top of page
Okunduğu Gibi

Toplumların Çöküş Anatomisi: Felaketler, İnançlar ve Karmaşıklığın Bedeli

Yirmiüçüncü Yazı

Bölüm 7

Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü 2

7. Bölüme devam ediyoruz. İlk yazıda daha savaşlardan bahsetmiştik. Bu yazıda, toplumların çöküş nedenlerini görmeye devam ediyoruz. Doğal felaketlerin, çevresel değişimlerin ve toplumsal memnuniyetsizliğin rolüne odaklanıyoruz. Arkeolog Joseph Tainter, toplumların artan karmaşıklığının zamanla azalan marjinal getirilerle sonuçlandığını ve bunun çöküşe yol açabileceğini öne sürüyor. Toplumlar, başlangıçta kolayca erişilen kaynakları kullanırken, daha sonra maliyeti artan kaynaklara yönelmek zorunda kalıyor. Bu durum, hem halkın hem de elitlerin yönetim krizleriyle başa çıkma kapasitesini aşıyor.

Edgerton ayrıca irrasyonel inançların toplumsal çöküşteki rolüne de değiniyor. Örneğin, Papua Yeni Gine'deki Gebusi toplumu, cadı avları nedeniyle nüfusunun hızla azalmasına neden olmuş. Bunun gibi, Xhosa halkı arasında 1850'lerde bir peygamberin kehanetleri, halkın sığırlarını katletmesine ve tarımı bırakmasına yol açmış, sonuçta açlık ve kitlesel ölümler yaşanmış. Xhosa halkı, bu süreçte nüfusunun yarısını kaybetmiş ve bağımsızlığını yitirmiş. Toplumsal çöküşlerin sadece çevresel ya da ekonomik faktörlerden değil, aynı zamanda irrasyonel inançlar, memnuniyetsizlik ve yanlış yönlendirilmiş politikalar gibi içsel faktörlerden de kaynaklanabileceğini göreceğiz.

Nüfusların, Toplumların ve Kültürlerin Ölümü bölümünde geçen önemli İfadeler 2:

Doğal Felaketler ve Toplumsal Kırılganlık (Natural Catastrophes and Societal Fragility): Doğal felaketler (depremler, seller, kuraklıklar, volkanik patlamalar vb.), toplumların varlığını ve işleyişini ciddi şekilde tehdit edebilir. Bu tür olaylar, kaynakların tükenmesine, altyapının zarar görmesine, ekonomik faaliyetlerin durmasına ve toplumsal düzenin bozulmasına yol açabilir. Bazı toplumlar, bu felaketlerin üstesinden gelirken, bazıları ise kırılgan yapıları nedeniyle çöküşe sürüklenebilir. Toplumların doğal felaketlere karşı direnci, coğrafi konumları, teknolojik düzeyleri, sosyal yapıları ve kültürel adaptasyon mekanizmaları gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Felaketler, toplumların uyum sağlama ve yeniden yapılanma kapasitelerini zorlar.

Tainter'ın Karmaşıklık ve Azalan Marjinal Getiriler Teorisi (Tainter's Theory on Complexity and Declining Marginal Returns): Arkeolog Joseph Tainter'ın teorisine göre, toplumlar zamanla daha karmaşık hale geldikçe, sosyopolitik yatırımların getirisi azalır. Toplumlar başlangıçta kolay elde edilen kaynakları kullanırken, zamanla daha maliyetli kaynaklara yönelmek zorunda kalırlar. Bu durum, bürokrasi, ordu ve diğer karmaşık yapıları sürdürme maliyetlerini artırır. Sonuç olarak, toplumların statükoyu sürdürme maliyeti, sağladığı faydaları aşar ve bu durum toplumsal hoşnutsuzluğa ve çöküşe yol açabilir. Tainter, bu sürecin kaçınılmaz olduğunu ve çöküşün matematiksel bir olasılık haline geldiğini savunur.

