Onsekizinci Yazı
Bölüm 5
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm
Akıl Hastalığı
5. Bölümün son alt başlığına geldik. Bu başlık nispeten daha kısa bir içeriğe sahip. Akıl Hastalığı başlığı altında zihinsel hastalıkların sosyo-kültürel faktörler tarafından nasıl şekillendirildiğini, bunun yanında bireylerin yaşadığı stresin kaynaklarını ve farklı toplumlarda bu durumun nasıl değiştiğini göreceğiz.
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm - Akıl Hastalığı başlığında geçen önemli İfadeler:Sosyal ve Kültürel Faktörler: Bir toplumun yapısını, işleyişini ve insan davranışlarını şekillendiren etkenlerdir. Bunlar arasında sosyal normlar, değerler, inançlar, gelenekler, kurumlar, dil, sanat, teknoloji ve ekonomik sistemler yer alır. Sosyal ve kültürel faktörler, insanların kimliklerini, ilişkilerini, yaşam tarzlarını ve dünya görüşlerini etkiler. Toplum Etiketleme Teorisi: Bu teori, sapkın davranışların toplumsal olarak yapılandırıldığını ve insanların belirli davranışları "sapkın" olarak etiketlemesiyle ortaya çıktığını savunur. Bir bireye "sapkın" etiketi yapıştırıldığında, bu etiket o bireyin kimliğini ve gelecekteki davranışlarını etkileyebilir. Örneğin, bir genç bir kere hırsızlık yaparsa ve toplum onu "hırsız" olarak etiketlerse, bu genç kendini bu role uygun davranmaya başlayabilir. Sosyal Stres: Bireylerin sosyal ve kültürel çevrelerindeki taleplere, tehditlere veya değişimlere verdikleri tepkidir. Kitap, hızlı toplumsal ve kültürel değişimin stres seviyelerini artırabileceğini ve psikosomatik hastalıklara yol açabileceğini belirtiyor. Ancak, stres sadece hızlı değişim geçiren toplumlarda değil, geleneksel toplumlarda da mevcut olabilir. Cadılık inancı, birçok toplumda korku ve acıya neden olan önemli bir stres faktörüdür. Sürekli kan davaları ve savaşlar da, insanları korku ve endişe içinde bırakarak strese neden olur. Anomi: Toplumsal normların ve değerlerin zayıfladığı veya yok olduğu, bireylerin toplumla bağlarının koptuğu ve belirsizlik, amaçsızlık ve normsuzluk hissettikleri bir durumdur. Anomi, genellikle hızlı toplumsal değişim dönemlerinde veya toplumsal çalkantı yaşandığında ortaya çıkar. Anomi, suç, intihar, alkolizm ve diğer toplumsal sorunların artmasına neden olabilir. Toplumsal Sınıf: Toplumda, ekonomik kaynaklara (gelir, servet, mülkiyet), güç ve prestije dayalı olarak hiyerarşik bir düzen içinde konumlanan insan gruplarıdır. Toplumsal sınıflar, insanların yaşam şanslarını, fırsatlarını, yaşam tarzlarını ve sosyal statülerini etkiler. Kitapta belirtildiği gibi, toplumlar genellikle eşitsizliğe eğilimlidir ve bazı gruplar diğerlerinden daha fazla güce ve kaynağa sahiptir. Örneğin, şeflerin bulunduğu küçük toplumlarda bile, şefler genellikle diğer insanlara kıyasla avantajlara sahiptir. Kentsel-Kırsal Farklılıklar: Şehirler ve kırsal alanlar arasındaki demografik, sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel farklılıklardır. Şehirler genellikle daha yoğun nüfuslu, kozmopolit, ekonomik olarak çeşitli ve yenilikçidir. Kırsal alanlar ise daha seyrek nüfuslu, geleneksel, tarıma dayalı ve doğaya daha yakındır. Kitap, kentsel ve kırsal toplulukların topluluk duygusu ve sosyal uyum açısından farklılaştığını öne sürüyor. Şehirler genellikle daha fazla bireyselliğe ve çeşitliliğe sahipken, kırsal topluluklar daha güçlü bir topluluk duygusuna sahip olabilir. Toplumsal Destek: Bireylerin sosyal ağlarından (aile, arkadaşlar, komşular, topluluk grupları) aldıkları duygusal, maddi ve pratik yardımdır. Toplumsal destek, insanların stresle başa çıkmalarına, zorlukların üstesinden gelmelerine ve refahlarını