top of page

Toplumun Bedeli: Sağlıksız Uyum ve Kültürel Direniş

Okunduğu Gibi

Ondokuzuncu Yazı

Bölüm 6

Hoşnutsuzluktan İsyana

Yeni bir bölüme başlıyoruz. Kitabın 8 bölümünden 6. sı ve alt başlıkları yok. Ama bölüm içinde neler göreceğimizin üstünden kısaca bir geçelim ki ne anlatacağımızı görmüş olalım. Belki başlıkta ipucu veriyor olabilir. Şimdiye kadar gördüğümüz şeylerden birisi maladaptasyon kaynağı olarak eşitsizlik konusu. özellikle  Kadınların ezilmelerine ve onların başkaldırılarına bakıyoruz. Kadınlardan başka bazı toplumların isyanlarını görüyoruz. Paylaşım eksikliklerinin getirdiği toplumsal memnuniyetsizliklere odaklanıyoruz. Sosyal isyanlar ve değişim konusuna bakıyoruz. Genel olarak bu bölüm bu konulara odaklanacak.

Şimdi bir sözlük hazırlayalım ve bölüme geçelim.

Hoşnutsuzluktan İsyana bölümünde geçen önemli İfadeler 1:

Yabancılaşma (Alienation): Bireylerin kendi toplumlarından, kültürlerinden veya sosyal gruplarından kopuk hissetmelerini ifade eder. Yabancılaşma, insanların güçsüzlük, anlamsızlık, normsuzluk ve ait olmama duyguları yaşamalarına sebep olabilir. Bu durum, alkolizm, intihar, isyan gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir. Kitap, yabancılaşmanın hem Batılı hem de Batılı olmayan toplumlarda görülebileceğini ve özellikle toplumsal değişim, kültürel çatışma ve eşitsizliklerin yoğun olduğu durumlarda artabileceğini belirtiyor.

Kültürel Bağlılık (Cultural Commitment): Bireylerin kendi kültürlerine, değerlerine, inançlarına ve uygulamalarına olan bağlılıklarını ifade eder. Kültürel bağlılık, insanların kimliklerini, aidiyet duygularını ve yaşam amaçlarını şekillendirmede önemli bir rol oynar. Güçlü kültürel bağlılık, toplumların bir arada kalmasına ve kültürel miraslarını korumasına yardımcı olur. Ancak, kültürel bağlılık bazen değişime ve adaptasyona direnç göstererek toplumsal gelişmeyi engelleyebilir veya bireyleri baskıcı uygulamalara hapsederek yabancılaşmaya yol açabilir.

Kültürel Uygulamalar (Cultural Practices): Bir toplumun gelenekleri, adetleri, ritüelleri, inançları, sanat formları ve diğer kültürel ifadelerini kapsar. Kültürel uygulamalar, toplumların değerlerini, dünya görüşlerini ve sosyal normlarını yansıtır. Kitap, bazı kültürel uygulamaların insan refahına ve hayatta kalmaya katkıda bulunurken (adaptif), bazılarının da zararlı olabileceğini (maladaptif) vurguluyor.

Sociocultural System (Sosyokültürel Sistem): Bir toplumun sosyal yapısı, kültürel değerleri, inançları, normları ve uygulamalarının birbirleriyle etkileşim halinde olduğu karmaşık bir sistemi ifade eder. Sosyokültürel sistemler, insanların davranışlarını, sosyal ilişkilerini ve çevreleriyle etkileşimlerini şekillendirir. Kitap, sosyokültürel sistemlerin dinamik olduğunu, yani zaman içinde değişebileceğini ve bu değişimlerin insan adaptasyonu ve maladaptasyonu üzerinde önemli etkileri olabileceğini vurguluyor.

Fiziksel ve Duygusal İyilik Hali: Bir bireyin hem bedenen hem de ruhsal olarak sağlıklı ve dengeli olma durumunu ifade eder. Kitap, bir toplumun kültürel inanç ve uygulamalarının, üyelerinin fiziksel ve duygusal refahını nasıl etkileyebileceğini ele alıyor. Bazı uygulamalar sağlıklı beslenmeyi, hijyeni ve hastalıkların önlenmesini teşvik ederek fiziksel refahı destekleyebilirken, bazıları da zararlı veya yetersiz tıbbi uygulamalar yoluyla sağlığı tehdit edebilir. Aynı şekilde, bazı kültürel yapılar, güçlü sosyal bağlar ve destekleyici ilişkiler sağlayarak duygusal refahı güçlendirirken, diğerleri de stres, izolasyon ve yabancılaşmaya yol açarak duygusal sağlığı olumsuz etkileyebilir.

Güzellik Uygulamaları: İnsanların fiziksel görünümlerini güzelleştirmek veya değiştirmek için kullandıkları yöntemleri ve uygulamaları kapsar. Kitap, güzellik standartlarının kültürel olarak farklılık gösterdiğini ve bazı güzellik uygulamalarının oldukça acı verici veya zararlı olabileceğini vurguluyor. Örneğin, Çin'de ayak bağlama geleneği veya Afrika'nın bazı bölgelerinde uygulanan kadın sünneti gibi uygulamalar, güzellik adına kadınların bedenlerine zarar veren kültürel uygulamalara örnek olarak verilebilir.

Ataerkillik: Erkeklerin kadınlardan üstün görüldüğü ve toplumsal güç ve otoritenin erkeklerin elinde olduğu sosyal bir sistemi tanımlar. Kitap, ataerkil yapının birçok toplumda yaygın olduğunu ve kadınların sosyal, ekonomik ve politik alanlarda marjinalleşmesine yol açtığını gösteriyor. Ataerkillik, kadınların erkeklerden daha az hakka ve fırsata sahip olmasına, eğitim, sağlık hizmetleri ve karar alma süreçlerine eşit katılımının engellenmesine neden olabilir.

