayırt etmek çok önemli.

Sayfa 166:

“Because so-called primitive warfare was relatively inefficient, it was uncommon for one small society to annihilate another's population, destroy its culture, or even permanently dislodge its people from more than a portion of their territory. Even militarily advanced states are much less likely to annihilate their enemies than they are to absorb them, sometimes allowing much of their culture and language to survive.” 

“Sözde ilkel savaş nispeten verimsiz olduğu için, küçük bir toplumun diğerinin nüfusunu yok etmesi, kültürünü yok etmesi ve hatta halkını topraklarının bir kısmından kalıcı olarak uzaklaştırması nadir görülen bir durumdu. Askeri açıdan gelişmiş devletlerin bile düşmanlarını yok etme olasılığı, bazen kültürlerinin ve dillerinin çoğunun hayatta kalmasına izin vererek onları absorbe etme olasılığından çok daha düşüktür.” 

Edgerton yukarıdaki tespiti yapıyor  ve örnekler veriyor. 19. yüzyılda Sudan’ın güneyindeki askeri açıdan üstün Nuerler, 100.000 Dinka’yı asimile etmiş ve bir o kadarını yerinden etmiş olsalar da, Dinka kültürü ve halkı varlığını sürdürmüş Ancak, küçük ölçekli toplumlar arasındaki savaşlar, bazı durumlarda çok daha yıkıcı sonuçlar doğurmuş. Afrika, Yeni Gine, Polinezya ve Amerika gibi bölgelerde kabileler, düşmanlarını topraklarından sürmüş ve büyük kayıplarla sonuçlanan çatışmalara girmiş. Örneğin, 1857’de Quechan savaşçıları, Arizona çölünde Maricopa köyünü yok etmeye çalışmış ancak Pima müttefikleriyle birlikte Maricopa, saldırganları neredeyse tamamen yok etmiş. Colorado Nehri bölgesindeki çatışmalar üç küçük toplumun yok olmasına yol açmış.

Sayfa 166:

There is little to be learned about maladaptation by pointing out that small and technologically simple societies cannot easily resist military assault by larger, better-armed, and more disciplined armies. No amount of concern with military preparedness or technological innovation could have allowed many of the world's small, nonindustrial societies to compete against armies equipped with machine guns and artillery.” 

“Küçük ve teknolojik açıdan basit toplumların daha büyük, daha iyi silahlanmış ve daha disiplinli orduların askeri saldırılarına kolayca karşı koyamayacağına işaret ederek maladaptasyon hakkında öğrenilecek çok az şey vardır. Askeri hazırlık ya da teknolojik inovasyonla ilgili hiçbir endişe, dünyanın küçük, endüstriyel olmayan toplumlarının çoğunun makineli tüfek ve toplarla donatılmış ordularla rekabet etmesine izin veremezdi.” 

Çin, teknolojik başarılarına rağmen Avrupa ordularına karşı koyabilecek silahlar geliştirmemiş. Ancak bazı toplumlar, üstün askeri güçlere karşı mücadele edebilecek kapasiteye sahipken bunu başaramamış ve yok olmuş ya da asimile edilmiş. Örneğin, Uganda’daki Sebei, siyasi kurumlarını değiştirerek daha kalabalık Gisu’ya karşı direnebilmiş. Buna karşılık, Kuzey Kaliforniya’daki Nomlaki, anarşik yapıları nedeniyle herhangi bir saldırgan komşuya karşı savunma yapamazmış, ancak şanslı bir şekilde saldırıya uğramamışlar. Edgerton, ABD ve İngiltere’nin II. Dünya Savaşı öncesinde geç silahlanması, bu tür başarısızlıklara bir başka örnektir diyor. Küçük, Batı-dışı toplumlar ise askeri geri kalmışlık yüzünden daha yıkıcı sonuçlar yaşamış.

Edgerton, bazı bölgelerde, savaşçı toplumlar silah ve askeri taktiklerde eşitlik sağladığından, bir toplumun diğerini tamamen yok etmesi düşük bir olasılıktı diyor. Ancak, Avrupa silahlarının ortaya çıkması bu dengeyi bozmuş. Örneğin, Zulu kralı Şaka'nın askeri yenilikleri, Zulu İmparatorluğu'nun genişlemesini sağlamış, fakat komşu kabilelerin yok olmasına veya kaçmasına yol açmış. Benzer şekilde, Batı Afrika'daki Asante Krallığı, askeri başarılarıyla geniş bir imparatorluk kurmuş. Askeri üstünlükleri, silah değil, daha iyi organizasyon, liderlik ve disipline dayanıyormuş. Edgerton, askeri güç eksikliği birçok toplumun bağımsızlıklarını kaybetmesine, nüfuslarının azalmasına ve kültürel kimliklerinin yok olmasına neden oldu diyor.

Büyük medeniyetler, askeri güçsüzlük ya da diğer faktörler nedeniyle çöküşler yaşamış. Örneğin, Aztek, Maya ve İnka uygarlıkları ile Kuzey Amerika’daki Hohokam ve Mississippi Vadisi toplumları bu süreçten nasibini almış. Roma, Çin, Mezopotamya ve diğer büyük şehir devletleri de zaman içinde kontrolü kaybetmiş ve toplumsal kurumları çökmüş. Bu çöküşler, bazen yüzyıllar içinde, bazen ani saldırılarla gerçekleşmiş. Örneğin, Peru’nun Sican halkı, zengin altın ve gümüş işçilikleriyle tanınmasına rağmen, askeri açıdan zayıf olduğu için İnka İmparatorluğu tarafından kolayca fethedilmiş.

Edgerton, çoğu durumda, askeri güç, bir toplumun hayatta kalması için kritik öneme sahiptir diyor. Nazi Almanyası, Japonya ve Irak gibi aşırı militarizmin yıkıcı sonuçlarına rağmen, çoğu toplum askeri zayıflıkları nedeniyle yok olmuş. Büyük medeniyetlerin çöküşü, değerli bilgi ve kültürel mirasların kaybına yol açmış. Edgerton, Hitit İmparatorluğu’nun çöküşünün, dillerinin ve kültürlerinin tamamen kaybolmasına neden olduğunu aktarıyor. Askeri zayıflık, toplumsal ve kültürel başarıları sürdürememenin ana nedenlerinden biri olarak öne çıkıyor.

Daha da uzatmadan bu yazıyı burada keseyim.


Bir toplumun çöküşü ve doğanın bu boşluğu yeniden dolduruşu

Sosyokültürel sistemler, sosyal organizasyon, sosyal uyum, kültürel uyum, toplumlar arası çatışma, uyum, maladaptasyon, kültürel çöküş, toplumların etkileşimi, çokkültürlülük, asimilasyon, ekonomik bağımlılık, politik bağımlılık, sosyokültürel değişim, kültürel direnç, antropolojik alan çalışması, dil antropolojisi, kültürel bağlılık, dekültürasyon, kültürel entegrasyon, tarihsel antropoloji, etnografik kayıtlar, kültürel süreklilik, din antropolojisi, antropolojik kıyaslamalar, kültürel görecelilik.

Comments


bottom of page