korumalarına yardımcı olur. Kitapta, Pleistosen döneminde insanlar için toplumsal desteğin hayatta kalmak için önemli olduğu belirtiliyor. Sosyoekonomik Faktörler: Bir toplumun veya bireyin ekonomik ve sosyal koşullarını etkileyen faktörlerdir. Bunlar arasında gelir, eğitim, meslek, sosyal sınıf, etnik köken, cinsiyet ve yaş yer alır. Sosyoekonomik faktörler, insanların sağlık, eğitim, istihdam ve genel refah gibi yaşam şanslarını etkiler. Kitapta, sosyoekonomik faktörlerin sağlık ve hastalık üzerindeki etkisi vurgulanıyor. Yoksulluk, sömürü ve eşitsizlik, birçok toplumda sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Kültürel Determinasyon: Kültürün, insanların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini şekillendirdiğini savunan bir kavramdır. Bu görüşe göre, insan davranışları büyük ölçüde biyolojik faktörlerden ziyade öğrenilmiş kültürel normlar ve değerler tarafından belirlenir. Kitapta, kültürel determinasyonun insan adaptasyonu ve maladaptasyonu üzerindeki etkisi tartışılıyor. Örneğin, bir toplumun kültürü savaşçı davranışları yüceltiyorsa, bu toplumun üyeleri daha saldırgan ve rekabetçi olabilirler. Halk Toplumu (Folk Society): Geleneksel, küçük ölçekli, genellikle kırsal ve tarıma dayalı toplulukları ifade eder. Halk toplumları, güçlü bir topluluk duygusu, ortak değerler ve inançlar ve nesilden nesile aktarılan gelenekler ile karakterizedir. Kitapta, halk toplumlarının modern toplumlardan daha uyumlu olduğu yönündeki yaygın inancın eleştirildiği ve bu toplumların da kendi içlerinde maladaptasyon ve sosyal sorunlar yaşayabileceği vurgulanmaktadır. Ritüel ve Toplumsal Pratikler: Bir toplumun kültürel değerlerini, inançlarını ve normlarını ifade eden sembolik eylemler ve davranışlardır. Ritüeller, genellikle dini inançlarla, geçiş dönemleriyle (doğum, ölüm, evlilik) veya toplumsal dayanışmanın güçlendirilmesiyle ilişkilidir. Toplumsal pratikler ise insanların günlük yaşamlarını düzenleyen ve sosyal ilişkilerini şekillendiren alışkanlıklar, gelenekler ve normlardır. Kitapta, bazı ritüel ve toplumsal pratiklerin adaptif olabileceği, ancak bazılarının da maladaptif sonuçlara yol açabileceği belirtiliyor.... Adaptasyon ve Stres: Adaptasyon, bir organizmanın veya toplumun değişen çevresel koşullara uyum sağlama sürecidir. Stres ise, bir organizmanın veya toplumun bu değişen koşullara verdiği tepkidir. Kitapta, insanların ve toplumların adaptasyon ve stresle başa çıkma biçimlerinin kültürel olarak şekillendiği ve bazı adaptasyon stratejilerinin maladaptif sonuçlara yol açabileceği vurgulanmaktadır. Örneğin, hızlı toplumsal ve kültürel değişim, insanlarda strese neden olabilir ve bu da sağlık sorunlarına yol açabilir... Kültürel Varyasyon: Farklı toplumlar arasında görülen kültürel farklılıklardır. Kültürel varyasyon, dil, din, gelenekler, değerler, inançlar, sanat, müzik, yemek ve yaşam tarzı gibi birçok alanda kendini gösterir. Kitapta, kültürel varyasyonun insan adaptasyonu ve maladaptasyonu üzerindeki etkisi tartışılıyor. Örneğin, bazı kültürler bireyselliği vurgularken, diğerleri topluluk ve kolektif değerleri ön plana çıkarır. Doğum Sonrası Depresyon: Doğum sonrası depresyon, doğumdan sonra annelerde görülen bir ruh hali bozukluğudur. Amerikan annelerinin %50 ila %80'inin doğumdan sonra geçici bir disfori (sık sık "lohusalık hüznü" olarak adlandırılır) yaşadığı ve bu kadınların %20'sinin hafif ila orta derecede klinik depresyon yaşadığı tahmin edilmektedir. Doğum sonrası depresyonun nedenleri arasında, anne ve aile için olayın stresi (yetersiz bir anne olma korkuları dahil), kadının bireysel psikolojik özellikleri ve östrojen ve