Bu yazı serisinin ilk yazısında (TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ KİTAP ELEŞTİRİSİ VE DEĞERLENDİRMESİ (1. Bölüm)) 27. sayfaya kadar olan kısmı yazmıştım. Bu yazıda da kaldığımız yerden devam ediyorum. Önsöz ve Girişin ardından Birinci Bölüm Beyazlık Üzerine Düşünmek adını taşıyor.
32-33. sayfadan şu kısımların altını koyu bir şekilde çizdim.
“Erkek akademisyenler, cinsiyet eşitsizliğinin kadınları dezavantajlı kıldığını biliyorlar, ama aynı eşitsizliğinin bizzat kendilerini de çeşitli imtiyazlarla (örneğin kadrolarda ve müfredatta) donattığını anlayamıyorlardır. Çünkü anlamaları durumunda, imtiyazlarından ödün vermeye başlayacaklardır ve bulundukları yerlere kendi kişisel becerileri/çalışkanlıkları (meritokrasi) sayesinde geldiklerine dair özimajları sarsılacaktır………. imtiyazın varlığının imtiyazın yokluğundan çok daha zor görünür ve zor hissedilir olmasıdır. İmtiyazın varlığı zor görünür çünkü imtiyazlı olmak kişiyi konforla donatır ve konfor -konforsuzluğun aksine- kişiyi düşünmeye ve görmeye zorlamaz; aynca kişi imtiyazından vazgeçmek istemediği ve o konumuna hak etmediği imtiyazlarla değil de hak ederek ve çalışarak geldiğini düşünmeyi yeğlediği için bunu büyük ölçüde bilinç dışı olan mekanizmalarla inkar etmeye ve görmezden gelmeye meyillidir.”
Bu kısımları çok önemsedim. Çünkü insanın sudaki balık olduğunu bilmemesinin sebebi suyun verdigi konfor olduğunu görmek gerekiyor. Durumundan memnun olanın , durumundan şikayet etmeyeceği açık. Dolayısı ile ortada onun için bir sorun da yok. Kendisi için sorun yoksa diğerlerini de çok da umursamadığından hiç sorun yokmuş gibi davranmasında da sorun yok. Devekuşu stratejisi burada de devrede kısacası. Konunun sadece Türklük, Kürtlükle de ilgisi yok. Herşey için geçerli. Birileri doğuştan zengin, zeki, yakışıklı, güzel, karizmatik vs. olabiliyor. Diğeri ise dünyaya fakir, aptal, çirkin, pısırık olarak gelebiliyor. İmtiyazlı olarak dünyaya gelmek sadece erkek olmak, beyaz olmak, Türk olmakla ilgili değil yani.
36 ve 37 sayfalardan alıntı:
"İmtiyazın varlığı imtiyazın yokluğuna göre çok daha görünmezdir; ayrımcılığa maruz kaldığımızda, ayrımcılıktan yararlanan gruplara kıyasla, bu acı verici bir şekilde apaçıktır."........... "gaspın kolektif ve kurumsal karakteri, bunu faydalananlara görünmez hale getirir. (. . .) Faydalar kişinin adeta kucağına düşer." Bilmek istemezler; çünkü bu bilgi, haklılık, suçsuzluk ve iyiyi hak etmişlik duygularını alt üst edip yerlerine haksızlık, suçluluk ve iyiyi hak etmemişlik duygularını koyabilir. Aynca bir kişinin imtiyazlı olmasının nedeni, bir başka kişinin imtiyazsız olmasıdır; başka bir deyişle, imtiyazlı kişi imtiyazını diğer kişinin imtiyazsız olmasına borçludur. İmtiyazsız kişinin imtiyazlılara karşı verdiği mücadele bu nedenle büyük bir direnişle ve çoğu zaman da (fiziksel veya sembolik) şiddetle karşılaşır. Aynı şekilde, imtiyazlı kişi kendisinin bir analiz ve eleştiri konusu olmasına da direnir. Özne olmaya alışmış kişi nesneleştirilmeye, adlandırılmaya, görülmeye, mercek altına yatırılmaya tahammül edemez.”