Sosyal Protesto ve İsyan: İnsanların toplumsal adaletsizliğe, eşitsizliğe veya baskıya karşı direnişlerini ifade etme biçimlerini kapsar. Kitap, sosyal protestoların ve isyanların, memnuniyetsizlik ve yabancılaşma duygularının bir sonucu olarak ortaya çıktığını ve hem küçük ölçekli toplumlarda hem de modern toplumlarda görülebileceğini belirtiyor.  Kadınların erkek egemenliğine karşı protestoları, toplumların liderlere veya zenginlere karşı ayaklanması, kaynakların adil paylaşılmaması nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar, sosyal protesto ve isyan biçimlerine örnek olarak verilebilir.

Ritüeller: Toplumlar tarafından belirli anlamlar yüklenerek tekrarlanan, sembolik eylemler veya törenlerdir. Ritüeller, toplumsal değerleri pekiştirmek, sosyal bağları güçlendirmek, yaşam döngüsü olaylarını kutlamak, doğaüstü güçlerle iletişim kurmak gibi çeşitli işlevlere hizmet edebilirler. Kitap, bazı ritüellerin insan refahını ve hayatta kalmayı olumsuz etkileyebileceğini vurguluyor. Örneğin, Marind-anim toplumunda doğurganlığı artırmak amacıyla uygulanan tekrarlanan ritüel cinsel ilişkinin, aslında kadınlarda kısırlığa yol açtığı ve nüfus düşüşüne katkıda bulunduğu belirtiliyor.

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Toplumlarda kadınlar ve erkekler arasında, biyolojik cinsiyetlerine dayalı olarak yaratılan eşitsizlikleri ve ayrımcılığı ifade eder. Kitap, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin insanlık tarihinde yaygın olduğunu ve kadınların erkeklerden daha az hakka, fırsata ve güce sahip olmasına yol açtığını gösteriyor. Bu eşitsizlik, kadınların sosyal, ekonomik ve politik alanlarda marjinalleşmesine, şiddete maruz kalmasına ve fiziksel ve duygusal refahının tehdit edilmesine neden olabilir.

İnfibülasyon: Kadın genital sünnetinin en ağır biçimlerinden biridir. Bu uygulamada, klitoris ve iç dudaklar kesilir ve vajina girişi, idrar ve adet kanının geçmesine izin verecek küçük bir açıklık bırakılarak dikilir. İnfibülasyon, Sudan'ın bazı bölgelerinde hala uygulanmaktadır ve kadınlar için ciddi sağlık sorunlarına ve acılara neden olmaktadır.

Kadın Genital Sünneti: Kültürel veya diğer geleneksel olmayan nedenlerle kadınların dış genital organlarının kısmen veya tamamen çıkarılmasını veya kadın genital organlarına zarar verilmesini içeren tüm işlemlerdir. Kitap, kadın sünnetinin Afrika'nın bazı bölgelerinde yaygın olduğunu ve erkek egemenliğini pekiştirmek, kadınların cinselliğini kontrol altına almak veya kültürel normlara uyumu sağlamak gibi çeşitli nedenlerle savunulduğunu belirtiyor. Ancak, kadın sünneti, insan hakları ihlali olarak kabul edilir ve kadınlar için ciddi sağlık sorunlarına, acıya ve travmaya neden olur.

Kültürel Görecelik (Cultural Relativism): Her kültürün kendi değerler sistemi, inançları ve uygulamalarıyla anlaşılabileceğini ve başka kültürlerin değerlerine göre yargılanmaması gerektiğini savunan bir yaklaşımdır. Kültürel görecelik, antropolojide önemli bir ilkedir, ancak kitap bunun sınırlamalarına da dikkat çekiyor. Örneğin, bir kültürün uygulamaları insan sağlığını veya refahını tehlikeye atıyorsa, bu uygulamaların kültürel bağlamları dikkate alınsa bile eleştirilebileceği savunuluyor.

Sosyal İzolasyon (Social Isolation): Bireylerin diğer insanlardan ve toplumsal etkileşimlerden kopuk olması durumunu ifade eder. Sosyal izolasyon, yalnızlık, depresyon, anksiyete gibi olumsuz duygusal ve ruhsal sağlık sorunlarına yol açabilir. Kitapta, bazı toplumsal uygulamaların (örneğin aşırı tabu ve kısıtlamalar) bireyleri sosyal olarak izole edebileceğine ve toplumdan kopukluk hissi yaratabileceğine değiniliyor.

Baskı (Oppression): Bireylerin veya grupların sistematik bir şekilde güçsüzleştirilmesi, haklarının ve özgürlüklerinin kısıtlanmasıdır. Kitapta, bazı kültürel uygulamaların ve toplumsal yapıların baskıya yol açabileceğine değiniliyor. Örneğin, ataerkil toplumlarda kadınların erkeklerden daha az haklara ve fırsatlara sahip olması, güzellik standartları adına kadınların bedenlerine zarar veren uygulamalar veya belirli toplumsal grupların marjinalleştirilmesi baskıya örnek olarak verilebilir.

Etnosantrizm (Ethnocentrism): Kendi kültürünü ve değerlerini üstün görerek diğer kültürleri kendi kültürüyle kıyaslama ve değerlendirme eğilimidir. Kitapta, etnosantrizmin antropolojik çalışmalarda yanıltıcı sonuçlara yol açabileceği ve kültürler arası anlayışı engelleyebileceği vurgulanıyor. Etnosantrik bir bakış açısı, başka kültürlerin uygulamalarını "ilkel" veya "geri kalmış" olarak değerlendirerek, bu kültürleri anlamaya çalışmak yerine önyargılı bir şekilde reddetmeye yol açabilir. 

