Türklük Sözleşmesi kitabından twitterdaki bir yazışma sayesinde haberim oldu. "Etkisinden kurtulunamayan kitaplar" tarzında bir twitte geçiyordu. İnternetten yaptığım inceleme sonucunda merak ettim ve aldım. Şu an böyle bir kitabı okumuş olduğum için çok mutluyum. Kitabın yazarı, Barış Ünlü ve Dipnot Yayınlarından çıkmış. Kitap 2018 yılında yayınlanmış bendeki 2022 de yayınlanan 12. baskısı.
“Milliyetçi olmadan bir millet içinde yaşamak” konulu bir yazı yazmamın üstünden daha 1 ay bile geçmemişti. Milliyetçiliğin doğru olmadığını düşünen birisiyim, neden gerekli olduğunu görüyorum ama yanlış olduğunu da biliyorum. Fakat içinde bulunduğumuz dünya düzeni içinde de bir milletin (ülkenin, ulusun, devletin) bünyesinde olmadan yaşamamız da mümkün değil. (Bu arada şu an fark ettim ki kavramlar arasında müthiş bir geçişkenlik var. Hemen hemen her biri bir diğerinin yerine düşünülmeden kolayca kullanılabiliyor. Vatan /millet/ülke /devlet /ulus vs. Bu da bir başka yazının konusu olabilir.)
Kafamda bu tarz sorular hala mevcudiyetini korurken karşıma bu kitap çıktı. Kitabın daha ilk sayfalarında şu cümleleri gördüm. “Türklüğünü önemsemeyen, Türklüğü benliğinin ve kimliğinin kayda değer bir bileşeni olarak görmeyen ve Türklüğüyle gururlanmayan birinin Türk olduğunu fark etmesi.” Burada “Türk olduğunu fark etmek” tespiti benim dile getirmekte zorlandığım şeyin ucundan tutuyor gibiydi. Sen ister kabul et, ister etme, sen ister sev ister sevme mecburen “Türk olmak” zorundasın. Aslında bu sadece bize özgü değil İngiltere'de doğa birisi de İngiliz, Almanya'da doğan birisi de Alman olmak zorunda. Kitap da tam olarak bu zorundalığı eleştiriyor ama sadece Türklerle ve Türkiye'yle sınırlı tutuyor. Diğer ülkelerdeki durumlara yazarın pek işi olmamış. Bu arada bence kitabın eleştirilebilecek yanlarından birisi de bu. Eleştirdiğim birkaç nokta daha var onları da sırası geldikçe yazacağım. Şimdilik kitapla devam edeyim. Sonraki sayfadaki bir tespit de buna benzer: “Çevrem sosyalistlerden, yani kendini Türk olarak tanımlamayan, en azından Türklükleriyle gurur duymayan, düşünce ve duygularının Türklükleriyle ilgisi olmadığını düşünen insanlardan oluşuyordu. Ne var ki, o kişisel dönüm noktasından sonra, bunun doğru olmadığını, bilgilerin ve bilgisizliklerin, ilgilerin ve ilgisizliklerin, duyguların ve duygusuzlukların Türklüğün gölgesinde şekillendiğini, ama bunun "suyun içindeki balık" gibi fark edilmediğini düşünmeye başladım.“ Buradaki suyun içindeki balık metaforu o kadar yerinde ve doğru ki…. Hatta başka bir çok konu için de uygulanabilir ki… Yani kabul etsen de etmesen de Türksün.
Beyazlık Çalışmaları ile Türkiye'deki Kürt, Türk, Ermeni durumlarını kıyaslayacağını bildirerek önsözü tamamlıyor. Bu noktaya bir itirazım yok tabi ki bu çalışmaya ön ayak olması için Amerika merkezli beyazlık çalışmaları seçilebilir ama sadece bununla sınırlı kalmak çözüm önerisi bağlamında eksik kalmasına yol açıyor. Hatta kitapta çözüm önerisi yok. (Yada önerilecek olan çözümler yazarın hayat görüşüne uymuyor.) Neden durumu Türkiye'ye benzeyen ülkelerin de incelemesi bu kitaba dahil edilmemiş? Neden yaşadığımız problemler sadece Türkiye'ye hasmış gibi lanse edilmiş? Tamam Beyazlık Çalışmaları durumu anlamamız için iyi bir nokta ama içinde bir çok milletin var olduğu İspanya, Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya nasıl çözüm buldular, bu çok milletlilik halleri ile nasıl baş ettiler hiç bahsedilmemiş.