progesteron seviyelerindeki değişiklikler olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, doğum sonrası depresyonun Amerika Birleşik Devletleri'ndeki sıklığına ve ciddiyetine rağmen, bu fenomenin Batılı olmayan toplumlarda oldukça nadir olduğu görülmektedir. Amerikan kültürünün (ve Batı Avrupa ülkelerinin kültürlerinin) doğumu neden depresif bir olay haline getirdiğinin nedenleri muhtemelen psikososyal stresle ilgilidir. Kültürel Uyum: Kültürel uyum, bir toplumun veya bireyin yaşadığı çevreye ve sosyal yapıya ne kadar iyi entegre olduğunu ifade eder. Kültürel uyum, toplumların geleneksel inanç ve uygulamalarının, insan refahına ve hayatta kalmasına nasıl katkıda bulunduğunu veya engel olduğunu anlamak için önemli bir kavramdır. Doğaüstü İnançlar ve Pratikler: Doğaüstü inançlar ve pratikler, insanların doğaüstü güçlere, ruhlara, tanrılara veya diğer doğaüstü varlıklara olan inançlarını ve bu inançlarla ilgili ritüelleri, törenleri ve davranışları kapsar. Kitap, doğaüstü inançların ve pratiklerin, bazı toplumlarda sosyal uyumu ve dayanışmayı güçlendirirken, bazılarında da korku, şiddet ve sosyal çöküşe yol açabileceğini göstermektedir. Sosyal İzolasyon: Bireylerin sosyal ağlardan ve topluluklardan kopuk olması durumudur. Kitapta, sosyal izolasyonun, toplumsal çöküşe ve bireysel maladaptasyona katkıda bulunan faktörler arasında yer aldığı belirtilmektedir. Zihinsel Hastalığın Evrenselliği: Zihinsel hastalığın tüm kültürlerde ve toplumlarda var olduğu gerçeğidir. Kitap, zihinsel hastalığın belirtilerinin, nedenlerinin ve tedavilerinin kültürel olarak farklılık gösterebileceğini, ancak tüm insan topluluklarının bir şekilde zihinsel hastalıktan etkilendiğini göstermektedir. Psiko-sosyal stres: Bireylerin sosyal ve kültürel çevrelerinden kaynaklanan baskı, değişim ve çatışmalara verdiği tepkilerden kaynaklanır. Toplumsal değişim, sosyal normlardaki belirsizlik ve hızlı modernleşme gibi faktörler bu stresi artırabilir. Sosyal baskılar ve tabular, bireylerde korku ve endişe yaratırken, kültürel değerler arasındaki çatışmalar psiko-sosyal stresi tetikleyebilir. Ayrıca, eşitsizlik ve adaletsizlik, yoksulluk ve ayrımcılık gibi durumlarla birlikte stresi artırabilir. Doğaüstü inançlar ve korkular da bazı toplumlarda yaygın bir stres kaynağıdır. Psiko-sosyal stresin etkileri bireyden bireye değişse de, genel olarak fiziksel ve ruhsal sağlığı olumsuz etkileyebilir ve sosyal uyumu bozabilir. Genetik olarak savunmasız birey (persons with vulnerable genotypes): Belirli hastalıklara veya sağlık sorunlarına yakalanma olasılığını artıran genlere sahip bir bireydir. Bu savunmasızlık, depresyon, şizofreni gibi zihinsel hastalıklara yatkınlığı artıran gen kombinasyonlarını içerebilir. Genetik yatkınlık tek başına hastalığın ortaya çıkması için yeterli değildir; çevresel faktörler ve yaşam tarzı seçimleri de önemli rol oynar. Örneğin, belirli bir genetik yapıya sahip bir birey, stresli bir ortamda büyürse veya sağlıksız bir yaşam tarzı benimserse, genetik olarak yatkın olduğu hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksek olabilir. Bununla birlikte, destekleyici bir ortamda büyüyen ve sağlıklı alışkanlıklar geliştiren bir birey, aynı genetik yatkınlığa sahip olsa bile hastalıktan korunabilir. Genetik savunmasızlığın anlaşılması, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi için önemlidir. |
Bu başlıkta sanırım ilk kez farklı bir şekilde başlayacağım. Bu sefer ilk paragrafta ne anlatıldığını aktarıp ikinci paragrafı alıntı olarak paylaşacağım. Çünkü ilk paragraf biraz zihin hastalıklarına farklı açılardan bakışların verildiği bir çeşitleme olmuş.