Kültür: Bir toplumun yaşam biçimini, değerlerini, inançlarını, normlarını, uygulamalarını, sanat formlarını, dilini ve diğer kültürel ifadelerini kapsayan karmaşık bir sistemdir. Kültür, insanların dünyayı nasıl algıladığını, birbirleriyle nasıl etkileşim kurduğunu ve çevrelerine nasıl uyum sağladığını şekillendirir. 

Geleneksel Toplumlar: Genellikle küçük ölçekli, kırsal, tarım temelli ve geleneklere ve göreneklere güçlü bir şekilde bağlı olan topluluklardır. Kitap, geleneksel toplumların genellikle daha uyumlu ve istikrarlı olduğu yönündeki yaygın görüşe meydan okuyor ve bu toplulukların da iç çatışmalar, eşitsizlik ve sağlıksız uyumlu uygulamalar yaşayabileceğini vurguluyor.

Modern Toplumlar: Genellikle büyük ölçekli, kentsel, sanayileşmiş ve hızla değişen toplumlardır. Kitap, modern toplumların geleneksel toplumlara göre daha bireyselci, rekabetçi ve yenilikçi olma eğiliminde olduğunu, ancak aynı zamanda yabancılaşma, izolasyon ve toplumsal sorunlarla da mücadele ettiğini belirtiyor.

Kültürel Değişim: Toplumların zaman içinde değerlerinde, inançlarında, normlarında ve uygulamalarında yaşadıkları dönüşümleri ifade eder. Kitap, kültürel değişimin teknolojik gelişmeler, göç, savaşlar, ekonomik değişimler ve diğer faktörler tarafından tetiklenebileceğini belirtiyor.

Kolonyal Etki: Bir ülkenin başka bir ülkeyi veya bölgeyi siyasi, ekonomik ve kültürel olarak kontrol altına alması ve sömürmesiyle ortaya çıkan etkileri kapsar. Kitap, kolonyal etkinin birçok toplumda derin ve kalıcı etkiler bıraktığını, yerel kültürleri ve toplumsal yapıları dönüştürdüğünü, genellikle eşitsizliğe, yoksulluğa ve kültürel çatışmalara yol açtığını belirtiyor. Özellikle küçük ölçekli toplumlar, Avrupa silahları ve hastalıklarıyla baş edemeyerek, yönetim sistemleri bozularak, sanat ve teknolojileri gerileyerek, sosyal örgütlenmeleri dağılarak ve anlam dünyaları önemsizleşerek büyük yıkımlar yaşadılar.

Kültür Yorgunluğu: Bireylerin sürekli kültürel değişim ve adaptasyon süreçlerinden kaynaklanan yorgunluk, stres ve tükenmişlik hissetmelerini ifade eder. Kültür yorgunluğu, özellikle farklı kültürlere sahip toplumlarda yaşayan veya sık sık seyahat eden kişilerde görülebilir. Belirtiler arasında motivasyon kaybı, sinirlilik, depresyon ve kültürel farklılıklara karşı ilgisizlik yer alabilir. 

İnisiyasyon Ritüelleri: Bireylerin bir topluluğa veya yaş grubuna kabul edilmek için geçtikleri geçiş törenleridir. Bu ritüeller, genellikle ergenlik döneminde gerçekleştirilir ve toplumsal statü, cinsiyet rolleri ve sorumluluklar hakkında bilgi aktarımı içerebilir. Ritüellerde genellikle fiziksel ve ruhsal zorluklar, sembolik eylemler ve toplumsal kuralları öğrenme yer alır. Kitap, Papua Yeni Gine'deki bazı kabilelerin, Avustralya hükümeti ile temasa geçtikten sonra cinsel ve fiziksel şiddet içeren sert başlangıç ritüellerini hızla terk ettiğini belirtiyor.

Tabular: Bir toplumda yasaklanmış veya kutsal kabul edilen davranışlar, nesneler veya konulardır. Tabular, toplumsal düzeni korumak, dini inançları güçlendirmek veya sağlık ve güvenliği sağlamak gibi çeşitli işlevlere hizmet edebilirler. Kitap, Hawaii adalarındaki aristokratların ve rahiplerin 1819'da kutsal tabu sistemini kasıtlı olarak ihlal ederek değiştirdiklerini belirtiyor.

Kurban Verme (Human Sacrifice): Doğaüstü güçlere sunulan bir adak olarak insanın öldürülmesi uygulamasıdır. Kurban verme, tarih boyunca birçok kültürde görülmüştür ve genellikle tanrıları yatıştırmak, bereket dilemek, düşmanları yenmek veya toplumsal dayanışmayı sağlamak gibi nedenlerle gerçekleştirilmiştir. Kitap, Pawnee kabilesinin Sabah Yıldızı'nı kutsamak için bir çocuğu kurban etme ritüeline örnek veriyor. Yazar, bu uygulamanın Pawnee'ler için uyumlu olup olmadığını sorguluyor ve insan kurban etmenin yaygın olarak anlaşıldığı gibi kaygıları azaltmak yerine korku yaratan bir uygulama olabileceğini öne sürüyor.

Etnografya: Bir kültürün sistematik olarak gözlemlenmesi, tanımlanması ve yorumlanmasıdır. Etnograflar, belirli bir toplumda uzun süre yaşayarak, insanların günlük yaşamlarını, inançlarını, değerlerini, uygulamalarını ve toplumsal yapılarını inceleyerek veri toplarlar. Kitap, Ian Hogbin'in Ontong Java adasında yaptığı çalışmayı örnek olarak veriyor. Hogbin, buradaki insanların kültürel değişim ve hastalıklar sonucu hızlı nüfus düşüşüne ilgisizlikleri ve kadercilikleriyle katkıda bulunduklarını gözlemlemiştir.