İnsan Etkenliği ve Halk Hoşnutsuzluğu (Human Agency and Popular Discontent): Toplumların çöküşünde sadece doğal felaketler veya ekonomik zorluklar değil, aynı zamanda insanların hoşnutsuzluğu ve tepkileri de önemli rol oynar. Halkın memnuniyetsizliği, protestolar, isyanlar ve toplumsal hareketler yoluyla ortaya çıkabilir. İnsanlar, yaşam koşullarından, siyasi liderlerden, sosyal adaletsizliklerden veya kültürel uygulamalardan duydukları hoşnutsuzlukları eyleme dönüştürebilir. Bu eylemler, toplumsal değişimlere yol açabileceği gibi, bazı durumlarda şiddete ve toplumsal çöküşe de neden olabilir. İnsanlar her zaman rasyonel kararlar almayabilir ve bazen irrasyonel inançlarla hareket edebilirler.

İrrasyonel İnanç Sistemleri (Irrational Belief Systems): Toplumların bazı inanç sistemleri, mantık dışı veya kanıtlanamaz olabilir ve bu inançlar toplumların çöküşünde önemli bir rol oynayabilir. Büyücülük, kehanet, batıl inançlar ve bazı dini inançlar, toplumların korku, şiddet ve ayrımcılık gibi sorunlar yaşamasına neden olabilir. İrrasyonel inançlar, toplumsal uyumu bozabilir, yanlış kararlara yol açabilir ve toplumsal kaynakları israf edebilir. Bu tür inançlar, toplumların çevrelerine ve kendi iç yapılarına zarar vermesine neden olabilir.

Xhosa Sığır Öldürme Hareketi (The Xhosa Cattle-Killing Movement): 19. yüzyılda Güney Afrika'da ortaya çıkan bu hareket, Xhosa halkının İngiliz sömürgeciliğine ve yaşadıkları ekonomik zorluklara karşı geliştirdiği bir tepkidir. Bir kehanete dayanan bu hareket, Xhosa halkının büyükbaş hayvanlarını öldürmesine ve bunun sonucunda kıtlığa ve toplumsal çöküşe yol açmıştır. Bu olay, dini inançların, ekonomik koşulların ve sömürgeciliğin toplumsal sonuçları üzerine önemli bir örnektir. Bu hareket, toplumsal stresin ve umutsuzluğun, yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini gösterir.

Ekonomik ve Kültürel Faktörlerin Etkileşimi (Interplay of Economic and Cultural Factors): Ekonomik ve kültürel faktörler, toplumların adaptasyon süreçlerinde ve çöküşlerinde birbiriyle etkileşim içinde önemli rol oynar. Ekonomik zorluklar, toplumlarda kültürel değişime ve yeni inanç sistemlerinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Benzer şekilde, kültürel değerler ve inançlar, toplumların ekonomik davranışlarını ve adaptasyon stratejilerini etkileyebilir. Toplumlar, bazen ekonomik zorluklara karşı kültürel direnç gösterebilir veya yeni kültürel uygulamalar benimseyerek uyum sağlamaya çalışabilir. Ancak, kültürel ve ekonomik değişimlerin uyumsuzluğu, toplumsal sorunlara yol açabilir.

Sömürgeci İstismar (Colonial Exploitation): Sömürgecilik, toplumların ekonomik ve siyasi bağımlılığını artırarak, toplumsal yapılarını bozabilir ve kültürel değerlerini zayıflatabilir. Sömürgeci güçler, yerel kaynakları sömürerek, halkları zorla çalıştırarak ve siyasi sistemlerini kontrol ederek, sömürgeleştirilen toplumların çöküşüne katkıda bulunabilir. Sömürgecilik, hastalıkların yayılmasına, çevresel tahribata ve toplumsal çatışmaların artmasına da yol açabilir. Sömürgecilik, bazı toplumların yok olmasına veya kültürlerini kaybetmesine neden olabilir.

Sayfa 169

As various scholars have observed, there are many possible reasons for the collapse of states. Resource depletion, increased competition from warlike neighbors, epidemics, floods, droughts, even volcanic eruptions and earthquakes may have played a part in the failure of one or more of these societies. Catastrophes like these are real enough in human history, and they provide appealingly simple explanations of social collapse, as, for instance, in the destruction of Atlantis, which is now thought to be the ancient city of Thera (on the modern Greek island of Santorini), buried by an enormous volcanic explosion in 1928 B.C. No city could have survived this blast (estimated to be the equivalent of 150 hydrogen bombs) that filled the air with volcanic ash as far away as Turkey and Egypt. 25 But the great civilizations mentioned earlier all withstood many profound stresses, including natural disasters, before they eventually collapsed.”