Edgerton bu paragrafta, zihinsel hastalıkların nedenlerinin sosyal ve kültürel faktörlerle ilişkisini incelemiş. Gregory Bateson ve R. D. Laing, şizofreniyi aile dinamiklerine bağlarken, Thomas Szasz zihinsel hastalığın toplumsal etiketlerden kaynaklandığını savunmuş. Michel Foucault, zihinsel hastalıkların tarihsel olarak toplumların hakimiyet kurmak için yarattığı kategoriler olduğunu öne sürmüş. D. L. Rosenhan'ın çalışması, sahte hastaların yanlış şizofreni teşhisiyle psikiyatrik personel tarafından tedavi edilmesini göstererek psikiyatri dünyasında tartışma yaratmış. Günümüzde zihinsel hastalıkların yalnızca sosyal faktörlere indirgenmesi eleştirilse de, bu faktörlerin etkisi hâlâ kabul edilmektedir diyor.
Açıkcası Rosenhan olayı çok dikkat çekici. Bu konuyu Edgerton sadece Rosenhan’ın ismini anarak geçiştirmişi ama Rosenhan’ın yaptıkları, psikiyatri nedir, bir bilim midir, neye göre kimi hasta kabul edeceğiz gibi konuların tartışılmasına yol açıyor. Bu sebeple bilim tarihinde çok sarsıcı bir şekilde yer edinmiş bir kişi olduğunu söylemem gerek.
Buraya onunla ve yaptıkları ile ilgili kısacık bir özet bırakıyorum.
D. L. Rosenhan, 1973 yılında yaptığı ünlü "Being Sane in Insane Places" (Akıllı Olmanın Deli Yerlerinde) adlı çalışmasında, sağlıklı bireylerin psikiyatrik hastanelere sahte şizofreni semptomlarıyla başvurarak nasıl teşhis konduğunu test etti. Araştırmada, "sahte hastalar" halüsinasyon gördüklerini iddia ederek hastanelere kabul edildi. Ancak hastaneye girdikten sonra tamamen normal davransalar da, personel onları sürekli hasta olarak değerlendirdi. Bu deney, psikiyatrik teşhislerin güvenilirliğini sorguladı ve ruh sağlığı sisteminde etik ve bilimsel tartışmalara yol açtı. Rosenhan, bu çalışmasıyla toplumsal etiketlerin zihinsel hastalık algısını nasıl etkilediğini gözler önüne serdi. |
Sayfa 129:
“The belief, for example, that people who live in certain kinds of social arrangements (cities, for instance) are more likely to develop mental illness than those who live in others (such as folk societies) has an ancient history. 97 The association of city living with "madness" grew more pronounced during the seventeenth and eighteenth centuries in Europe as well as in the United States, where Thomas Jefferson's views on the virtues of the agricultural life and the corruption of"manufacturing" had a powerful appeal. 98 "Insanity," it was often said, was part of the price we had to pay for civilization. 99 Indeed, as we have seen, the idea that people experienced less stress and consequently exhibited less individual pathology in small folk communities than in urban societies has been one of the most implicitly taken-for-granted assumptions of modern social science. For example, psychiatrist E . Fuller Torrey has concluded that schizophrenia is a product of urbanization; he believes that the disorder is rare in small, traditional societies and was even rare in the West before 1800. 100
Others, however, have noted that schizophrenia is very common in some rural communities. Nancy Scheper-Hughes attempted to relate the allegedly high rates of schizophrenia in rural western Ireland to the prevalence of social stressors that she believed caused schizophrenia. She painted what she referred to as a "grim portrait" of social isolation, hostility between men and women, late marriage, childlessness and celibacy, contradictory role expectations, and family relations characterized by ridicule, scapegoating, and a fear of intimacy. Her contention that these factors combine to produce unusually high rates of schizophrenia has not been verified, but there can be little doubt that they contributed to the anomie, despair, heavy drinking, depression, and emigration that were common in rural western Ireland. 101”