Kolonyal Yönetim ve Etkisi: Bir ülkenin başka bir ülkeyi veya bölgeyi siyasi, ekonomik ve kültürel olarak kontrol altına alması ve yönetmesi sürecidir. Kolonyal yönetim, genellikle yerel kültürleri ve toplumsal yapıları derinden etkiler ve eşitsizliğe, sömürüye ve kültürel çatışmalara yol açabilir. Kitap, Ojibwa halkının yeni bir rezervasyona zorla taşınmasının, toplum içinde sosyal sınıf farklılıkları, alkolizm, şiddet ve çocuk istismarı gibi ciddi sorunlara yol açtığını belirtiyor.4

Katılımcı Gözlem: Araştırmacının, araştırdığı toplumun günlük yaşamına katılarak veri topladığı bir etnografik araştırma yöntemidir. Katılımcı gözlem, araştırmacıya insanların davranışlarını, inançlarını ve değerlerini kendi doğal ortamlarında gözlemleme ve anlama fırsatı sunar. 

Kültürel Bağlılık (Cultural Adherence): Bireylerin veya grupların kendi kültürlerinin değerlerine, inançlarına, normlarına ve uygulamalarına sıkı sıkıya bağlı kalması durumunu ifade eder. Kültürel bağlılık, toplumsal kimliği ve aidiyet duygusunu güçlendirebilir, ancak aynı zamanda değişime direnç göstermeye ve diğer kültürlere karşı önyargılı olmaya yol açabilir. Kitapta, bazı toplulukların kendi kültürlerine olan güçlü bağlılıklarının, sağlıksız uyumlu uygulamaları sürdürmelerine ve hatta yok olmalarına yol açabileceği belirtiliyor. Örneğin, bazı kabileler, dış dünyayla temas kurduktan sonra bile, geleneksel ritüellerine ve yaşam biçimlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, modern dünyaya uyum sağlamakta zorluk çekmişlerdir.

Toplumsal Baskı: Bireylerin veya grupların, toplumun belirlediği normlara ve beklentilere uymak için baskı hissetmesi durumudur. Toplumsal baskı, giyim tarzından, meslek seçimine, evlilik kararlarına kadar birçok alanda kendini gösterebilir. Kitapta, toplumsal baskının, bireylerin kendi isteklerini ve ihtiyaçlarını bastırmalarına ve toplumun onayını kazanmak için sağlıksız uyumlu davranışlar sergilemelerine yol açabileceği belirtiliyor. Örneğin, bazı toplumlarda kadınlar, güzellik standartlarına uymak için acı verici ve sağlıksız uygulamalara maruz kalabilirler.

Geleneklerin Sorgulanması: Toplumların veya bireylerin, geleneksel inançlarını, değerlerini ve uygulamalarını eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmesi ve bunların geçerliliğini, faydasını veya zararını sorgulaması sürecidir. Geleneklerin sorgulanması, toplumsal değişime ve kültürel yeniliğe yol açabilir, ancak aynı zamanda toplumsal çatışmalara ve kimlik krizlerine de neden olabilir. Kitapta, geleneklerin sağlıksız uyumlu sonuçlar doğurduğunda sorgulanması ve değiştirilmesi gerektiği savunuluyor. Örneğin, insan sağlığını tehlikeye atan bazı geleneksel tıbbi uygulamaların, modern tıbbi bilgiler ışığında terk edilmesi gerektiği belirtiliyor.

Sosyal Değişim: Toplumların zaman içinde değerlerinde, inançlarında, normlarında, uygulamalarında ve toplumsal yapılarında yaşadıkları dönüşümleri ifade eder. Sosyal değişim, teknolojik gelişmeler, ekonomik değişimler, savaşlar, göçler, siyasi hareketler ve diğer faktörler tarafından tetiklenebilir. Kitapta, sosyal değişimin hem uyumlu hem de sağlıksız uyumlu sonuçlar doğurabileceği belirtiliyor. Örneğin, modernleşme süreci, bazı toplumlarda yaşam standartlarını yükseltirken, diğerlerinde geleneksel yaşam biçimlerini yok ederek, kültürel çatışmalara ve kimlik kaybına yol açmıştır.

Kolektif Bilinç: Bir toplumu oluşturan bireyler arasında paylaşılan inançlar, değerler, normlar ve semboller kümesidir. Kolektif bilinç, toplumsal dayanışmayı ve birlik duygusunu güçlendirir, ancak aynı zamanda bireyselliği ve farklı düşünceleri bastırabilir.

Oldukça uzun bir sözlük oldu. Bir çok kavram ve ifadeyi daha önce ele almıştık ama buraya da eklemekte bir sakınca görmedim. Bence bu sözlüğe bakarak bu bölüm hakkında sağlam bir fikir elde edilebilir. Bu sözlük genel olarak bölümün içeriğini ortaya koyuyor.

Sayfa 133:

“Some populations have failed to survive or have lost their culture, language, or social institutions because they were not able to cope with the demands that their environments made on them. This failure to thrive is the most calamitous form of maladaptation, but it is not the only one. A few people in all societies, and many people in others, feel alienated, become depressed, or attempt suicide. Others withdraw from social life or emigrate, and it is not uncommon for people to protest or rebel. Some populations are deeply committed to the beliefs and practices that make up their cultural world, but others are less so, and some are profoundly dissatisfied with their lives. This is true not only in urbanized societies like our own but in small-scale, folk societies throughout the world. Beliefs or practices that leave a population seriously discontented or rebellious are, under most circumstances, maladaptive because they threaten the survival of that sociocultural system and endanger the physical and emotional wellbeing of the people in it.

How people feel about the established customs and institutions of their society can be a powerful indicator of how adequately that society and its culture serve their needs. But between blissful contentment and open rebellion lie many complexities and contradictions of human emotion and behavior. For example, women and men alike have gone to remarkable lengths to beautify themselves. They tattoo themselves over their entire bodies, cover themselves with scars, mutilate their genitals, and blacken their teeth, file them into points, and knock some of them out, among other things..”