Bu arada kitabın bazı eksiklerini (tabii ki bana göre) eleştirsem de bu durum kitabı çok beğendiğim ve inanılmaz şeyler öğrendiğim gerçeğini değiştirmiyor.
Giriş Bölümünde bahsedilen “Türklük Performansı” tespiti çok hoşuma gitti. “Türklük performanslarıyla içselleştirmiş olması vardır. Türklük, tarihin ve toplumun kişinin doğasına dönüşmesi ve bilinçdışına sızmasıyla birlikte bir habitus olarak yaşanır. Bu nedenledir ki, Türklük halleri ve performansları çoğu zaman büyük bir doğallıkla, bilincinde olmadan, neredeyse refleksif bir şekilde ortaya konur. Benzer bir toplumsallaşma sürecine maruz kalmamış ya da Türklüğün hakim olmadığı toplumsal çevrelerde yaşayanlar ise, diyelim Kürtler veya Ermeniler, bu performansları çok daha bilinçli bir şekilde sergilerler. “ Bu kısmı okuduğumda eski bir Alevi olarak tespitleri içimde hissettim. Yazar ısrarla Alevileri, Kürtler ve Ermenilerle aynı sınıfa sokmasa da bence çok hata yapmış. Eleştirdiğim bir diğer nokta da bu oldu. Tamam, Ermeniler ve Kürtler çok acı çektiler, dışlandılar, ezildiler ama sanki Alevilerin başına çok iyi şeyler mi geldi?
Kitapta Alevileri bazı yerlerde anılıyor olmasına rağmen Türklük Sözleşmesinin ana unsuru gibi değerlendirmesi yanlış bana göre. Osmanlıda belki durumları çok daha kötüydü, Cumhuriyetle birlikte bir miktar düzelme yaşanmış olabilir ama bu tam anlamı ile bahsedilen sözleşmenin ana unsurları haline geldiklerini söylememize izin vermiyor. Hiç bir Alevi kendisini açık ve özgür bir şekilde toplum içinde gösteremez. Kitabın ilerleyen bölümlerinde silik olmaktan, içine kapanmaktan, kendine güvenememekten bahsedilecek, toplum içinde yüksek sesle konuşamamaktan bahsedilecek. Bunların hepsi tam olarak aleviler için de geçerlidir. O zaman nasıl oluyor da bizler de bu sözleşmeye dahil olmuş oluyoruz.
Alevi bir ailede büyüdüğüm için şimdi çocukluğumu bu kitaptan edindiğim bilgiler ile değerlendirince çok daha net bir fotoğraf görmemi sağladı. Sözleşmenin bir unsuru olamamak ve ailenin de bunu biliyor olması seni nasıl kendini gizleyerek yaşaman gerektiğini de gösteriyor. Hatta daha acı bir şey söyleyeyim. Aleviler Toplum nezdinde dışlandığı için, devlet onların en temel ihtiyaçlarını görmezden geldiği için tam bir dışlanmışlık hali yaşar aleviler. Hele ki göç etmiş olanlar. Yani toplumun içine karışmak ve adapte olmak zorunda kalanlar.
Neden oruç tutmazlar, neden namaz kılmazlar, neden camiye gitmezler? Bir çok alevi bunun sebebini bilmez. Ailesinden öyle görmüştür. Bu dini değil kültürel bir olgudur. Sorgulamazlar da. Öyledir çünkü. Kendilerine göre mitleri vardır. Hz. Ali namaz kılarken öldürülmüştür de ondan namaz kılmazlar mesela. Oruç tutarlar ama 12 imam orucudur. İçki içerler ama neden kuranda alkol haramdır dediği halde içerler bilmezler. Mutlaka bir cevap vardır, olmalıdır da. Mutlaka akla, hayata uydurmak gerekir. Benim asıl söylemek istediğim Alevilerin cahil olması. Özellikle şehirlere göçen ilk kuşakların.