“Çeşitli akademisyenlerin gözlemlediği gibi, devletlerin çöküşünün pek çok olası nedeni vardır. Kaynakların tükenmesi, savaşçı komşuların artan rekabeti, salgın hastalıklar, seller, kuraklıklar, hatta volkanik patlamalar ve depremler bu toplumlardan birinin ya da birkaçının çöküşünde rol oynamış olabilir. Bu gibi felaketler insanlık tarihinde yeterince gerçektir ve toplumsal çöküşün çekici bir şekilde basit açıklamalarını sunarlar; örneğin, M.Ö. 1928'de muazzam bir volkanik patlamayla gömülen antik Thera kenti (modern Yunan adası Santorini'de) olduğu düşünülen Atlantis'in yıkımında olduğu gibi... Havayı Türkiye ve Mısır'a kadar volkanik külle dolduran bu patlamadan (150 hidrojen bombasına eşdeğer olduğu tahmin ediliyor) hiçbir şehir kurtulamazdı.25 Ancak daha önce bahsedilen büyük uygarlıkların hepsi, sonunda çökmeden önce doğal afetler de dahil olmak üzere birçok derin strese dayanmıştır.”

Edgerton, toplumların uzun süre varlıklarını sürdürebilmeleri için hem felaketlere hem de daha hafif ve tekrar eden sorunlara karşı dayanıklı olmaları gerekir diyor. Ancak, karmaşık toplumların çöküş nedenleri yalnızca çevresel değişiklikler veya doğal afetlerle sınırlı değildir; halkın memnuniyetsizliği de önemli bir rol oynar. Bu memnuniyetsizlik, dış koşulların etkisiyle veya sistemin kendi iç yapısındaki sorunlarla tetiklenebilir.

Arkeolog Joseph A. Tainter, birçok büyük medeniyetin çöküşünü halk memnuniyetsizliğine bağlar. Ona göre, toplumsal ve politik karmaşıklığın artması, zamanla azalan marjinal getiriler nedeniyle toplumlara maliyet yükler. Başlangıçta kolayca erişilen kaynaklar tüketildikçe, daha maliyetli olanlara yönelmek zorunda kalan toplumlar, artan ordular, bürokrasi ve teknik hizmetler gibi unsurları finanse etmekte zorlanır. Bu durum, toplumu statükoyu sürdürmenin faydalarının maliyetleri aşmaya başladığı bir noktaya taşır. Hatta, yönetici elitler bile askeri baskılar, kuraklık, hastalıklar ve doğal afetler gibi dış krizlerle başa çıkmakta isteksiz veya yetersiz hale gelebilir.

Sayfa 170:

“That is so, again according to Tainter, because "declining marginal returns," or what people perceive as a poor return in benefits for the costs of their efforts, cause segments of a population to increase their resistance to the state or attempt to break away from it. So it was in the Western Roman Empire, where early profit and grandeur resulted in an ever larger and more expensive bureaucracy that required higher and higher taxes until a weary Roman citizenry welcomed Germanic invaders as a lesser evil. 29 The Eastern Empire eventually fell as well, but unlike the West, which disintegrated, Byzantium went down: fighting against a vastly superior Turkish army.”

“Yine Tainter'e göre bu böyledir çünkü “azalan marjinal getiri” ya da insanların çabalarının maliyetine karşılık elde ettikleri getirinin düşük olduğunu düşünmeleri, nüfusun bazı kesimlerinin devlete karşı direncini artırmasına ya da devletten kopmaya çalışmasına neden olur. Batı Roma İmparatorluğu'nda da durum böyleydi; erken dönemdeki kar ve ihtişam, giderek daha büyük ve daha pahalı bir bürokrasiyle sonuçlandı ve bu da yorgun Roma vatandaşları Cermen istilacıları daha az kötü olarak karşılayana kadar giderek daha yüksek vergiler gerektirdi.29 Doğu İmparatorluğu da nihayet çöktü, ancak Batı'nın aksine, Bizans parçalanmak yerine çok daha güçlü bir Türk ordusuna karşı direnerek yıkıldı.