Bazı popülasyonlar, çevrelerinin kendilerinden talep ettikleriyle başa çıkamadıkları için hayatta kalamamış ya da kültürlerini, dillerini veya sosyal kurumlarını kaybetmişlerdir. Bu başarısızlık, sağlıksız uyumun en vahim şeklidir, ancak tek değildir. Tüm toplumlarda birkaç kişi, diğerlerinde ise birçok kişi yabancılaşmış hisseder, depresyona girer ya da intihara teşebbüs eder. Diğerleri sosyal hayattan çekilir ya da göç eder ve insanların protesto etmesi ya da isyan etmesi nadir değildir. Bazı toplumlar kültürel dünyalarını oluşturan inanç ve uygulamalara derinden bağlıdır, ancak diğerleri daha az bağlıdır ve bazıları hayatlarından son derece memnun değildir. Bu durum yalnızca bizimki gibi kentleşmiş toplumlarda değil, dünyanın dört bir yanındaki küçük ölçekli halk toplumlarında da geçerlidir. Bir nüfusu ciddi anlamda hoşnutsuz ya da isyankar kılan inançlar ya da uygulamalar, çoğu durumda sağlıksız uyumludur çünkü bu sosyokültürel sistemin hayatta kalmasını tehdit eder ve içindeki insanların fiziksel ve duygusal refahını tehlikeye atar.

Neredeyse tüm paragrafı koyulaştıracaktım. Burada anlatılanlar aslında şimdiye kadar bahsetttiğimiz tüm başlıkların özeti gibi. İnsan olarak hayata tutunmak için çabalıyoruz ama bunu çok da iyi beceremiyoruz. İçine doğduğun kültüre yabancılaşmamak, depresyona girmemek çok güç. Biliyorum ütopik bir toplum yok. Yani nerede doğmuş olursak oalaım illa ki bir şekilde hayatın zorlukları ile karşılaşacaktık. Sanırım bu dünyaya köle sahibi olarak gelmediğin sürece her işi sen yapmak zorunda olduğun sürece hayat hep zor olacak. Bu durumda neden imkan bulanların, yada imkan yaratanların bir şekilde birilerini köle yaptıkları anlaşılıyor. Daha kolay yaşamak için en makul çözüm bu.Tabi eğer köle olan sen değilsen.

İnsanların toplumlarının yerleşik gelenekleri ve kurumları hakkında ne hissettikleri, o toplumun ve kültürünün ihtiyaçlarına ne kadar hizmet ettiğinin güçlü bir göstergesi olabilir. Ancak mutlu bir hoşnutluk ile açık bir isyan arasında insan duygu ve davranışlarının birçok karmaşıklığı ve çelişkisi yatmaktadır. Örneğin, hem kadınlar hem de erkekler kendilerini güzelleştirmek için olağanüstü çaba sarf etmektedir.”

İkinci paragrafın ilk kısmında önemli bir tespit var. Eğer insanlar içinde yaşadığı düzenden memnunsa, bu, toplumun bireysel ve toplumsal ihtiyaçları iyi bir şekilde karşıladığını gösterir. Ancak memnuniyetsizlik veya isyan, bu sistemlerde eksiklikler veya uyumsuzluklar olduğuna işaret edebilir. Kısacası, bireylerin duygusal tepkileri, toplumsal yapıların değerlendirilmesinde bir ölçüt olarak kullanılabilir diyor ve aşırı davranışlarda bulunulan kültürlerin yanlış bir şeylerin habercisi olduğunu söylüyor. 

Paragrafın benim alıntılamadığım diğer kısmında, insanların güzellik uğruna katlandıkları acı verici uygulamalara odaklanmış. Dövme, yara izleri, diş sivriltme gibi örnekler vermiş, özellikle Çin'deki kadınların ayak bağlama geleneği en uç nokta olarak sunmuş. Küçük yaştaki kızların ayakları bağlanarak kemikleri kırılır, kan ve irinle kaplanan bandajlar sıkıca yenilenirmiş. Çocuklar yürüyemez, uyuyamaz ve acının sebebini anlayamazlarmış. Bu uygulama, bireylerin toplumsal normlara uyma uğruna ne kadar büyük fedakarlıklar yaptığını bize gösteriyor. 

Edgerton sonraki bir kaç paragraf boyunca ayak bağlama geleneğinin kökenlerine dair bilgiler sunuyor. Çin'de kadınların küçük ayaklara sahip olması erkekler tarafından yüzyıllar boyunca hayranlıkla karşılanmış, bu ideal uğruna 1100’lerde ayak bağlama geleneği ortaya çıkmış. Başlangıçta elit sınıfla sınırlı olan bu uygulama, zamanla tüm toplumda yayılmış. Ayak bağlama, kadınların hareketlerini kısıtlayarak sadakati sağlama, erkeğin ekonomik gücünü gösterme ve kadın üzerindeki egemenliği vurgulama gibi nedenlerle desteklenmiş. Ayrıca, bu durumun estetik ve erotik avantajlar sunduğu düşünülmüş. Kadınlar da, bu gelenek sayesinde güzellik, iyi bir evlilik ve rahat bir yaşam elde edecekleri inancıyla uygulamayı kabullenmişler. Ancak, 20. yüzyılda reformist hükümetler, Batılı etkiler ve Hristiyan misyonerlerin baskılarıyla ayak bağlama büyük ölçüde sona ermiş. Buna karşın, kadınların güzellik uğruna fiziksel acılara katlanması yalnızca Çin’e özgü değildir diyor; Viktorya döneminde kadınlar dar korseler kullanmış, günümüzde ise estetik cerrahiler bu uğurda yaygın olarak yapılmaktadır diyerek konumuzu günümüze kadar getiriyor.