Belki köylerinde Cemevlerinde yapılan ayinlerde yol yordam öğrenip, nesilden nesile aktarılan kültürlerini alıyorlardır ama büyükşehire göçünce bu bağlantı da kopar. İşin entelektüel kısmı oldukça zayıf ve bir de korku var. Tarihten gelen korkunun üstüne bir de Çorum, Maraş olayları tuz biber ekmiştir. Aleviler hem cahil bırakılmışlar, hem de özgürce inandıkları şeyleri yaşamaları engellenmiş. Uzun lafın kısası, Gayrimüslimler, Kürtler ne yaşamışlarsa aleviler de bir benzerini yaşamışlardır yani.
“Türklük Sözleşmesi'nin üç temel maddesi vardır.
Birinci maddeye göre, Türkiye'de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek, toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ya da çıkabilme potansiyelini sürdürebilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekmektedir.
İkinci maddeye göre, Osmanlı ve Türkiye'de Gayrimüslimlere' yapılanlar (tehcir, katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayrımcılık vb.) hakkında doğruyu söylemek, bu gruplarla duygudaşlık kurmak ve bu gruplar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.
Üçüncü maddeye göre ise, Türkleşmeye direnen Müslüman gruplara, özellikle de buna kararlı ve güçlü bir şekilde direnebilmiş Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak ve onlar lehine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır.”
Bu tespitlerin ardından yazar da aleviler sözleşme dışında tutulmamıştır diyor ama bence az önce de yazdığım gibi bu tespit yanlış.
Yazar sözleşmenin maddelerini koyunca ne okuyacağımızı daha iyi görmüş olduk.
Türklüğü farkında olmadan yaşamak tespiti her konuya genişletilebilir. Benim otomatik pilotta yaşamak dediğim şeye çok yardımcı olacak bir bakış bu. Bir kişi yaşadığı hayatı sorgulamadan, kendisine verili olanı gerçek ve doğruymuş gibi kabul ederek yaşarsa ortaya çıkan sonuç da bu oluyor. Robot gibi yaşıyoruz. Oku diyorlar okuyoruz, askere git diyorlar gidiyoruz, işe gir diyorlar giriyoruz, evlen diyorlar evleniyoruz, çocuk sahibi ol diyorlar çocuk sahibi oluyoruz. Kısacası yaşadığımız hayat bizim seçimlerimizin ürünü olmuyor. Ezberlenmiş bir hayatın, senaryosu yazılmış bir hayatın sadece icra edicisi oluyoruz. Bir insan baba oluyor ama bunu gerçekten istediği için olmuyor. Yaşamının o döneminde o olması gerektiği için öyle oluyor. Dolayısı ile iyi baba nasıl olunur, baba olmak ne demek, babalık ile ilgili bir gram beyin hücresi tüketmediği için babalığı da eline yüzüne bulaştırıyor. Aynı durum öğrencilik, sevgililik, eşlik, kocalık, karılık, vatandaşlık, (bu kitap bağlamında da Türklük, Kürtlük, alevilik, sünnilik) vb durumlar için de geçerli. Kitapda da sıklıkla geçen su içinde balık olup denizi bilmemek gibi bir durum.