Edgerton daha önce de buna benzer bir tespiti yapmıştı. Aslında bu yazacaklarımı o zaman düşünmüştüm ama bir şekilde atlamıştım. Toplumların tamamen ortadan yok olması ile bir diğer toplum içinde erimesi arasında fark var. Yani bazı durumlarda bazı toplumlar soykırıma uğruyorlar ve dünyadan fiziki olarak da izleri yok olurken bazı toplumlar fiziki olarak hayatlarına devam ediyorlar ama kültürleri ortadan kalkıyor. Bunun olmasını belirleyen de iki toplum çatıştığında zayıf olanın güçlü olana direnmeyi seçmesi ile ilgili. Eğer direnmek yerine boyun eğmeyi seçerse yok olmuyorlar ama kültürleri asimile oluyor. Bu durumda, ölmek ile asimile olmak  arasında bir seçim varmış gibi duruyor. Bu bir çok örnekte karşımıza çıktı. 

Yukarıdaki örnekte batı roma ile doğu roma arasındaki fark da bu noktada. Sanırım bazı durumlarda onurlu çıkış imkanı sunmak gerekiyor. Eğer toplumlar onurları kırılmadığını hissederlerse ölmek yerine asimile olmayı tercih edebiliyorlar. 

Edgerton konuyu farklı örneklerle incelemeye devam ediyor. Bazı toplulukların, imparatorlukları zayıflattıktan sonra aynı akıbete uğradığını görüyoruz. Örneğin, Roma'yı yağmalamalarından yaklaşık bir yüzyıl sonra Vandallar, Konstantinopolis'ten gönderilen bir ordu tarafından yenilmiş. Kadınları ve çocukları köle yapılmış, erkekleri ise fetheden orduda hizmet etmeye zorlanmış; sonuç olarak Vandallar kültürel bir varlık olarak yok olmuş. Tainter, bu durumun Maya uygarlığı ve Amerikan Güneybatısındaki Chacoanlar için de geçerli olduğunu belirtiyor. İnsanlar mevcut düzenden ayrılmanın daha faydalı olduğunu düşündüğünde, sosyal çözülme hızla gerçekleşti diyor.

Ancak, halklar mevcut hükümetlerine karşı isyan etmeyi veya yabancı bir gücün hakimiyetine girmemek için ona bağlılıklarını yenilemeyi de tercih edebiliyorlar. Örneğin, Fransa, 1870'te Almanya’ya karşı savaş kaybettikten sonra hükümetine destek vermeye devam etmiş. Bununla birlikte, toplumların halklarının ihtiyaçlarını karşılama konusundaki başarısının değişiklik gösterdiği gerçeği önemlidir tespitinde bulunuyor. İnsanların, memnuniyetsizlikleri nedeniyle mevcut düzenden vazgeçip daha iyi bir yaşam arayışına girebileceğini görüyoruz.

Tainter, insanların bu süreçte maliyet-fayda analizi yaptığını iddia etse de, bu kararların her zaman rasyonel olmadığı vurgulanıyor. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Çin’deki siyasi dönüşümler, bu rasyonel hesaplamadan ziyade memnuniyetsizlikten kaynaklanmış. Edgerton gelecekte bu değişimlerin beklenen faydaları getirip getirmeyeceği belirsizdir diyor. İnsanlar geçmişte olduğu gibi bugün de nedenleri tamamen maliyet-fayda analizine indirgenemeyen devasa değişikliklere yol açabilir.

Sayfa 171:

“Social collapse can be brought about by belief systems and related behaviors that involve scarcely rational assessments of the balance between investments and returns. Witchcraft is an excellent example of a belief system that can be socially destructive..”

Sosyal çöküş, yatırımlar ve getiriler arasındaki dengenin pek de rasyonel olmayan değerlendirmelerini içeren inanç sistemleri ve ilgili davranışlar tarafından meydana getirilebilir. Büyücülük, sosyal olarak yıkıcı olabilen bir inanç sistemine mükemmel bir örnektir.”

Cadılık ve büyücülük inançları, dünya genelinde masum hayvanların ve insanların katledilmesine yol açmış. Avrupa'da, kediler cadılarla ve kadınsı cinsellikle ilişkilendirildikleri için sıkça kurban edilmiş. Benzer şekilde, çoğunlukla masum olan insanlar da cadılık suçlamalarıyla öldürülmüş. Bu inançlar, talihsizlikleri açıklama, grup dayanışmasını artırma, bireysel duygusal rahatlama sağlama veya sosyal kontrol gibi işlevlerle açıklanmış. Ancak, Edgerton, bu tür inançlar korku ve şiddet dolu bir ortam yaratabilir diyor.