Bu kısmı okuduğumda yine geçmişten bir anımı hatırladım. aslında benim anım değil. TV de izlediğim bir an. (Üstünden 10 yıldan fazla geçti detaylar yok ama o hissi yakalayabiliyorum) Bir kadın vardı. Polis tarafından itilip kakılıyordu. Belki de Cumhuriyet mitinglerinde olabilir. İtilip kakılan kadın, “siz nasıl olur da beni itersiniz, ben onlar gibi değilim, ben bu ülkenin sahibiyim, başıma gelene inanamıyorum…” bu minvalde bağırıyordu. Ne dediğinden çok gözündeki, yüzündeki şaşkınlığı hatırlıyorum. Kadın inanılmaz bir şok geçiriyordu. Daha önce hep polislerin solcuları, gençleri, “anarşistleri!” itip kakdığını, onlara eziyet, işkence ettiğini görmüştü. Kendisini nasıl olur da onların statüsüne indirip! de onlara davrandıkları gibi davranabilirlerdi. Benim o andan yakaladığım his bu idi. Bu alıntının belki tam olarak bununla ilgisi yok ama imtiyazlı insanın, imtiyazını kaybettiği anı çok iyi anlayabiliyorum.
Bir başka küçük ekleme yapıp devam edeceğim. Birkaç yıl önceydi. Çalıştığım yer E-5’in yanında. Bir an trafik durdu ve bir adam intihar etmek üzere trafik levhalarının üstüne tırmandı. Yaklaşık 3 katlı bir bina yüksekliğinden bahsediyorum. Atlasa, ölmese bile ciddi sakatlanır yani. Sebebini öğrendik. Trafik polisi adamı çeviriyor. Bir şekilde tartışıyorlar ve polis adama tokat atıyor. Adam polise karşı gelemiyor ama gururu çok kırılmış. Sen nasıl olur da beni eşimin yanında döversin diye cinnet getiriyor. Tam bir itibar yıkımı yaşıyor. Bir şekilde ikna edildi ve adam üstünü başını yırtıp , parçalayarak indi aşağıya.
Bu anları şunun için hatırladım sanırım. İnsan gurur kırıcı olaylar başkasının başına gelince çok da umursamıyor ama kendi başına geldiğinde dünyası başına yıkılıyor. Bu arada imtiyazlı dediğimiz grup keyfini sürerken birileri sürekli eziyet görüyorlar. Bu eziyet görenler kimi zaman öğrenciler, kimi zaman işçiler, kimi zaman Kürtler, kimi zaman LGBT'liler olabiliyor. Sanki onların alnına yazılmış bir kadermiş gibi. Birilerinin de tuzu kuru onların başı hiç bir zaman ağrımıyor.
Yine 37. sayfadan:
“Sürekli rüzgara karşı koşanlar ve akıntıya karşı yüzenler ise imtiyazın ve imtiyazsızlığın ne demek olduğunu, hayatı nasıl kolaylaştırdıklarını ve nasıl zorlaştırdıklarını, kişinin düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını nasıl şekillendirdiğini çok iyi bilirler. Kadınlar erkeklik imtiyazlarını ve erkeklerin nasıl düşünüp davranacağını, Gayrimüslimler Müslümanlık imtiyazlarını ve Müslümanların nasıl düşünüp davranacağını, Kürtler Türklük imtiyazlarını ve Türklerin nasıl düşünüp davranacağını bilirler; çünkü bilmek zorundadırlar.”
Kitabın 42. sayfasında bir cümle vardı. Bu cümle üstüne, sadece bu cümle üstüne saatlerce düşündüm. Beni çok etkiledi. Bu kadar basit bir cümle neden beni bu kadar etkiledi?