17. sayfada şöyle bir tespit var: “Türklüğün negatif halleri olarak tarif edeceğim görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleri birer eksiklik olarak görülebilir, fakat aslında birer imtiyazdır. Çünkü bir ülkede, herhangi bir ülkede, ancak egemen grubun görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama hakkı ve daha önemlisi gücü vardır. Görme ve görmeme, duyma ve duymama, bilme ve bilmeme, ilgilenme ve ilgilenmeme, duygulanma ve duygulanmama biçimleriyle kişinin güç hiyerarşisindeki etnik ve sınıfsal pozisyonu arasında yakın bir ilişkisellik söz konusudur. Somutlaştırmak gerekirse, egemen etnik gruba mensup bir kişi etnik hiyerarşinin altlarında bulunanlarla ilgilenmeyebilir, onların düşüncelerini önemsemeyebilir, onları dinlemeyebilir; çünkü buna gücü vardır ve bundan dolayı bir kayıp yaşama riski yoktur. “ Burada tuzu kuru olmaktan bahsediyor. Bir diğerinin çektiği acıyı bilmeme, görmeme özgürlüğü. Yine son zamanlarda yaptığım bir tespite çok benziyor burada yazılanlar.
İnsanların deve kuşu taktiğini bir hayat kurtarıcı olarak kullandığını düşünüyorum. Deve kuşları ile ilgili her ne kadar yanlış bir efsane olsa da ne demek istediğimi anlatmak için kullanışlı bir metafor. Çevremizde olan biteni görmezsek bize dokunmaz taktiği. Aslında buna mecbur kalıyoruz. Eğer çevremizde olan biten tüm kötü şeyleri görmeye kalksak beynimiz patlar. (Gerçi bu bir bahane değil en azından her şeyi değilse bile küçük küçük de olsa bazı şeyleri görebiliriz. Ama sanırım bu da otomatik pilotta yaşamamıza katkıda bulunuyor.) Beynimiz patlar derken, aşırı şarj olup, çok ısınır ve arıza yapar anlamında…
Neden kötü şeyleri görmezden geliyoruz bir kaç örnek vereyim. Bazen dünyadaki olumsuzluklar ile ilgili istatistikleri görürüz . Mesela temiz içme suyuna ulaşamayan şu kadar insan var, Evi olmayan bu kadar insan var, açlık yaşayan bu kadar, cinayete kurban giden, tecavüze uğrayan….. liste uzayıp gidiyor. Evet bu sayılar, istatistikler doğru. Hatta ben bunları yazarken, sizler de okurken şu an bir çocuk tecavüze uğruyor. Belki de onlarca kadına tecavüz ediliyor şu anda. Daha basit şeyler de oluyor, yan komşumuz belki de şu an parasızlıktan aç ve bizim ona bir tencere yemek götürme imkanımız var ama yapmıyoruz. Çünkü bazı şeyleri ne kadar acı olursa olsun değiştiremeyiz ama bazı şeyleri de değiştirebiliriz. Belki de bir çocuğa bize dokunmayacak bir 100 TL vererek onun okumasını sağlayabilriz ama biz hiç ihtiyacımız olmadığı halde bir kablosuz kulaklığa 1000 Tl verebiliriz.
Kitapta da çok iyi ifade edildiği gibi eğer görürsek çözüm üretmemiz gerekir. Bu yüzden görmeyerek yani deve kuşu taktiği ile kendimizi daha iyi hissedebiliyoruz. Bu sayede suçluluk hissetmeden yolumuza devam ediyoruz.
Sayfa 18:
“Fakat aydın olarak adlandırılan okumuş yazmış Türklerde, özellikle de ideolojik aidiyetleri evrenselci fikir ve idealler içeren Türklerde (Marksizm/enternasyonalizm, İslamcılık/ümmetçilik, liberalizm/kozmopolitizm, Kemalizm/aydınlanmacılık) rastlanabilen bilgisizlik, ilgisizlik ve duygusuzluk bu denli pasif değildir. Başka bir deyişle, bilgi olmadığı için bilmiyor değillerdir. O bilgiyi ciddiye almadıkları, o bilginin doğru olmadığını düşündükleri, o bilginin arkasında bir "bit yeniği" olduğunu varsaydıkları için bilgisiz kalmışlardır. Çünkü o bilgiyi ciddiye alsalar, birer evrenselci aydın olarak o bilginin gereğini de yapmak, yani o bilgiyi yaymak veya harekete geçmek durumunda kalırlar. O bilgiyi yaymak ya da harekete geçmekse sözleşmenin dışına çıkmak anlamına geleceği için bu bir ceza, en azından konforunu kaybetme olarak geri dönebilecektir. Ayrıca bilmek ve ilgilenmek beraberinde alttakilerle kurulan duygudaşlık veya alttakilere yapılanlarla ilgili suçluluk duymak gibi tehlikeli ve bedeli ağır duygular getirebilir. Bunların olmaması için ama aynı zamanda da öz-saygılarını yitirmemek ve benlik imgelerini bozmamak için bilgiden kaçış mekanizmaları geliştirilir.”