Papua Yeni Gine'deki Gebusi toplumu, cadılık korkusunun olumsuz etkilerine maruz kalan küçük ölçekli bir topluluk. 1980-1982 yıllarında incelenen ve sadece 450 kişiden oluşan bu toplum, genellikle şiddetten kaçınan bir yapıya sahipmiş. Ancak, tüm hastalıkların cadılık nedeniyle ortaya çıktığına inanıyorlarmış ve bu nedenle cadı olduğu düşünülen kişilere karşı son derece şiddetli saldırılar gerçekleştiriyorlarmış. Cinayet oranları o kadar yüksekmiş ki, tüm ölümlerin üçte biri cadı olduğundan şüphelenilen kişilere yönelik saldırılardan kaynaklanıyormuş. Bruce Knauft, bu durumun nüfusun hızla azalmasına neden olduğunu ve topluluk için maladaptif bir strateji olduğunu belirtmiş.

Doğaüstü inançlar, anlam ve güven arayışında yardımcı olabilse de, toplumların çöküşüne katkıda bulunabilir. Edgerton, dini savaşlar bu tür inançların ölümcül sonuçlarına örnektir diyor. Liderlerin güçlü doğaüstü inançları, toplumlar için felaketlere yol açabilir. Örneğin, Uganda lideri Idi Amin’in inançları ülkeyi yıkıma sürüklemiş, Aztek İmparatoru Montezuma’nın dini inançları ise İspanyollara karşı direniş göstermemesine ve Aztek İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olmuş. Montezuma, Hernán Cortés’i tanrı Quetzalcoatl’ın yeniden doğuşu sanarak onu hediyelerle karşılamış ve güçlü ordusunu kullanmamış.

Edgerton bundan sonraki bir kaç sayfa boyunca Xhosa halkının başına gelenler üzerinde duruyor. 1850'lerde Güney Afrika'da Xhosa halkı, cadılık ve kehanet inançları nedeniyle büyük bir yıkım yaşamış. Gcaleka Xhosa kabilesi, İngiliz sömürge güçleriyle çatışmış ve bağımsızlığını kaybetmiş. Xhosa halkı, kötü olayların nedenini cadılara bağlamış ve kehanetlere inanırmış. 1850'de genç bir peygamber olan Mlajeni, kuraklığın cadıların işi olduğunu iddia ederek halkı kahverengi ve sarı renkli sığırlarını öldürmeye çağırmış. Aynı yıl Xhosa, İngilizlere karşı savaş başlatmış. Ancak, savaşın sonunda Xhosa 16.000, İngilizler ise 1.400 kayıp vermiş. Xhosa savaş sonrası ciddi bir yıkım ve tehlike hissiyle karşı karşıya kalmış.

Mlajeni’nin ölümünden sonra da peygamberlik inancı devam etmiş. 1853'te Güney Afrika’ya ithal edilen sığırlar, ölümcül bir hastalık olan akciğer vebasını yayarak Xhosa sığırlarını mahvetmiş. Aynı dönemde mısır mahsulleri haşereler ve şiddetli yağmurlar yüzünden tahrip olmuş. Ekonomik olarak çöken halk, felaketlerin cadılardan kaynaklandığına inanarak idamlar gerçekleştirmiş. Ancak durum daha da kötüleşmiş.

1856'da genç bir peygamber olan Nongqawuse, tüm sığırların kesilmesini ve tarımın bırakılmasını talep eden bir kehanet sunmuş. Xhosa halkına, bu fedakarlıkların kötü güçleri yok edeceğini ve ölülerin dirileceği bir bolluk döneminin başlayacağını vaat etmiş. Başlangıçta halk bu kehaneti tam anlamıyla uygulamaya yanaşmasa da, Kral Sarhili’nin önderlik etmesiyle çok sayıda sığır kesilmiş. Ancak, beklenen mucizeler gerçekleşmemiş; kıtlık ve açlık binlerce insanın ölümüne yol açmış.