''Zenciler insan gibi muamele görmek istiyorlar.”
Cümle bu. Çok basit. Kendini üstün görenin anlayamadığı çok basit durum bu. Yahu sen nasıl kendine bir şeyleri hak görüyorsan aynı hakkı ben de istiyorum bu kadar basit. Ayrıca bu cümledeki zencileri çıkart yerine “Aleviler”i koy, “Kadınlar”ı koy, “Kürtler”i koy, Gayleri, Dindarları, Ermenileri, Çocukları, Ateistleri, Gayrimüslümleri, Suriyelileri, Doktorları, Öğretmenleri, Göçmenleri….. Türkleri…… İnsanlar, insan gibi muamele görmek istiyorlar bu kadar basit. Hangi ülkede olduğunun önemi yok. Avrupalıların da anlamadığı bu, Amerikalıların da, İranlıların da, Çinlilerin de… Yahu bu dünyaya birileri keyif çatsın da birileri eziyet çeksin diye mi geldik? Kendimizi kandırma yeteneğimize laf yok, o konuda muhteşemiz, kendimize bir yalan dünya yaratıp orada yaşamaya bayılıyoruz ama bu işte bir yanlışlık var.
Din ve Milliyetçilik insanları çekip çevirmek için uydurulmuş kurumlar. Bunu anlamamakta diretiyoruz. Bir kutsallık masalı uydurmuşuz, peşinden koşuyoruz. Bir arada yaşamamız için bir zamanlar bu kurumlar çok faydalı görevler ifa etmiş olabilirler ama artık mızrak çuvala sığmıyor. Bazılarımız da bu yalanlara, bu efsanelere inanmıyor. Hep birlikte yaşamak için artık başka çareler aramanın zamanı geldi. İnsan gibi yaşamak için ne bekliyoruz. İnsan gibi muamele görmek için ne yapmak lazım. İlla kavga mı edelim? İlla birbirimize mi kıyalım? Tamam, insan rasyonel bir canlı değil ama biraz olsun omuzlarımızın üstünde duran içi boş! küreyi kullanmanın zamanı gelmedi mi? Yalanlarla, efsanelerle dolu o küreyi bir sallayıp da sorgulamanın zamanı gelmedi mi?
Neyse, kitapla devam edeyim. 44. sayfadaki tespit de çok yerinde:
“Beyazlar Amerikan tarihiyle ilgili mitlere inanıp bunlarla gururlanırken, Siyahlar asla inanmaz ve gururlanmaz. Çünkü bu mitlere inanmamak Beyazlara çok şey kaybettirebilecekken, Siyahlara hiçbir şey kaybettirmez. Dahası, ne zaman bir Siyah, Beyazların tanımlarını ve kavramlarını kabul etmeyip kendi tanım ve kavramlarını ortaya koymaya başlarsa, Beyazlar tanımlama tekellerinin tehdit altına girdiğini düşünmeye başlayıp paniklerler.”
Bu tespit Aleviler için de geçerlidir. Osmanlı Döneminde çok eziyet gördüklerinde Osmanlı ile gururlanmazlar. Atatürk’ü çok severler çünkü onun sayesinde insan olduklarını az da olsa hissetmişlerdir. Kürtlerin de benzer bir durumda olduğu kesin. Hatta onlar bırakın Osmanlıyı maalesef Cumhuriyeti de sahiplenemiyorlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Osmanlıdan Cumhuriyete bir tarih bilgisi de veriliyor.
58 ve 59. sayfalarda Irksal sözleşme ile ilgili tespitler var. Tabii yine Amerika'daki Beyazlık Çalışmalarına devam ediliyor.
“Charles W. Mills, The Racial Contract kitabında, devlet ve kurumlarının inşasının, yapılanışının ve işleyişinin sözleşme tarafından şekillendiğini söyler. Fakat bunun da ötesinde, sözleşme aynı zamanda bireylerin davranış tarzlarını, neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimlere yapılan kötülüklerin önemseneceğini kimlere yapılan kötülüklerin kötülük olarak görülmeyeceğini belirleyen bir ahlak sözleşmesidir.”