“Örneğin, belirli türden sosyal düzenlemelerde (örneğin şehirler) yaşayan insanların akıl hastalığına yakalanma ihtimalinin diğerlerinde (halk toplumları gibi) yaşayanlara göre daha yüksek olduğu inancı eski bir geçmişe sahiptir.97 Şehir yaşamının “delilik” ile ilişkilendirilmesi, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Avrupa'da ve Thomas Jefferson'ın tarımsal yaşamın erdemleri ve “imalatın” yozlaşması hakkındaki görüşlerinin güçlü bir çekiciliğe sahip olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde daha belirgin hale geldi.98 “Deliliğin”, medeniyet için ödememiz gereken bedelin bir parçası olduğu sık sık söylenirdi.99 Gerçekten de, gördüğümüz gibi, insanların küçük halk topluluklarında kent toplumlarına kıyasla daha az stres yaşadıkları ve dolayısıyla daha az bireysel patoloji sergiledikleri fikri, modern sosyal bilimin en dolaylı olarak kabul edilen varsayımlarından biri olmuştur. Örneğin, psikiyatrist E . Fuller Torrey şizofreninin kentleşmenin bir ürünü olduğu sonucuna varmıştır; hastalığın küçük, geleneksel toplumlarda nadir görüldüğüne ve 1800'den önce Batı'da bile nadir olduğuna inanmaktadır.100
Ancak diğerleri şizofreninin bazı kırsal topluluklarda çok yaygın olduğunu belirtmiştir. Nancy Scheper-Hughes, Batı İrlanda'nın kırsal kesiminde yüksek olduğu iddia edilen şizofreni oranlarını, şizofreniye neden olduğuna inandığı sosyal stres faktörlerinin yaygınlığı ile ilişkilendirmeye çalışmıştır. Sosyal izolasyon, erkekler ve kadınlar arasındaki düşmanlık, geç evlilik, çocuksuzluk ve bekarlık, çelişkili rol beklentileri ve alay, günah keçisi ilan etme ve yakınlık korkusu ile karakterize edilen aile ilişkilerinden oluşan “korkunç bir portre” çizmiştir. Bu faktörlerin bir araya gelerek olağandışı yüksek şizofreni oranlarına yol açtığı iddiası doğrulanmamıştır, ancak bu faktörlerin Batı İrlanda kırsalında yaygın olan anomi, umutsuzluk, ağır içki, depresyon ve göçe katkıda bulunduğuna dair çok az şüphe vardır. 101”
Edgerton’dan devam etmeden önce şizofreni ile ilgili internette bir araştırma yaptım. Acaba şehirde mi, kırsal kesimde mi daha yaygın yada sebebi genetik mi, çevresel mi diye ve şehirlerde daha yaygın olduğunu ve birinci dereceden akrabasında şizofreni tespiti olan bir kişinin bu hastalığa yakalanma olasılığının %70-80 olduğunu öğrendim. Yani ne sadece kültürel ne sadece genetik bir durum var.
Psikiyatrik bozuklukların hayatla baş etmek konusunda zorluk çekmekle çok ilgisi var. Çevresinde bu çeşit problemler yaşayanlar bunu iyi bilirler. İnsanlar geçmişlerinde çözemedikleri bir problem varsa psikolojik olarak sorun yaşamaları çok mümkün. İlla ki psikolojik bir hastalığa yakalanacak anlamına gelmiyor ama eğer genetik olarak yatkınlığı varsa hasta olmaktan kaçınma şansı kalmıyor.
Edgerton burada şizofreniden bahsediyor ama aslında her çeşit bağımlılıklar, takıntılar, hatta kişilik bozuklukları bile aslında yaşadığımız hayatla ilgili. Maalesef içinde bulunduğumuz dünya gerçekten bizim boyumuzu aşıyor. Bu hayatı layıkıyla yaşamak neredeyse imkansız. Sağlık sorunları olan aileler, toplumlar içine doğuyoruz ve bu halde sağlıklı kalmaya çalışıyoruz. Doğal olarak da beceremiyoruz.