Kitabı okurken daha önce farkına vardığım şeylerin bu konuya da uyarlanabileceğini görmediğimi gördüm. İnsan seçici algıya sahip. Radarımızda ne arıyorsak onu görüyoruz. Sadece karıncaları görmek için dizayn edilmiş bir gözlük takıyorsan yanından fil bile geçse göremiyorsun yani.
Giriş bölümü biterken aslında kitabın sonunda farkına vardığım bir şeyi burada yazmak istiyorum. Bu yazdıklarımı tüm kitabı okuduktan sonra düşündüm ama neticede içeriğin hangi kısmından spesifik olarak etkilendim bilemiyorum. Sanırım 26. sayfadaki şu kısım buna bir örnek olabilir. Önce alıntıyı yapayım sonra ne hissettiğimi yazayım.
“Türklerin Türklük Sözleşmesi'ne dair "bilinçli bilgileri" ve kendi Türklüklerine dair içgörüleri son derece yetersizken, Kürtlerin Türklük Sözleşmesi ve Türklüğe dair bilgilerinin son derece gelişmiş ve bilinçli olmasıdır.”
Tamam, kitabı okuyunca bir Türk gibi hissetmesem de aslında bir Türk olduğumu gördüm. İster kabul edeyim, ister etmeyeyim ben de bu toplumun bir parçası olarak beynim yıkanmış bir şekilde bugüne ulaştım. Dolayısı ile aklımda bir Ermeni algısı, Kürt algısı var. Denizdeki balık olmaktan vazgeçip suyun dışından bakmak istiyorum. Gördüğüm manzara ne? Bu suda sadece Türkler yaşamıyor, Kürtler de var, Ermeniler de, Aleviler de var Sünniler de, şimdiler de Suriyeliler de var Afganlar da… Bir toplumun bir üyesiyim, sadece bir bireyim ve etki alanımı biliyorum. Hepimiz biliyoruz. Kitabın başında yazdığım milliyetçi olmadan bir milletim üyesi olmak konusuna tekrar döneyim.
Tüm sorunlar ne zaman ortaya çıktı? 100 sene önce mi, 1789 da mı, 1453 de mi, Romalılar Döneminde mi, Yunanlılar mı yoksa Mısırlılar mı? Ne zaman çıktı tüm sorunlar. Yoksa Göbeklitepe'yi yapanlar zamanından mı kaldı? Belki de tarımı keşfedenler, hayvanları evcilleştirenlerden aldık bu mirası. Asıl sorun ne? Bu kadar farklı bireyler nasıl bir arada yaşayacak? Belki 10 binlerce yıl önceden aldığımız miras bu. Bizim nasıl bir arada yaşayacağız? Bizi bir arada hangi kuvvet tutacak? Bir sürü yöntem deneyip en sonunda ulus devletlere kadar ulaştık. Aradaki aşamaları zaman kaybı olmasın diye yazmıyorum. Kısaca, şeflikler, krallıklar gücünü tanrıdan alan liderler. Sonra onların da herhangi bir insan olduklarının keşfi ve devrimler… Madem devletin kutsal bir tarafı yok o zaman kanunlar, adalet, parlementolar vs… Büyük imparatorluklar yıkılıyor yerine milliyetçilik keşfediliyor. Milliyetçilik de milletleri üretiyor.