1855'te 105.000 olan Xhosa nüfusu, 1858'e gelindiğinde 25.916'ya düşmüş. Yaklaşık 40.000-50.000 kişi açlıktan ya da hastalıktan ölmüş. İngiliz sömürge yönetimi, Xhosa'nın 600.000 dönümden fazla toprağına el koymuş ve halkın bağımsızlığı sona ermiş. Xhosa erkekleri, hayatta kalmak için İngilizler için çalışmaya mecbur kalmış.

Benzer şekilde, 1905’te Tanzanya’daki Maji-Maji isyanında da bir peygamber, Alman askerlerinin mermilerinin suya dönüşeceğini vaat ederek halkı silahlı isyana sürüklemiş ve bu isyan sonucunda yaklaşık 300.000 Afrikalı hayatını kaybetmiş.

Xhosa halkının başına gelenler insanı düşündürüyor. İnsanlık olarak aynı dönemde hem aklı ve bilimi kullanan gelişmiş medeniyetlerin olması ama aynı dönemde beyinleri safsatalarla yıkanmış toplumların olması gerçekten bir tezat. Burada İngiltere ile bir Afrika toplumu karşı karşıya ama neredeyse tarihin her döneminde bu gelişmişlik farkı görülmüş. Amerika kıtasının keşfinden başlayarak, avustralya, Afrika ile devam eden sömürgecilik insanı anlamak konusunda bize bilgiler sunuyor. İnsanın içinden Avrupalılara kızmak geliyor. Onların acımasızlığına kızıyoruz ve içimizde öfke doğuyor. Fakat kendimizi duygulardan sıyırıp da gerçekliği olduğu gib algılamaya çalışırsak ne görüyoruz.

İnsan olarak sömürmek ve sömürülmek üzerine kurulu bir toplumsal sistemimiz var. Bu sistem hala yaşanıyor. Belki artık resmi olarak gelişmiş ülkelere sömürgeci demiyoruz ama dolaylı yollarla sömürme ilişkis devam ediyor. Sadece artık resmi olarak adı köle olmayan insanlar modern kölelik yapıyor.

İki noktayı önemsiyorum. Birincisi bu sömürme ilişkisinin bizim için bir yaşama biçimi olması. İkincisi ise tarihin her döneminde toplumlar arasında bir gelişmişlik farkının olması. İlkini artık anladık ve çözdük ama ikincisinin sebebi ne? Neden bazı toplumlar bazı toplumlara göre daha gelişmiş? Neden bazı toplumlar safsatalarla hayatlarını devam ettiriyorlar da bazı toplumlar akıl ve bilimle hareket ediyorlar?

Konunun sadece tek bir boyutu yok. Aynı anda hem coğrafya, hem iklim, hem tarih, hem ekonomi, hem de siyasetle ilgii bir konu. Sanki tüm bu parametreler uygun şekilde bir araya geldiğinde bir toplum akıl ve bilimle hareket etmeye bir diğer toplumda din ve safsata ile hareket etmeye doğru yönelime giriyor. Bir yarışa önde başlamanın getirdiği avantaj zaman geçtikçe aradaki farkın daha da açılmasına yol açıyor olabilir. Neticede hiç bir şey bir anda olmuyor. Tüm toplumların kendine has tarihleri var. Her toplumun birikimi diğerinden farklı. Atalarımızdan aldığımız mirası değiştirme şansımız yok. Atalarımızı seçme şansımız da yok. 

Bu yazıyı da bu şekilde bitireyim. Sanırım sonraki yazı, 7. bölümün son yazısı olacak.


Çökmekte olan eski bir uygarlığın gerçekçi bir tasviri; yıkılmakta olan taş binalar, parçalanmış heykeller ve harabeleri saran aşırı büyümüş bitki örtüsüyle ıssız bir şehir. Dramatik, bulutlu bir gökyüzünün arasından sızan güneş ışıklarıyla zenginleştirilen sahne, çürüme ve terk edilmişlik hissini vurguluyor. Renk paleti doğaldır ve gerçekçiliği yansıtmak için griler, kahverengiler ve yeşiller gibi toprak tonları kullanılır. Görüntü yüksek kaliteli bir fotoğraf gibi görünmeli, kayıp ve zamanın geçişi hissini uyandırmalıdır.
Çökmekte olan eski bir uygarlık

Comments


bottom of page