Herneyse rol çalmayayım kitaptan devam edelim. Edgerton, eskiden bazı antropologlar, stresten tamamen arındırılmış halk toplumlarında zihinsel hastalıkların bulunmadığını düşünüyorlarmış. Ancak bu görüş artık geçerli değil çünkü araştırmalar şizofreni ve depresyon gibi zihinsel hastalıkların her toplumda bulunduğunu göstermişler. Genetik yatkınlığın bu hastalıkların gelişiminde önemli bir rol oynadığı kabul edilmiştir. Bununla birlikte, psiko-sosyal stres, genetik olarak savunmasız bireylerde zihinsel hastalıkların ortaya çıkma olasılığını artırabilir. Şizofreni, genellikle bireylerin hayata uyum sağlamasını zorlaştırır ve üreme oranlarını düşürür. Yine de bazı bölgelerde (ör. Kuzey İsveç, Batı İrlanda) yaygınken, Papua Yeni Gine gibi yerlerde nadirdir. Toplumlar, zihinsel hastalıklara karşı farklı duyarlılıklar gösterir.
Edgerton sonraki paragraflarda bazı toplumlara yönelik örnekler veriyor. Postpartum depresyon örneği üzerinden, modern Batı toplumlarında annelikle ilişkili psikososyal streslerin, hormonal değişimlerle birleşerek depresyona yol açtığı belirtilir. Buna karşın, Kenya'daki Kipsigis kadınlarında, sosyal destek sayesinde doğum mutlu bir olay olarak görülür ve postpartum depresyon gözlemlenmez. Bu durum, kültürel farklılıkların rolüne işaret ediyor.
Tonga'daki zihinsel sağlık çalışması, geleneksel, az modernleşmiş bir toplumda düşük psikoz, nevroz ve diğer zihinsel bozukluk oranlarının bulunduğunu göstermiştir. Araştırmacılar, bu durumu düşük rekabet ortamı ve güçlü sosyal destekle ilişkilendirmiş. Tongalılar ayrıca alkol bağımlılığı, intihar ve psikosomatik bozukluklardan da büyük ölçüde uzaktır.
Sınıfsal eşitsizlikler de depresyon oranlarını etkiler. İngiltere’nin Camberwell bölgesindeki araştırmada, düşük gelirli kadınların, özellikle çocuklu olanların, orta sınıf kadınlara göre dört kat daha fazla depresyon yaşadığı tespit edilmiştir. Bu durum, düşük sosyal sınıfların fiziksel, ekonomik ve sosyal streslere daha fazla maruz kalmasına bağlanır. Genel olarak, sosyal destek ve düşük stres düzeyleri, zihinsel sağlığı olumlu etkileyebilir.
5. Bölümün de sonuna geldik. Son paragrafı alıntılayarak bitirmek istiyorum.
Sayfa 132:
“It is clear that some populations enjoy better health than others. Much that people in folk societies believe and practice is harmful to their health. But some societies buffer their members against the stresses of life by maintaining beliefs and practices that enhance wellbeing. Others, including small-scale societies, create stresses for no readily apparent adaptive reason, while holding to beliefs and practices that undermine health and endanger life.”
“Bazı toplumların diğerlerine göre daha sağlıklı olduğu açıktır. Halk toplumlarındaki insanların inandıkları ve uyguladıkları pek çok şey sağlıkları için zararlıdır. Ancak bazı toplumlar, refahı artıran inanç ve uygulamaları sürdürerek üyelerini yaşamın streslerine karşı tampon görevi görür. Küçük ölçekli toplumlar da dahil olmak üzere diğer toplumlar ise, sağlığa zarar veren ve yaşamı tehlikeye atan inanç ve uygulamaları sürdürürken, görünürde hiçbir adaptif neden olmaksızın stres yaratmaktadır.”