Sürekli aynı yere varıyoruz. İçine doğduğumuz kültürün gelenekleri ne kadar saçma olursa olsun dışarıdan bir ayıktırıcı etken devreye girmediği sürece böyle gelmiş böyle gider yaklaşımı hakimiyetini sürdürüyor.

Edgerton bu aşamada çok daha anlaşılması zor bir konuya değiniyor. Ölen kocası ile birlikte ölmek zorunda bırakılan kadınların durumu. Bu akıl almaz geleneği aktarmak için Edgerton bu sefer paragrafları değil sayfaları ayırmış.

Sati, Hindu kültüründe dul kadınların, ölen kocalarının cenazelerinde kendilerini yakmalarını içeren bir ritüel olduğunu öğreniyoruz. Uygulama, M.Ö. 4. yüzyıla kadar uzanır ve başlangıçta kraliyet aileleri ve savaşçılar arasında yaygınken, zamanla alt sınıflara da yayılmış. Kadınlar, bu yolla günahlarından arınacaklarına, kocalarının ailelerini koruyacaklarına ve reenkarnasyon döngüsünde eşleriyle yeniden birleşeceklerine inanmışlar. Ancak sati, kadınlar için bir zorunluluk olmuş; dul kadınların yeniden evlenmelerine izin verilmezken, toplumdan izole ve sıkıntılı bir yaşam sürmeye mahkûm edilmeleri nedeniyle, bu ritüel bazen kaçış yolu olarak görülmüş. Bununla birlikte, dul kadınlar genellikle sosyal ve aile baskısı altında bu kararı almış, hatta bazı durumlarda zorla ritüele dahil edilmiş.

Sati'nin gerçekleştiği törenler karmaşık ritüellere sahiptir diyor. Dul kadın, kocasının cenazesiyle birlikte süslenir, dualar eşliğinde ateşe atılır ve ardından tanrıça olarak anılırmış. Ancak bu “gönüllü” adanmışlık pek çok durumda zorla gerçekleştirilmiş. Örneğin, kaçmaya çalışan kadınlar yeniden ateşe atılmış veya öldürülmüş. Bazı durumlarda sati, ekonomik nedenlerle teşvik edilmiş; dul kadınların miras hakkını ortadan kaldırarak, mülklerin ailenin kontrolünde kalması sağlanmış. Bu uygulamanın, Bengal gibi dul kadınların miras haklarına sahip olduğu bölgelerde daha yaygın olduğu görülmüş.

Sati, Hindu kutsal metinlerinde çelişkili yorumlara sahiptir diyor. Bazı yazılar bu pratiği yüceltirken, diğerleri kesin bir şekilde kınar. Mahamivantantra gibi bazı metinler, sati yapan bir kadının cehenneme gideceğini belirtir. Uygulama, 19. yüzyılda Britanyalıların ve Hindu reformcuların etkisiyle yasaklanmış olsa da, 1987'de Roop Kanwar adlı genç bir dulun kendini yakması gibi olaylar, uygulamanın modern zamanlarda bile yer yer sürdüğünü göstermiş.

Kanwar'ın ölümü, toplumda büyük bir bölünmeye yol açmış. Hükümet, sati'yi teşvik eden veya yücelten davranışları cezalandıran yasalar çıkarmış; ancak bu durum, ritüeli bir gelenek ve kahramanlık simgesi olarak gören bazı kesimler tarafından tepkiyle karşılanmış. Ekonomik, dini ve sosyal faktörlerin etkisiyle şekillenen sati, bir yandan fedakârlık ve bağlılık olarak algılanırken, diğer yandan kadınları zorlayan baskıcı bir gelenek olarak eleştirilmiş.

Bize saçma gelen bu uygulamanın insanlar tarafından nasıl rasyonelleştirildiğini anlamak güç. Her saçma gelenekte olduğu gibi bu geleneğin de illa ki “rasyonalize” edilmiş bir açıklaması vardır. Görünen o ki Sati, dini inançlar, sosyal baskı, ekonomik çıkarlar ve cinsiyet eşitsizliğiyle rasyonelleştirilmiştir. Kadının kendini yakması günahlarından arınma, reenkarnasyonda eşine kavuşma ve ailenin itibarını koruma gibi gerekçelerle yüceltilmiştir. Mirasın korunması ve erkek egemenliğini pekiştirme amacıyla kadınlar çoğunlukla zorla bu ritüele yönlendirilmiştir. 

Aslına bakacak olursak bu denli saçma şeylerin arkasında ancak ve ancak din gibi akıl dışı şeylerin olması şaşırtıcı değil. Bu öyle bir korku ki eğer ölen kocası ile birlikte yakılmayı kabul etmezse başına gelecek olan diğer şey her ne ise bundan daha acı verici olacak. Bir insanı bu kadar radikal ve akıl dışı bir şeye ikna etmenin yolu ondan daha akıl dışı olmak zorunda. Beynini devreden çıkararak ancak buna ikna olabilirsin. Diğer türlü ikna edilmeden sadece ve sadece bir vahşet olarak görmemiz de mümkün. Yani aslında kadınlar ikna edilmiyordu zorunda bırakılıyordu.  

Eğer zorunda bırakılıyorsa ne anlam çıkar. Kadının erkeğin malı olduğunu, erkek ne isterse kadının onu yaşayabileceğini mi anlamalıyız. Peki ama 1987 de yaşanan gönüllü yakılma eylemine ne demeliyiz. İnsan çok garip bir canlı. Bir kadın gerçekten de bir erkeği o kadar çok sevebilir ki kocası öldükten sonra yaşamanın anlamsız olduğuna da karar verebilir. Yani illa ki dini bir inanç veya vahşet boyutunda zorlama olmasına gerek yok. Gönüllü olarak yakılmak sebebi ne olursa olsun onaylanabilir mi? 