Bu alıntı yukarıda yazdığım polisten şiddet gören kadının tepkisini tekrar hatırlatıyor. Kimler kötülüğe maruz kalabilir bir sınıflama var insanların kafasında. Aslında kimse şiddete maruz kalmamalı değil mi ama gerçek hayat öyle değil. İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırmalıyız aslında. Kötülüğü bile mazur görebilecek kadar kötüyüz aslında. Benden olmayan herkese eziyet edilebilir, yeter ki ben eziyet görmeyeyim.
“Güney Afrikalı sosyolog Melissa Steyn, "Bilgisizlik Sözleşmesi"nin Irksal Sözleşme'nin hayati bir alt-sözleşmesi olduğunu ileri sürer. Beyazlar sorumluluk, suç ortaklığı, suçluluk gibi duyguları yaşamamak için ırk meselesiyle ilgili bilgisizliklerine dört elle, tutkuyla sarılırlar.” Sayfa 59
Bilgisizlik Sözleşmesi benim devekuşu taktiği dediğim duruma çok benziyor. Çok garip canlılarız. 100 metre uzağımızda birisini öldürseler ses çıkaramayacak hale geldik. (O kadar da değil aslında ama olduğu da oluyor) Kesin hak etmiştir diyenlerimiz bile var. Tamam, kendimizi de bu kadar kötülemeyeyim ama yaygın olan durum maalesef bu. Mesela güncel bir durum olarak dayak yiyen Suriyeli ise mi araya daha kolay gireriz, Türk'se mi? Samimi olmak gerekirse Suriyeli dayak yiyorsa bahane üretmekte hiç zorlanmayız ama dayak yiyen Türk'se o kişi hatalı, suçlu, kötü bile olsa gidip kurtarmaya çalışırız. Acı gerçekler böyle. Kafamızda birilerini, bazı grupları, bazı milletleri, bazı mezhepleri sınıflandırmış durumdayız. Bunu kötü olduğumuz için mi yapıyoruz? Sanmıyorum. Bunlar öğrenilmiş şeyler. Sorgulamadan kanıksanmış şeyler. Eğer insan ikilemde kalıyorsa her zaman kolay olanı seçiyor, doğru olanı çoğu zaman görmezden geliyoruz. Kolay olan ise kafamıza kazınmış olan. Bize dayatılmış olan.
Kitabın bundan sonraki kısmı 78. sayfaya kadar bu şekilde devam ediyor. Kitaptan çok şey öğrendim. Daha önce düşünmediğim şeyleri düşünmeme vesile oldu. Düşündüğüm ama adını tam olarak koyamadığım şeyleri yerli yerine koymama yardımcı oldu. Bazı eleştirdiğim, eksik gördüğüm, yanlı gördüğüm yerler de oldu ama genel olarak Türkiye için çok gerekli bir çalışma olduğu da kesin. Aslında çok daha fazla yerin altını çizdim ama buraya sadece koyu olarak çizdiğim, yanına yıldız koyduğum, yanına not düştüğüm yerleri alıyorum. Tüm çizdiğim yerleri almaya kalksam kitabın yarısını bu yazılara almam gerekirdi.
Şimdilik bu kadar yeter. Yazıyı yazmak için Kitabı bir kez daha okumuş oluyorum. Okurken kafama aldığım notları seçmek de yorucu oluyor. Kitabın kenarına her zaman not alamıyorum. Okumanın temposu düşüyor çünkü. Bu arada keşke kitapların kenarlarında daha çok boşluk olsa doğru dürüst not tutacak alan koymuyorlar, bir şeyler yazıyorum ama sonradan okuyamıyorum. o kadar minik yazmışım ki.
3. Bölümde görüşmek üzere.
Comments