Bu millet olma işini becerebilenler var beceremeyenler var. Koskoca ABD hangi millet? Bir ABD’linin milleti ne, Almanyalının, Fransızın, İngilizin milleti ne? Sonuç olarak Kürdü ile, Türkü ile, Ermenisi ile her birimiz ortalama ayda 30 bin dolar kazanan insanlar olsaydık yaşadığımız bu sıkıntıları yaşar mıydık? Bizim de havuzlu villalarımız olsaydı, bizim de altımızda son model arabalarımız olsaydı, biz de yazları Hawailere, Maldivlere, Kanarya Adalarına gidebilseydik bu kadar önemser miydik Ermeni olmayı, Türk olmayı, Kürt olmayı? İşin ekonomik yönünü bir kenara bırakalım. Gelelim son kaldığımız yere.
İmparatorluklar yıkıldı. Yerine ulus devletler kondu. Kitabın ilerleyen kısmında 79. sayfadan itibaren Osmanlının durumu özetleniyor ve aranan çareler yazılıyor. Müslümanlık sözleşmesinden Türklük sözleşmesine geçiş anlatılıyor. Benim orada da şerh düştüğüm yerler var ama şimdilik Giriş Bölümünü bitireyim.
Her ne kadar kendimi bir milleti üyesi gibi hissetmesem de bir milletin parçasıyım. Dünyada oluşan sistem şu an bu. Her ülkenin sınırları var, O sınırlar içinde yaşayanlara da bir ad takılmış. Haritadan bakıyorsun Çekya yazıyor, ne anlıyorsun bu harita sınırları içinde yaşayanlar kendisine ben Çekyalıyım diyor. Yada bakıyorsun Kazakistan yazıyor. Kazakistan'la ilgili en ufak fikrim yok. Nüfusu nedir, demografik yapısı nasıldır, etnik yapısı nedir haritadan bakınca oraya Kazakistan deniyor. Spor karşılaşmalarında falan bir Kazak sporcu görüyoruz, O Kazak acaba etnik olarak kendini ne hissediyor bilmiyoruz.
Spor karşılaşmaları ve özellikle takım sporlarında oynayan gençler çok ilgimi çekerdi. Bizim milli takımlarda mesela oyuncuların tipine bakardım. Bir başka ülkeden bir kişi bizim oyuncularımızı görünce ne düşünüyorlar acaba derdim. Ben gençken milli takımızın defansında Galatasaray'dan Semih, İsmail, Cüneyt oynarlardı. Bu adamlar nereliydi hiç bilmiyorum ama kumral, sarışın adamlardı. Sonra orta sahada Piç Arif, Uğur Tütüneker vardı birisi renkli gözlü yakışıklı diğeri koyu esmer. Derdim ki bu takıma bakan kişinin gözünde Türk deyince nasıl bir kişi vardı ve bizim milli takımımız bunu nasıl yansıtıyor.
Şimdi, bu kitabı okuyunca bizim milli takımımızda oynayan gençlerin Türk mü, Kürt mü, sünni mi, alevi mi olduğunu hiç umursamadığımı farkediyorum. Gerçi ben böyleyim diye herkes de böyledir herhalde diyecek kadar saf değilim ama insanların özellikle PKK dan sonra Kürtlere karşı öfke duyduklarını biliyorum. Çünkü ben de öfke duyuyorum.
Bunlarla ilgili düşüncelerimi kitabın o kısımlarına geldikçe yazacağım. Sen bir şeylerin farkında değilsin diye herkes de senin gibidir diye düşünmenin ne kadar yanlış olduğunu gösterdi bu kitap bana. Aslında Kürtlerle Türkler kardeştir deyip de alttan alta nasıl ayrımcılık yapıldığını da gördüm. Irkçı söylemlerin nasıl da kılcal damarlarımıza kadar girdiğini de. Asıl acı olan ise bize sunulanları sorgulamadan doğru diye kabul etmek. Önce bir tarafı tutmak ve o tarafın tek doğru taraf olduğunu düşünerek yaşamak. Yazık ediyoruz kendimize de çevremizdekilere de.
Türklük Sözleşmesini tek taraflı feshetsen ne olur?
Comments