İntihar etmek bir seçim olabilir tabi ki ama bu karar çok bireysel bir karar. Yani kimsenin veya hiçbir geleneğin zorlaması olmadığı takdirde kabul edilebilir. Kafa yormaya, sebebini anlamaya, nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair fikir üretmeye gerek var mı? Neticeye odaklanmak gerek diye düşünüyorum. Beyni yıkanmamış bir insanın bunu kabul etmesi mümkün mü, önemli olan o. Kültürel görelilik ile ilgili tartışmayı bu kitabın başlarında yapmıştık. Ve benim görüşüm geleneklerin, inançların yanlış olduğu yönünde. Bugün bile içinde olduğumuz toplumların yaptığı şeylerin ileride yanlış olarak yorumlanacağını düşünüyorum. İnsan gelişen, değişen bir canlı. Bu sayede tüm olumsuzluklara rağmen hayata tutunabiliyoruz. 

Ölen akrabasını yiyenin de kendine göre makul sebepleri vardı. Yamyamşarın da, kadınlkarı sünnet edenlerin de.  Sati geleneğinin de illa ki kendine göre makul bir açıklaması var. Önemli olan tarafını belirlemek. Ve geleneklerin yanlış olabileceğini kabul etmek. Geçmişte hatalı uygulamalar olduğunu görmek bizim bugün de hatalar içinde olabileceğimize işaret ediyor. Bir başka toplumdaki saçmalıkları görmek bizim de bir saçmalık içinde olma ihtimalimiz bizi düşündürtüyor. Bence tüm bu tartışmalardan çıkarmamız gereken sonuç, almamız gereken ders bu.

Edgerton Sati geleneğinden bir başka akıl almaz geleneğe geçiyor. Kadınların cinsel organlarına yapılan işkenceye geçiyor. Nasıl ki Sati uygulamasına hem destek verenler ve hem de karşı çıkanlar varsa Afrikadaki kadın cinsel organının sünnetine yönelik olarak da farklı tutumlar gözlendiğini öğreniyoruz.

Edgerton, kadın sünneti örneği üzerinden, farklı Afrika bölgelerindeki tutumlar ve deneyimler karşılaştırmış. Sudan'da genç Nubian kızlarına uygulanan kadın sünneti, ciddi acılara, komplikasyonlara ve bazen ölümlere neden oluyor diyor. Erkekler arasında hoşnutsuzluk olsa da, kadınlar uygulamayı destekliyormuş. Kenya'da yasal olarak yasaklanmış olmasına rağmen, bazı bölgelerde genç kızlar üzerinde uygulanmaya devam ediyormuş.

Edgerton, 1960'larda Kenya'nın uzak Pokot topluluğunda yapılan bir araştırma, kadınların bu uygulamayı desteklediğini, bazıları bunun sadece bir gelenek olduğunu düşünürken diğerlerinin doğumu kolaylaştırdığına inandığını ortaya koyuyor diyor. Buna karşın, merkezî Kenya’daki Kamba topluluğunda, kadınların uygulamaya karşı daha eleştirel olduğu, bazı erkeklerin ise kararsızlık gösterdiği gözlemleniyor diyor. 

Edgerton daha sonra değişmez sanılan şeylerin nasıl kısa bir sürede değişebileceğine dair örnekler veriyor.. Örneğin, Dani halkının savaşın yaşamlarının merkezi olduğu düşünülse de, polis müdahalesiyle savaş yasaklandıktan sonra, iç grup şiddeti veya intiharda bir artış yaşanmadığını öğreniyoruz. Dani halkı, savaşın yasaklanmasından şikâyetçi olmamış, bu da savaşın sanıldığından daha az önemli olduğunu gösteriyor diyor.

Sayfa 140: 

“A useful index of how committed a population, like the Dani, may be to its traditional beliefs and practices is their reaction to colonial contact. Various ethnographers have observed that people in small, traditional societies may willingly give up one of their apparently important practices after only minimal contact with Christian missionaries or European administrators. Societies throughout highland Papua New Guinea (before Australian contact) required that boys go through initiation ceremonies in which they were forced to drink only partly slaked lime that blistered their mouths and throats, were beaten with stinging nettles, were denied water, had barbed grass pushed up their urethras to cause bleeding, were compelled to swallow bent lengths of cane until vomiting was induced, and were required to fellate older men, who also had anal intercourse with them. These ceremonies were generally thought by anthropologists to play a vital role in these societies; but soon after Australian contact took place, several of these societies gave up their violent initiation rituals without apparent reluctance. 25 Some men even volunteered the information that they did not regret giving up the more violent aspects of their initiations. 26”

“Dani'ler gibi bir halkın geleneksel inanç ve uygulamalarına ne kadar bağlı olabileceğine dair faydalı bir gösterge, sömürgeci temasa verdikleri tepkidir. Çeşitli etnograflar, küçük, geleneksel toplumlardaki insanların, Hıristiyan misyonerler ya da Avrupalı yöneticilerle çok az temas kurduktan sonra, görünüşte önemli olan uygulamalarından isteyerek vazgeçebildiklerini gözlemlemişlerdir. Papua Yeni Gine'nin dağlık kesimlerindeki toplumlar (Avustralya ile temastan önce) erkek çocuklarının, ağızlarını ve boğazlarını su toplayan kısmen sönmüş kireç içmeye zorlandıkları, ısırgan otu ile dövüldükleri, sudan mahrum bırakıldıkları, kanamaya neden olmak için idrar yollarına dikenli ot sokulduğu, kusmaya neden olana kadar bükülmüş kamışları yutmaya zorlandıkları ve kendileriyle anal ilişkiye giren yaşlı erkeklerle oral seks yapmaları gereken kabul törenlerinden geçmelerini zorunlu kılmıştır. Bu törenlerin antropologlar tarafından genellikle bu toplumlarda hayati bir rol oynadığı düşünülüyordu; ancak Avustralya ile temas kurulduktan kısa bir süre sonra, bu toplumların birçoğu şiddet içeren kabul törenlerinden görünürde bir isteksizlik olmaksızın vazgeçti.25 Hatta bazı erkekler, inisiyasyonlarının daha şiddet içeren yönlerinden vazgeçtikleri için pişman olmadıklarını gönüllü olarak ifade etmişlerdir.26