Tüm bu bölümü okuduktan sonra insan bugünlere nasıl ulaşabildiğimizi merak ediyor. Geçmişimizde ve hatta bugün bile sahip olduğumuz bu kadar saçma inanca ve uygulamaya rağmen devam ediyoruz. aslında tüm derdimiz hayata tutunabilmek. Bu uğurda yaptığımız şeylerin sınırı yok. Kimi yerde yamyamlık yaparak, kimi yerde insan kurban ederek, kimi yerde insanları köleleştirerek yaşamaya devam ediyoruz. Düşünsenize bugün bile sırf birisi babası zengin olduğu için dünyaya gelme şansını elde ederek babası fakir olan birisinden bambaşka bir hayat yaşıyor. Ve bizler için bu durum çok normal. Birisinin her çeşit maddi zevki istediği an yaşaması mümkünken bir diğeri belki yiyecek yemek, içecek su bile bulamıyor ve bizler için bu çok normal.
İçine doğduğumuz hayatı seçmiyoruz ve çok çok çok azımızın bu şartları değiştirme için şansı oluyor. Çok büyük kısmımız içine doğduğumuz hayatın şartlarında yaşayıp ölüyoruz. Bir şekilde şunu biliyoruz ki değiştiremeyeceği şeyin peşinde koşarak enerjini boşa harcamanın sana faydası yok. Hepimiz Sisifos gibi yaşamaya mahkumuz. Ama asıl marifet bu mahkumiyeti bir kahramanlığa dönüştürmek.
Sisyphos ("Sisifos"), Yunan mitolojisinde önemli bir figürdür ve genellikle insan azmini, çabayı ve anlamsız mücadeleyi simgeler. Korinthos (Korent) şehrinin kurucusu ve kralı olarak bilinir. Sisyphos, kurnazlığı ve zekâsıyla tanınır ancak aynı zamanda tanrıları aldatması ve kibri nedeniyle büyük bir cezaya çarptırılmıştır. Sisyphos, ölüm tanrısı Thanatos'u zincirleyerek insanları ölümsüz hâle getirmiştir. Bunun üzerine savaş tanrısı Ares, Thanatos'u serbest bırakmış ve Sisyphos'un bu eylemi cezalandırılmıştır. Ayrıca, Zeus'un bir nehir tanrısının kızını kaçırmasını ifşa ederek tanrılar arasında huzursuzluk yaratmıştır. Bu da onun düşman kazanmasına neden olmuştur. Ölümünden sonra, Sisyphos yeraltı dünyasına (Hades) gönderilmiş ve sonsuz bir ceza almıştır. Cezası, büyük bir kayayı bir tepenin zirvesine yuvarlamaya çalışmaktır. Ancak, kaya her seferinde zirveye yaklaştığında geri yuvarlanır. Bu ceza, sonsuz bir döngüde başarısızlığı ve çabaların anlamsızlığını temsil eder. Fransız filozof Albert Camus, "Sisifos Söyleni" (Le Mythe de Sisyphe) adlı eserinde bu miti absürdizm felsefesine dayandırır. Camus'ya göre, Sisyphos'un hikâyesi, hayatın anlamsızlığını ve insanın bu anlamsızlığa rağmen yaşamaya devam etme direncini simgeler. Camus, "Sisyphos'u mutlu hayal etmek gerekir" diyerek, insanın kendi mücadelelerini anlamlı kılmak için çabalaması gerektiğini vurgular. |
Edgerton, bu bölümde sağlık, acı ve zihinsel hastalık gibi karmaşık konuları sosyo-kültürel bağlamda inceledi. Ne görüyoruz bu bölümden? Sağlık, fizyolojik bir durumdan öte, psikolojik ve sosyal bir olgudur. Sağlığın nasıl algılandığı ve yönetildiği, bireylerin ve toplumların inanç ve uygulamalarına bağlıdır. Hastalıkların ve acıların, kültürel ve toplumsal bağlamlarda anlamları vardır. Bu bağlamda, bireylerin yaşadığı deneyimler çeşitlilik gösterebilir. Stresin yönetimi, bireylerin sağlıklarını korumaları için kritik öneme sahiptir. Bu nedenle, stresle başa çıkma stratejileri geliştirmek önemlidir. Zihinsel hastalıklar, sadece bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir meseledir. Bu nedenle, toplumsal faktörler ve inançlar, zihinsel sağlığı etkileyebilir.
コメント