Özellikle bu paragrafı alıntıladım. İnsanın geri zekalılığının sınırları yok. Madem bu kadar çabuk vazgeçecektiniz o zaman neden yahu biz bunu niye yapıyoruz diye kendinize sormuyorsunuz? Buradan şu sonuç çıkıyor: insan beyni yıkanmaya çok müsait bir canlı. Bizler iyi yönde de kötü yönde de beyni yıkanabilecek bir türüz. 

Edgerton peşpeşe bir çok saçma geleneğin çok hızlı bir şekilde nasıl sona erdiğine dair örnekler vermeye devam ediyor. Aynı şekilde, savaşın yaygın olduğu bu bölgelerde, polis müdahaleleri sonrası barış hızlıca kabul edildi. Örneğin, Auyana halkı, savaşın sona ermesiyle korkunun hayatlarından çıktığını ve daha huzurlu bir yaşam sürdüklerini belirtmişler. Marind-anim halkı ise, Hollanda baskısı ile anal ilişki gibi uygulamalardan kolayca vazgeçmiş, çünkü bu ritüellerin zaten rahatsız edici bulunduğu anlaşılmış. 

Sayfa 141:

“Sometimes, however, evidence of people's dissatisfaction need not be inferred from their reactions to externally imposed change. Some people clearly, even passionately, say that they dislike their society's customs or feel guilty about taking part in them. Although men among the Cheyenne Indians of the North American Plains sometimes gangraped an errant wife as custom dictated, many said that they disliked doing so. Some Yanomamo Indians, whose culture exalted ferocity and perpetuated warfare, frankly admitted that they disliked having to live in fear of violent death,30 and Nisa, that outspoken !Kung San woman, found much to criticize about San culture. She even declared that the ways of the San god were "foul. "31”

“Ancak bazen, insanların memnuniyetsizliklerine dair kanıtların, dışarıdan dayatılan değişimlere verdikleri tepkilerden çıkarılması gerekmez. Bazı insanlar açıkça, hatta tutkuyla, toplumlarının geleneklerinden hoşlanmadıklarını veya bunlara katıldıkları için suçluluk duyduklarını söylerler. Kuzey Amerika düzlüklerinde yaşayan Cheyenne Kızılderilileri arasındaki erkekler bazen geleneklere uygun olarak hatalı (ingilizcesi:errant) bir eşe tecavüz etseler de, birçoğu bunu yapmaktan hoşlanmadıklarını söylemiştir. Kültürleri vahşeti yücelten ve savaşı sürekli kılan bazı Yanomamo Kızılderilileri, şiddetli ölüm korkusu içinde yaşamaktan hoşlanmadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir 30 ve açık sözlü !Kung San kadını Nisa, San kültüründe eleştirilecek çok şey bulmuştur. Hatta San tanrısının yöntemlerinin “iğrenç” olduğunu ilan etti.”31

Aslında insanın birazcık destekle ne kadar kolay değişebildiğini göstergesi. Aynı durum hem bir lanet hem de bir kutsanma olarak düşünülebilir. Yani hem beynimiz çok kolay yıkanabiliyor hem de bu kolay yıkanma dolayısı ile eğer doğru şekilde beslenebilirse çok kolay doğru yolu bulabileceğimiz anlamına geliyor. Tüm mesele bize yüklenmiş olan korkulardan sıyrılabilmek. Aslında bu konunun şifresinin çözümü İçine doğduğun kültürün kaçınılmaz olmadığını görmek. Eğer bir şekilde mavi hapı seçersen yanlış, hatalı, bozuk, saçma artık adına ne dersen de bir kültürü yaşamak zorunda olmadığını görüyorsun. 

İyi de içine doğduğun kültürün doğru olmadığını görmek tam olarak bir çözüm mü? Maalesef değil, büyük ihtimalle Don Kişot durumuna da düşmene sebep olabiliyor. İçine doğduğu kültürle barışık olmadığında sıradan insandan çok daha fazla yaratıcı olman gerekiyor. Depresyona düşmen, yabancılaşma yaşaman neredeyse kaçınılmaz. Albert Camus'nün Sisifos Miti ile ilgili tespitini bu noktada anmak gerekiyor. Bir şekilde bu saçma durumu bir kahramanlığa dönüştürmek gerekiyor. İçine doğduğun kültürle boğuşmak da devasa küreyi dağın tepesine çıkartmaktan farksız hale getiriyor.

6. Bölümü kısımlara ayırmam gerekecek. Çok uzun bir bölüm ve alt başlıkları yok. Bu yüzden yaklaşık 10 sayfalık kısmını geçmişken yazıya ara vermem iyi olacak. Bu bölüm kitapta 26 sayfa olduğuna göre 3 ayrı yazıda bitirebilirim sanıyorum.


Özgürlük arayışını ve kendini keşfetmeyi temsil eden, zincirlerinden kurtulmuş bir kişinin sembolik tasviri. Parçalanmış zincirleri yere düşen figür muzaffer bir şekilde ayakta durmakta, umudu ve güçlenmeyi simgeleyen parlak bir ışıkla çevrelenmektedir. Arka plan, mücadeleden kurtuluşa giden yolculuğu simgeleyen koyu tonlardan daha parlak renklere geçiş yapan bir gradyan içeriyor.
Özgürlük arayışı ve kendini keşfetme

Comments


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page